Sevgili okur, kimi zaman kendimi öyle yalnız hissediyorum ki, bu sayfalar bana yalnızlığımı daha da derinden hissettiren bir mekân haline geliyor. Üç boyutlu bir dünyada, iki boyutlu düşüncenin sınırları içinde yaşadığımı fark ediyorum. Her sayfa, beni bu iki boyutlu evrene yeniden mahkûm ediyor; kağıt ve harflerin içine sıkışıp kalıyorum. Harflerin birleşiminden oluşan kelimeler, kelimelerden doğan cümleler… Ama sonuçta, kelime dediğimiz şey nedir ki? Ağzımızdan çıkan, anlam yüklediğimiz bir dizi ses.
Fakat yazarken harfler, seslerden çok farklı bir şey haline geliyor. Zihnimizde ezbere bildiğimiz, imajlara dönüşmüş simgelerden başka bir şey değil harfler. Oysa konuştuğumuzda ses bir imaj değildir; ses, varlığını sürdüren bir nesnedir. Evrende dalgalar halinde yayılan bir titreşim… Ama bu dalgalar üç boyutlu mu? Yoksa bambaşka bir düzlemde mi var oluyorlar? Bilmiyorum.
Sümeyye’nin yazma isteği beni hep rahatsız ediyor. Neden yazmak istiyor, anlamıyorum. Hayata bu kadar mesafeli duran, insanın doğal çekişmelerinden, mücadelelerinden kaçan birinin hayata katacağı bir romanın ne kadar “hayata ait” olabileceğini düşünmeden edemiyorum. Belki de bu yazma isteği, onun kendi ütopyasını yaratma çabasıdır. Ama ne kadar sağlıklı bir ütopya olabilir ki bu?
Sümeyye’nin karmaşık zihni, insanlığın sorunlarını anladığına ve edebiyat aracılığıyla bir çözüm önerebileceğine dair güçlü bir inanca sahip. Ama ben, bu kadar karışık bir düşünce yapısının insanlığa gerçek bir çözüm getirebileceğine şüpheyle yaklaşıyorum. Belki de sadece bir hayal… Belki de bu, sadece onun kendi boşluğunu doldurma çabası.
Rüveyda’nın Ayak Sesleri
Cuma günü öğleden sonra Marmaray’la Eminönü’ne geçecekti Sümeyye. Oradan uzun zamandır gitmediği Eyüp sırtlarına, Pierre Loti Kahvesi’ne uğrayacak, ardından Kadiri Tekkesi’nde dua edecekti. Orada dua etmeyi seviyordu; insan kalabalığının gürültüsünden uzak, derin bir sessizlikte kendini dinleyebilmek için güzel bir mekândı burası. Marmaray’ın raylarında yankılanan o metalik ses ve yanında oturan Ukraynalı göçmen ailenin fısıldayan konuşmaları arasında roman kahramanını yazmaya devam ediyordu.
Türkiye tarihinin kırılma anlarını, siyasi ve entelektüel dönüşümlerini analiz ettiğinde, kahramanının İslamcı bir gelenekten gelen genç bir erkek olabileceği fikrine yaklaşmıştı. Ancak bu düşünce, çok çabuk karşısına yeni sorular çıkarıyordu: İslamcı bir genç, ahlaki ve siyasi kaygıları doğrultusunda neyi yapabilir, neyi yapamazdı? Sistemin değişmesi gerektiğini düşünen bir devrimci olabilir miydi? Ya da bu kahraman, düzene inanmayan ama realist düşünebilen biri mi olmalıydı?
Peki ya kadın? Bir kadın karakter, belki de cinsiyet rollerinin dar kalıplarını zorlayan, toplumsal düzeni alt üst eden bir figür olabilirdi. Kadınların yeni dünyanın başat aktörleri olacağına dair kanaati giderek güçleniyordu Sümeyye’nin. Ama sıradan bir kadın olamazdı bu. Onun kahramanı, cinsiyetin kültürel sınırlarını hiçe sayan, arzuları ve yönelimleriyle sistemin en temel yargılarına başkaldıran anarşist bir tip olmalıydı. Çünkü kültürel düzen, yüzyıllardır cinsiyetler üzerinden inşa edilmişti. Erkek ve kadın denen memelinin biyolojik özelliklerini, istek ve güdülerini kültürle sınırlandıran bu sistem, artık çatırdıyordu.
Teknolojik dönüşümle birlikte, fiziksel güçten ziyade zeka ve yaratıcılığın belirleyici olduğu bir çağın eşiğindeydik. Bu düzende, erkeğin gücü giderek silikleşiyor, etkisi azalıyor gibiydi. Ancak ortada bir paradoks vardı: İnsan türünün biyolojik varlığı ve temel güdülerinin büyük kısmı kadından taşınıyordu. Kadın, doğurandı. Kadın, arzu edendi. Hırslı, ihtiraslı, hayata tutunmayı bilen ve hayatta kalmayı başaran taraf kadın olmuştu. Erkek, belki de kadının biyolojik varlığına yüklediği bir görevden fazlası değildi.
Bunu düşündükçe zihninde bir soru büyümeye başladı: Erkek, gelecek çağlarda giderek gereksizleşen bir memeliye mi dönüşecekti? Teknolojinin insan doğasını dönüştürdüğü, fizyolojik görevlerin makineler tarafından devralındığı bir dünyada, kadın hâlâ doğuran, yaratan taraf olarak kalırken, erkek ne olacaktı? Kadın kendi gücünü, erkeğin varlığı üzerinden mi tanımlıyordu? Eğer öyleyse, erkek zayıfladıkça kadın da bir şeyler mi kaybedecekti?
Sümeyye, düşüncelerinin sınırında bir boşluk hissetti. Eğer kadın, kendi bedeninde erkeği var eden bir varlıksa, erkek ortadan kalktığında insan neye dönüşecekti? İnsanlık diye bir şey kalacak mıydı? Belki de insanın tanımını yeniden yapmak gerekecekti: Daha zeki, daha yaratıcı, biyolojik sınırlarını aşmış, belki de tamamen cinsiyetsiz bir varoluş… Ama bu varoluşta insan hâlâ insan olabilir miydi?
Marmaray nihayet Eminönü istasyonuna yanaştığında, rayların sesi kesildi. Sümeyye, bir anlığına düşüncelerinin ağırlığından sıyrılıp kalabalığın arasına karıştı. Belki Pierre Loti Kahvesi’nde oturup bir kahve içerken, zihnindeki bu sorulara bir cevap bulabilirdi. Ya da Kadiri Tekkesi’nin derin sessizliğinde, insana ve insanlığa dair sorularına yeni bir yol açılırdı.
Tam burada, o anda, bir ses yükseldi: “Yazarım, artık beni yaratmayacak mısın? Bu kadının romandaki görevi bitmedi mi?”
Rüveyda’nın sesi…
Ve bir anda Rüveyda, tüm gerçekliğiyle zihnimde canlandı. Keşke canlanmaz olaydı…