Ekranın sol alt köşesinde yanıp sönen bildirim ışığı, geceden beri masada bırakılmış telefonun sessizliğini bozan tek şeydi. Odanın köşesine yığılmış kitaplar, yarım bırakılmış projeler ve bir kenara itilmiş defterler arasında bir hareket vardı: Sümeyye… Yeni istifa ettiği işinin bedeninde bıraktığı yorgunluğun ve stresten ağrıyan eklemlerinden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Penceredeki ışık, odanın içinde parça parça dağılıyor, Sabahın sessizliği, sanki bir podcast’in en huzurlu duraklama anı gibi ruhuna dokunuyordu. Bu kadar mı bıkmıştı olan bitenden? Evet.
Edebiyata olan tutkusu, onu yaşamın içinden bir çalışan olarak var olmasına izin vermeyecek kadar içine çekmişti. İlla bir roman yazmalıydı. Bunun için ne kadar çok roman okumuştu! Her okuduğu satırda farklı bir dünya keşfetmiş, bu dünyaların derinliklerinde bir iz bırakabilmek için kendini sayfalar arasında yeniden inşa etmişti. Okuduğu her romanı sosyolojik, psikolojik, felsefik olarak değerlendirmek, hatta bunun için metinler üreten denemeler dahi oluşturmak bir tür alışkanlık haline gelmişti.
Roman yazarı mı olmak, bir eleştirmen mi? Bu soru zihninde sürekli yankılanıyordu. Her ikisi için de aslında gerçek bir birikime sahipti. Oysa eleştirmenlik, ona göre kısa soluklu, gelip geçen bir meslekti. Sadece bir roman yazmak değil; edebiyat tarihine geçmek, gerçek bir edebiyatçı olarak ebedi bir varoluşun peşindeydi. Bu düşünceler, onun zihninde bir ağırlık gibi asılı duruyor, ne yana dönse kendini aynı sorularla boğuşurken buluyordu. İnsanların neden yazdığını sorguladığında, kendisinin de yazmayı bir tür kaçış olarak gördüğünü fark etti. Ama bu kaçış, aynı zamanda onun en büyük savaşıydı. Bir süre sonra, yazmak konusundaki bu sorgulamalar, onu başka bir düşünceye sürükledi: Türk edebiyatında, yazarların farkında olmadan kahramanlarına psikolojik bir derinlik kazandırdığı metinler var mı acaba?” diye düşündü. Kahraman cesur, yiğit, korkusuzdur ama belki bu tavır, bastırılmış bir anksiyetenin sonucudur. Peki bunu nasıl anlayabiliriz? Romanın hangi anlatı detaylarından yola çıkarak böyle bir psikolojik analize ulaşabiliriz? Kahramanın davranışlarındaki aşırılıklar, duygusal tepkilerindeki tutarsızlıklar ya da olaylar karşısındaki iç monologları, yazarın bilinçsizce kahramanına verdiği psikolojik ipuçlarını mı taşır? Bu ipuçlarını yakalamak, metni yalnızca bir anlatı olarak değil, aynı zamanda bir bilinçaltı haritası gibi okumayı gerektiriyor… Bu sorular, Sümeyye’nin zihninde durmadan dolaşıyordu. Öyle ki, Türk ve dünya edebiyatında kahramanların iç dünyasıyla dış gerçeklikleri arasında nasıl bir bağ kurulduğunu araştırmak istiyordu. Dostoyevski’nin kahramanlarındaki içsel çatışmaların incelikle işlendiği metinlerden, Kemal Tahir’in daha çok toplumsal yapıyı öne çıkaran romanlarına uzanan bir yolculuk yapmalıydı.
Kemal Tahir’in romanlarında neden anksiyetik bir karakter yoktu? Bunun nedeni, yazdığı dönemin edebiyat anlayışında psikolojik meselelere olan farkındalığın henüz gelişmemiş olması olabilir miydi? Belki de bir adım daha ileri giderek şunu sorgulamak gerekiyordu: Kemal Tahir anksiyetenin ne olduğunu biliyor muydu? Bu basit bir bilgisizlikten mi, yoksa dönemin edebi eğilimlerinden mi kaynaklanıyordu?
Dönemsel farkındalık eksikliği bir yana, Kemal Tahir’in edebiyatı, bireyin psikolojik karmaşalarını değil, toplumsal düzenin dönüşümünü merkeze alıyordu. Onun eserlerinde, kahramanların iç dünyaları daha çok toplumsal yapının bir yansıması olarak şekilleniyordu. Birey, tek başına bir içsel varlık değil, toplumun ağır yükü altında şekillenen bir aktördü. Bu nedenle, onun romanlarında Dostoyevski’nin kahramanlarında gördüğümüz türden derin bir varoluşsal kaygıya rastlamak pek mümkün değildi.
Bunun tam tersine, Dostoyevski’nin kahramanları, bir toplumun birey üzerindeki baskılarından çok, insanın kendi iç dünyasındaki çatışmaların sahnesi gibiydi. Onun romanlarında kahramanlar, hem suçun hem cezanın hem de vicdanın taşıyıcılarıydı. Peki, Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan gibi isimler? Türk edebiyatında bireyin yalnızlığını ve içsel sancılarını dillendiren ilk örnekler onlardan mı gelmişti? Bu yazarlar, bireyin topluma yabancılaşmasını ve kendi varoluşunun anlamını sorgulayan karakterler yaratmayı nasıl başarmıştı?
Sümeyye, tüm bu sorularla zihnini meşgul ederken, edebiyatın psikolojik meselelere yaklaşımındaki değişimin bir tür tarihsel akış içinde incelenmesi gerektiğine inanıyordu. Roman sanatı, toplumsal yapıların, kültürel kodların ve bilimsel farkındalıkların izlerini taşıyan bir araçtı. 19. yüzyıl romanlarında daha çok toplumsal dönüşüm ve bireyin toplumsal konumu öne çıkarken, 20. yüzyıla doğru, bireyin içsel çatışmalarına odaklanan bir anlayışın geliştiği açıktı.
Belki de mesele, bireysel farkındalık düzeyleri ve bilimin gelişimiydi. Psikoloji, bir bilim dalı olarak edebiyatın zihinsel arka planını şekillendiren en büyük etkenlerden biri olmuştu. Dostoyevski’nin karakterleri Freud öncesi bir dönemde yazılmış olsa da, insan doğasının derinliklerine yönelik inanılmaz bir sezgi taşıyordu. Oğuz Atay’ın Selim Işık’ı veya Yusuf Atılgan’ın Zebercet’i, bu psikolojik derinliğin Türk edebiyatındaki yankılarıydı. Ancak, Kemal Tahir’in dönemindeki yazarlar için bu tür bir yaklaşımın yerleşmemiş olması, toplumsal sorunların psikolojik meselelerin önüne geçmesine neden olmuştu.
Sümeyye, bu düşüncelerle dolup taşarken, bir karar aldı: Eğer bir roman yazacaksa, bu roman, insanın yalnızca fiziksel sınırları içinde kalmayacak, metafiziksel bir boyuta uzanacaktı. Belki de artık edebiyatın derinliklerinde bir gerçeklik sorgusu başlamalıydı: Fiziksel bir dünya ile metafiziksel bir alemin iç içe geçtiği, varoluşun yeniden tanımlandığı bir anlatı… Günümüz insanı, yalnızca maddi gerçeklikleriyle değil, inançlarının, duygularının, hatta zihninin algılayamadığı boyutlarla da bir çatışma içindeydi. Ya fiziksel alemin içinde, yavaş yavaş metafiziksel bir boyuta sürükleniyor olsaydık? Romanın kahramanları, bu dönüşümün sancılarını yaşayan yeni varlıklar olmalıydı: ne tamamen fiziksel ne de bütünüyle metafizik. Bu yeni roman, belki de insanın anlam arayışını fiziksel dünyada değil, o dünyayı yutan, genişleyen bir başka gerçeklikte sorgulamalıydı. Böyle bir anlatı, yalnızca bugünü değil, geleceğin edebiyatını da yeniden inşa edebilirdi. Klasik romanların ve modern edebiyatın kimi yazarlarının eserlerini yeniden okuması gerektiğine karar verdi. Örneğin, Dostoyevski’nin kahramanlarının derin iç çatışmalarını modern insanın kaygılarıyla karşılaştırmak… Ya da Virginia Woolf’un akışkan bilinç tekniğini, çağımızın parçalanmış zihin yapısıyla yeniden yorumlamak mümkün müydü? Klasik eserlerin sunduğu insan tanımları, bugün hâlâ geçerli olabilir miydi, yoksa artık eski formların yıkılıp yeni anlatı yapılarının kurulması mı gerekiyordu? Peki ya modern edebiyatın sınırlarını zorlayan yazarlar? Ursula K. Le Guin’in fantastik evrenleriyle Virginia Woolf’un bilinç akışı arasında bir bağ kurulabilir miydi? Edebiyat, geçmişin mirasını tamamen reddetmek yerine, o mirası yeniden okuyan ve dönüştüren bir yaklaşım geliştirebilir miydi? Sümeyye’nin zihninde, bu sorular büyük bir heyecan yaratıyordu. Yeni bir roman yazacaksa, bu roman hem geçmişe bir selam hem de geleceğe bir meydan okuma olmalıyd.
Zihni, farklı kurgular ve kahramanlarla dolup taşıyordu. Her biri birbirinden farklıydı; bazıları sıradan bir mahallede, bazıları ise bilinmeyen bir evrende yaşamlarını sürdürüyordu. Belki bir kahramanı, modern bir şehrin kaotik yapısında kaybolmuş bir birey olacak, bir diğeri ise metafiziksel bir alemin sınırlarında varoluşunu sorgulayacaktı. Hepsini bir kağıda not almalıydı; her birini unutulmaz kılmak için onları önce kağıtta şekillendirmeliydi.
Bir köşeye oturup elindeki defteri açtı. Kalemi sayfaya değmeden önce kısa bir an duraksadı. “Bazı kahramanlar, bir fırtına gibi gelir; hiçbir çağrıya ihtiyaç duymadan, aniden belirirler. Diğerleri ise, tıpkı bir sisin içinde saklanan siluetler gibi, ancak zamanla belirginleşir.” diye düşündü. Bugün yazmaya başlayacaktı. Hem hayatındaki bu yeni dönemin, hem de kafasında uzun zamandır şekillenmeyi bekleyen dünyaların başlangıcı olacaktı.
Sabah kahvaltısını yapmak için hazırlanıyordu. Mutfağa adım attığında, zihninde beliren düşüncelerle kendini farklı bir boyuta geçmiş gibi hissetti. Aylardır kafasında biriktirdiği projesi, artık iş hayatının yorgunluğundan kurtulduğu için hayata geçirilmeyi bekliyordu. Her yeni gün, projesine daha da yaklaşabileceği bir başlangıç gibiydi. Şimdi, o projeye duyduğu heyecanla çayın demini almasını bekliyordu.