Adalet, yasaların metnine hapsedilecek, emir ve yasakların soğuk yüzüne teslim edilecek bir kelime değildir. İnsan ruhunun en derin çığlığı, varoluşunun hesaplaşmasıdır. adalet, bir yükümlülük yahut zorunluluktan ibaretse, ölü bir kurallar yığınına dönüşür; ruhu, kavgası, aşkı olmayan bir kuklaya. Oysa adalet, bir disiplin meselesi değil, aşkın ta kendisidir. Kendisini aşan insanın, dünyaya dair her şeyi ateşe verip geride hakikatten başka bir şey bırakmayanın sevdasıdır.
Adalet, içi boşaltılmış mahkeme salonlarının loş ışığında değil, toprağın, tarihin ve alın terinin iç içe geçtiği meydanlarda aranmalıdır. Adaletin peşine düşen, bir tereddüt adamı olamaz. Onun yolu, kendisini “güvenli” kılacak hükümlerle değil, dünyaya meydan okuma cesaretiyle çizilir. Gerçek adalet, kendi elleriyle hüküm giymeyi göze alanların işidir.
Ne var ki, insan zayıftır. Tarihin sayfaları, hakikatin en büyük düşmanının yalnızca zulmedenler değil, zulme göz yumanlar olduğunu yazmıştır. Korku, insanı adalet yolundan sapıtan en sinsi tuzaktır. Çünkü korku, adaleti mekanikleştirir; onu ruhtan, ideallerden ve insandan koparır. Oysa hakikat, korkunun bittiği yerde başlar. Ve adalet, ancak korkusuzların elinde adalettir.
Adalet, ne umutla beslenir ne de bir gururun eseri olabilir. İnsanlığın varoluşuna bir hesap soruş, tarih boyunca ezilenlerin, çiğnenenlerin, aç susuz bırakılanların çığlığıdır. Kim adaleti yarına ertelerse, ona hükmeden efendilerin rızasını arıyordur. Adalet, burada ve şimdi, insanın içindeki sevdayla doğar; onun yüreğinde yanmıyorsa, kâğıt üzerindeki hükümlerden ibarettir.
Korku, adaletin düşmanıdır; onu ezen, içini boşaltan, alçakgönüllü görünen büyük hilelerin maskesidir. Adaletin yüreğinde sevgi vardır; fakat bu, uyuşuk ve edilgen bir merhamet değildir. Bu sevgi, elini taşın altına koyanın, dünyaya meydan okuyanın, en nihayetinde kendini ateşe atanın sevgisidir. Çünkü gerçek adalet, herkes tarafından alkışlanacak bir erdem değil, çoğu zaman yalnızlığa mahkûm eden bir isyan hâlidir.
Adalet, insanın kendi menfaati için kurduğu bir düzenin bekçiliğini yapamaz. O, insanın ötesine geçen, menfaatin, rahatlığın ve düzenin çok üzerinde bir hakikattir. Adaleti kendine pay çıkarmak için kullananlar, o büyük gerçeği küçültenlerdir. Umut ve çıkar, adaletin kanını emer; çünkü umut, çoğu zaman beklemek demektir. Adaletin beklemeye tahammülü yoktur!
Tarih, adaleti geleceğe erteleyenlerin, onu kendi çıkarına alet edenlerin çürüyen bedenleriyle doludur. İnsan, kendi dar menfaatlerini “adalet” sanarak, ona şekil vermeye kalkarsa, adalet ölü doğar. Oysa gerçek adalet, insanı kendi ötesine taşır, onun yalnızca kendisi için değil, insanlık ve varlık için yaşamasını gerektirir.
Bu yüzden adalet, ne bir erdem gösterisi ne de bir vaattir. O, insanın içindeki en büyük sevdanın, en sahici aşkla buluşmasıdır. İnsan, adaletin yoluna düştüğünde kendini değil, insanlığı bulur. Ve işte o zaman, adalet yalnızca bir hüküm değil, bir kader olur.
Adalet mi dediniz? Adalet, sınıfların birbirine merhamet göstereceği bir düzenin adı değildir. Adalet, sınıfları ortadan kaldırmaktır. Çünkü bir efendinin merhameti, kölenin zincirlerine parlak bir cila sürmekten başka bir şey değildir. Yüzyıllardır “adalet” adı altında bir orta yol, bir uzlaşma önerildi; ama bu, yalnızca güç sahiplerinin hükmünü meşrulaştıran bir avuntu oldu. Sınıflı toplumda adalet beklemek, celladın bıçağını hangi elin tutacağını tartışmaktan farksızdır.
Adalet, menfaatlerin çatıştığı bir dünyada mümkün değildir. Çünkü menfaat, insanı insan olmaktan çıkaran, onu kendinden başkasına karşı kör kılan bir esarettir. Sınıf, insanın üstüne giydirilmiş bir gömlektir; ama bazıları o gömleği öylesine benimsemiştir ki, onu teni sanır. Her sınıf, kendi hapsinde yaşar; biri sefalet içinde ezilirken diğeri yükselmek için onu basamak yapar. Böyle bir düzenin içinde, adaletin adı ancak bir aldatmaca olarak kalır. Çünkü burada kurallar güçlüye işler, kanunlar güçlünün eliyle yazılır. Zayıfa layık görülen tek adalet, itaat etmektir.
O halde, gerçek adalet ne bir düzenle ne de bir sistemle gelir. Gerçek adalet, insanın kendi özüne dönmesiyle mümkündür. Kendi özüne dönmeyen, kendi varoluşunu sorgulamayan bir toplum, yalnızca kendine efendiler icat eder. Sınıflar arasında adalet arayan, celladına diz çökmüş mahkûmdan farksızdır. Gerçek adalet, insanın kendisini ve başkasını bir bütün olarak görmesiyle değil, o bütünlüğün ne uğruna parçalandığını kavramasıyla başlar. Ve o zaman anlar ki, adalet, bir lütuf değil, bir mücadeledir.
Adalet, insanın kendisini kendisi olmaktan men eden bütün tahakküm biçimlerine karşı, yani sınıflara, kastlara ve köleliğe karşı bir isyandır. Adalet, insanın varoluşunun hiçbir makama, hiçbir menfaate, hiçbir hesabî düzene irca edilemeyeceğinin ilanıdır. Merhamet ve insanlık maskesiyle sunulan her şey, aslında insanı kendi yetersizliğine razı etmeye çalışan bir tuzaktır. Çünkü insana merhamet gerekmez; insana hakikat gerekir.
Toplum ne kadar çok sınıfa bölünürse, insan o denli silinir; çünkü insan ancak bütünlüğü içinde anlamlıdır. Sınıflar, insanı bir imtiyaz ya da mahrumiyet cenderesine sıkıştırır. Oysa hakiki adalet, sınıfların birbirine yaslanmasında değil, onların topyekûn ortadan kalkmasında yatar. Özgürleşme, insanın kendisine dair mutlak bir bilince ulaşmasıyla mümkündür. İnsanın “öteki”ne bakışı, onu tanıyış biçimi, kendi içindeki adaletin de turnusol kâğıdıdır. Ancak o zaman adalet bir iddia olmaktan çıkıp bir varlık biçimine dönüşebilir.
Adaletin sınıflı toplumda mümkün olduğunu sanmak, bir yanılgıdır; çünkü bu toplumlar, insanı insan olmaktan çıkaran yapılardır. Gerçek adalet, ancak bu yapılar kökten reddedildiğinde, insanın kendi hakikatini tanıdığı noktada doğar. Adalet, iktidarın sadakası değil, insanın kendini bulduğu bir hakikattir. Bu hakikat, insanın varoluşuna dışarıdan eklenmiş bir şey değil, onun en derin özüdür. O yüzden adalet, hiçbir zaman bir araç değildir; o, insanın kendi suretini bozmadan yaşadığı bir hâlin adıdır.
Nihayet, insanın adaleti bir ideal gibi tahayyül etmesi bile bir eksikliktir. Adalet, yalnızca bir ideal olarak kaldıkça, ona ulaşmak mümkün olmayacaktır. Çünkü insanın ruhu, kendisine bahşedilmiş hakikati bir ihtimal olarak değil, bir zaruret olarak yaşamakla mükelleftir. İnsan, kendisini keşfederken eksikliğini ve tamamlanmaya olan ihtiyacını anlar. Bu devinim, insanın her an eksiklikle yüzleşmesi ve bu eksiklikten kurtulmanın yollarını aramasıyla süreklilik kazanır. Adalet, insanın kendi içinde başladığı ve ancak kendi içinde tamamlanabilecek olan bir serüvendir.
Gerçek adalet, herhangi bir toplumsal uzlaşmanın ya da sistemin ürünü değildir; o, insanın içindeki arayışın en nihai noktada ulaştığı eşiktir. İnsan, ancak kendisini tam anlamıyla idrak ettiğinde adaletin gerçekte ne olduğunu kavrayabilir. O zaman adalet, ne bir ideolojiye ne de bir yasaya hapsedilebilir. O, insanın en derin varoluşsal meselesidir.
İnsan hakikatin derinliklerine indikçe, orada kendisine ait olanı bulur. Gerçek adalet, insanın kendi yüksek idealini keşfetmesiyle mümkün olur. O zaman her şey yerine oturur ve insan, hakikatin ışığında huzur bulur. Adalet, yalnızca düzenin tesis edilmesi değil, insanın kendisini bütünüyle gerçekleştirmesidir. Ve işte bu yüzden, adaletin talibi olmak, onu bekleyenlerin değil, onu yaşayanların işidir.