Sümeyye, romanı için bir kahraman yaratmalıydı; bu, sıradan bir karakter olamazdı. O, çağın karmaşık yüzeyinin altındaki tekrarlanan krizleri açığa çıkaran bir anlatı olmalıydı. Bölgesel savaşların yankıları, pandeminin insanlığı içten içe kırılganlaştırdığı yıllar… Rusya-Ukrayna savaşı, Hamas ile İsrail arasındaki çatışmalar ve İsrail’in gerçekleştirdiği katliamlar… Tüm bunlar, insanlık tarihinin aynı döngüler içinde sıkışıp kalmış olduğunu düşündürüyordu. İnsanlık teknolojik devrimlerle ilerliyor, toplumsal çalkantılarla geriliyordu. Bu gerilimin kökeninde gerçekten genetik mirasımız mı yatıyordu?
İnsan neden savaşıyordu? Çünkü genlerimiz bizi buna zorluyordu. Hayatta kalmak, üstün gelmek, kaynakları ele geçirmek; bunlar, içgüdülerimizin en ilkel parçalarıydı. Ancak bu dürtüler, yüzyıllardır dini, ideolojik ve siyasi katmanlarla örtülmüş, kültürel anlamlarla derinleştirilmişti. Savaşlar ahlaki gerekçelerle meşrulaştırılsa da, aslında varlığımızın biyolojik ve evrimsel mirasından mı kaynaklanıyordu?
Sümeyye, basit bir karşıtlıktan söz etmediğini biliyordu. Biyoloji ve kültür, birbirine sıkı sıkıya örülü bir yapıydı. Genetik kodlarımız davranışlarımızı şekillendiriyor, fakat o davranışlar, ideolojik ve kültürel teorilerle daha da karmaşıklaşıyordu. Güç mücadelesi, üstünlük arayışı… Belki bunlar, tarih boyunca ulusların ideolojilerine, liderlerin propagandalarına ve dinlerin kutsal metinlerine yerleşmişti. Bu yüzden insanın iç dünyasıyla dış dünyası arasındaki çatışma hiç bitmiyordu.
Fakat yaşadığımız çağ farklıydı. Teknolojik ilerlemeler, yapay zeka, genetik mühendisliği; tüm bunlar insanı ve insanlık tanımını baştan yazıyordu. Peki, bu çağın insanı kimdi? Köklerini genetik mirasından alan, kültürel yüklerle şekillenen, fakat aynı zamanda teknolojiyle yeniden tanımlanan bir varlık… Sümeyye için tam da bu zemindi: İnsanlık, biyolojik dürtülerini kültürel katmanlarla dengelemeye çalışırken, teknolojinin yarattığı yeni bir varoluş biçimine doğru ilerliyordu.
Tolstoy’un Anarşizmi bu sorulara cevap olamıyordu. Tolstoy, insanı sosyal bir varlık olarak görmüş, düzenin reddini ve ahlaki saflığı savunmuştu. Ancak Sümeyye’nin gözünde, asıl mesele göz ardı edilmişti: İnsan doğası. Genetik eğilimler, düzen arayışı, kaos korkusu… Anarşizm bireyi özgürleştiriyordu, fakat insanın biyolojik gerçekliği bu özgürlüğü ne kadar kaldırabilirdi?
“Belki Tolstoy genlerimizin bizi nasıl şekillendirdiğini bilseydi, anarşizmi yeniden değerelendirirdi,” diye düşündü. Ama o zaman ne olurdu? Anarşizm yalnızca bir ütopya mıydı? Düzeni yıkmak, insanın içgüdüleriyle çelişmiyor muydu?
Sümeyye, yeni bir şey arıyordu. Nietzsche’nin üstinsan fikri, bu çatışmanın bir alternatifi olabilir miydi? Nietzsche, insanı içgüdüleriyle ve arzularıyla kabul etmiş, ahlaki sınırların ötesine geçmeyi savunmuştu. Belki de insanın doğasındaki kaosu yok saymak yerine, onunla barışmak gerekiyordu. Nietzsche’nin dediği gibi: “Düzeni korumak için kaosun içinden doğmak…”
Ama bu kaos nereye götürecekti? Tolstoy’un anarşist saflığı ve Nietzsche’nin kaotik özgürlüğü arasında sıkışan insanlık, yeni bir anlam arayışına mahkûm muydu? Sümeyye’nin yaratacağı kahraman, tam da bu soruların ortasında durmalıydı. O, insan doğasının çatlaklarından sızan soruları soran, geçmişle hesaplaşırken geleceğin haritasını çizen bir figür olmalıydı.
Arkadan Jelibon Cundi’nin sesi geldi:
“Yazarım, iyi ki bu kadını öldürmüşsün. Kafadan çatlak. Bu düşüncelerle roman mı yazılırdı? Vallahi benim psikolojim bozuldu!”