7 Ekim 2023, İsrail-Filistin çatışmasının seyrini değiştiren bir dönüm noktası oldu. Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısı, iki yılı aşkın bir süredir devam eden kanlı bir savaş sürecini başlattı. Bu saldırının ardından yaklaşık 50 bin Filistinli hayatını kaybetti. Bu rakam, insanlık tarihinin en acımasız çatışmalarından birinin yaşandığını gözler önüne seriyor. Peki, Hamas’ın bu eylemi gerçekleştirerek Filistin halkını daha da zor bir duruma soktuğu iddiaları ne kadar gerçekçi? Hamas, kazanamayacağı bir savaşa girerek aptalca bir hamle mi yaptı? Yoksa bu saldırının ardında daha derin bir strateji mi yatıyor?
Öncelikle şu soruyu sormak gerekiyor: Hamas, bir devlete karşı savaş açarak bu savaşı kazanabileceğini mi düşünüyordu? Dünya tarihine baktığımızda, örgütlerin güçlü ordulara sahip devletlere karşı zafer kazandığı örnekler neredeyse yok denecek kadar azdır. Hele ki İsrail gibi hem askeri hem de teknolojik açıdan son derece gelişmiş bir devlete karşı… Elbette Hamas, bu savaşı geleneksel anlamda kazanamayacağını biliyordu. Ancak, modern savaşlar artık sadece sahada kazanılmıyor. Hibrit savaşların temel mantığı, psikolojik ve ideolojik üstünlük sağlamak, uluslararası düzeni etkilemek ve düşmanın içinde çözülmeler yaratmaktır. İşte Hamas’ın hedefi de tam olarak buydu.
Uzayan çatışmalar, özellikle düzenli ve profesyonel ordular için, yalnızca askeri bir hesaplaşma değil; aynı zamanda çözümü mümkün olan bir sorunun işaretçisi olarak algılanır. Bu tür çatışmalarda, askerler yalnızca cephedeki zaferlere odaklanmaz; onlar, çatışmanın temelinde yatan sorunun, daha kalıcı ve barışçıl yollarla çözüme kavuşturulmasını da isterler. Çünkü savaşın acımasız ve yıkıcı doğası, uzun süre devam eden çatışmalarda daha da belirginleşir. Özellikle örgütlerle yapılan mücadelelerde, askeri stratejinin yanı sıra, ideolojik ve moral unsurlar da ön plana çıkar. Askerler, ideolojik ve moral üstünlüğü kaybettiğinde, savaşın anlamsızlaştığını ve getirdiği yıkımın masum canları almasının gereksiz bir hal aldığını derinden hissederler.
Geçen zaman sürecinde askeri kadrolar arasında da ciddi tartışmalara ve çekişmelere yol açar. Çünkü her ne kadar askeri disiplin ve strateji önemli olsa da, sürekli artan insan kayıpları ve yaşanan trajediler, çatışmanın meşruiyetini sorgulatır. Sonuç olarak, ordu içinde Filistin sorununa yönelik çözüm arayışlarının ve barışçıl adımların atılmasını tetikler; bu da uzun vadede çatışmanın sonlandırılması için önemli bir baskı unsuru haline gelir.
Savaşın Romantize Edilmiş Yüzü: Psikolojik ve Ahlaki Çöküşün Göstergeleri
Diğer yandan, savaş dışındaki kitleler, yani doğrudan cephede yer almayan bireyler, savaşın getirdiği trajediyi uzaktan izleyerek farklı bir perspektif geliştirme eğiliminde olurlar. Bu kesim, savaş çağrıları yaparak, cephede mücadele eden askerler üzerinden kahramanlık hikayeleri uydurur; adeta savaşın romantize edilmiş yüzünü yüceltirler. Ancak, bu durum ne yazık ki gerçeklikten oldukça uzak bir tablo çizer. Başkalarının ölümü üzerinden kendini kahraman hissetmek, insani değerlerden ve sağduyudan tamamen kopuk, psikolojik bir bozukluğun göstergesi olarak değerlendirilebilir.
1. Basking in Reflected Glory (BIRG) – Yansıtılmış Zaferle Övünme
Bu kavram, bireylerin doğrudan bir katkıları olmasa bile, başkalarının başarılarıyla kendilerini yüceltilmiş hissetmeleri anlamına gelir. Bir savaşta doğrudan yer almayan bireylerin, savaş kahramanlarının başarılarıyla özdeşleşerek kendilerini önemli veya güçlü hissetmeleri bu duruma örnek gösterilebilir. Örneğin, bir ülkenin askeri zaferi, sıradan vatandaşların kendilerini daha güçlü ve üstün hissetmelerine neden olabilir. Bu durum, özellikle milliyetçi duyguların yüksek olduğu toplumlarda daha sık görülür. Ancak, bu tür bir özdeşleşme, gerçekte savaşın acımasız yüzünü göz ardı ederek, sadece zaferin yüzeysel yönüne odaklanır. Bu da, savaşın yıkıcı sonuçlarını anlamaktan uzak, yüzeysel bir kahramanlık algısı yaratır.
2. Megalomani ve Narsistik Büyüklenmecilik
Savaş çağrıları yapan ve savaşın romantize edilmiş yönünü yücelten bireylerde narsistik kişilik özellikleri görülebilir. Özellikle megalomani (büyüklük sanrısı), kişinin kendisini doğrudan bir savaş kahramanı gibi görmesine neden olabilir. Bu tür bireyler, başkalarının ölümü pahasına kahramanlık duygusu geliştirerek, kendilerini toplumun gözünde yüceltmeye çalışırlar. Narsistik büyüklenmecilik, kişinin kendi benliğini aşırı derecede önemsemesi ve başkalarının acılarını göz ardı etmesiyle karakterizedir. Bu durum, savaşın gerçek yüzünü anlamaktan uzak, benmerkezci bir tutumun göstergesidir. Özellikle sosyal medya gibi platformlarda, bu tür bireylerin savaşı romantize eden paylaşımları, toplumda yanlış bir kahramanlık algısı yaratabilir.
3. Moral Disengagement (Ahlaki Uzaklaşma)
Albert Bandura’nın teorisine göre, insanlar kendi ahlaki değerleriyle çelişen eylemleri rasyonelleştirmek için “ahlaki uzaklaşma” mekanizmalarını kullanırlar. Yani, savaşın dehşetini göz ardı ederek, sadece kahramanlık hikâyelerine odaklanmak, ahlaki uzaklaşmanın bir örneği olabilir. Bu mekanizma, bireylerin savaşın yıkıcı sonuçlarını görmezden gelerek, kendi vicdanlarını rahatlatmalarını sağlar. Örneğin, savaşta ölen askerlerin kahramanlıklarını öne çıkararak, savaşın neden olduğu acıları ve yıkımı göz ardı etmek, ahlaki uzaklaşmanın tipik bir örneğidir. Bu durum, toplumun savaşa karşı duyarsızlaşmasına ve savaşın sürekli hale gelmesine neden olabilir.
4. Thanatophilia – Ölümle Büyülenme
Bazı bireyler, ölümün ve yıkımın getirdiği güç hissine bilinçdışı bir şekilde kapılabilirler. Bu, özellikle aşırı milliyetçi veya militarist ideolojilere sahip kişilerde, savaşın yıkıcı yönlerini göz ardı ederek, sadece kahramanlık ve zafer üzerinden kimlik geliştirme şeklinde ortaya çıkabilir. Thanatophilia, yani ölümle büyülenme, kişinin ölümün ve yıkımın getirdiği güç hissine kapılarak, savaşı bir tür estetik veya romantik olay olarak görmesine neden olur. Bu durum, özellikle savaşın gerçek yüzünü görmeyen ve cephedeki acıları yaşamayan bireylerde daha sık görülür. Bu tür bir büyülenme, savaşın sürekli hale gelmesine ve toplumun savaşa karşı duyarsızlaşmasına neden olabilir.
Sıraladığımız patolojiler, savaşın ve çatışmanın gerçek yüzünü görmezden gelmekten öteye geçemez; sadece ideolojik bir hamle olarak, kendini vatansever gösterme çabasıdır.
Savaşın uzaması ve kayıpların artması, düzenli profesyonel orduların ve çatışmaya katılan askerlerin içinde bulunduğu psikolojik ve ideolojik baskıyı artırır. Bu durum, sadece savaşan cephe askerleri arasında değil, aynı zamanda komuta kademeleri ve stratejik planlama süreçlerinde de ciddi tartışmalara neden olur. İsrail ordusu gibi modern ve disiplinli askeri yapılar, bu tür çatışmalarda sürekli olarak daha kısa sürede çözüm üretmek ve kayıpları minimize etmek için baskı altında kalırlar. Böylece, Filistin sorununa yönelik daha kalıcı, barışçıl çözümlerin aranması kaçınılmaz bir gereklilik haline gelir. Bu kapsamda, ilerleyen dönemlerde, askeri stratejinin yanı sıra siyasi ve diplomatik alanlarda da önemli adımların atılması, bölgedeki gerilimin azaltılması açısından kritik rol oynayacaktır.
Bölgesel ve Küresel Teolojik Krizin İlk adımları
Özellikle güvenlik bürokrasisi ve katı ideolojik siyasetçilerin çözüldüğü örneklerle doludur. Tarih, bu tür çözülmelerin nasıl gerçekleştiğine dair sayısız örnek sunar. Vietnam Savaşı’nda ABD’nin yaşadığı hezimet, Afganistan’da Sovyetler Birliği’nin çöküşü, ya da daha yakın tarihte Irak ve Afganistan’da ABD’nin içine düştüğü çıkmazlar, güçlü devletlerin bile örgütler karşısında nasıl zorlandığını gösterir. İsrail de bu süreçte benzer bir çözülmeyle karşı karşıya kalabilir. Özellikle uzayan savaşlar, toplumun farklı kesimlerinde yorgunluk ve hoşnutsuzluk yaratır. İsrail’in güvenlik bürokrasisi, sürekli bir teyakkuz halinde olmanın yarattığı stresle başa çıkmak zorunda kalırken, siyasi liderler de halkın desteğini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Bu durum, İsrail’in iç siyasetinde ciddi kırılmalara ve çözülmelere yol açabilir.
Trump’ın dile getirdiği Gazze’yi boşaltma ve Filistinlileri başka ülkelere gönderme formülü, aslında İsrail’in bu savaşta ciddi zararlar aldığını ve psikolojik üstünlüğü kazanma çabası içinde olduğunu gösteriyor. İsrail, Gazze’deki varlığını sürdürürken, sadece fiziksel kontrolü sağlamakla kalmayıp, Filistinliler üzerinde derin bir psikolojik baskı oluşturmayı da amaçlıyor. Ancak bu, sanıldığı kadar kolay bir strateji değil. Filistinlilerin sürülmesi, İsraillilere kendi tarihlerini hatırlatacaktır. Yahudi halkı, tarih boyunca sürgünler ve zulümler yaşamış bir topluluktur. Holokost gibi büyük trajediler, Yahudi kimliğinin ve İsrail devletinin kuruluş felsefesinin temelini oluşturur. Filistinlilere yönelik bu tür politikalar, İsrail’in kendi tarihsel acılarını yeniden gündeme getirecek ve Yahudiliğin dini argümanlarını bile tartışmaya açacaktır.
Yahudiliğin tartışılması, İsrail ve Siyonizm’in meşruiyetinin sorgulanması anlamına gelir ki, bu durum İsrail için varoluşsal bir tehdit oluşturur. İsrail, kendisini bir “Yahudi devleti” olarak tanımlar ve bu kimlik, devletin kuruluşundan bu yana her alanda kendini gösterir. Ancak, Filistinlilere yönelik zorla yerinden etme politikaları, İsrail’in kendi değerlerine ve tarihsel mirasına ihanet ettiği yönünde eleştirilere neden olabilir. Bu durum, sadece uluslararası arenada değil, İsrail toplumu içinde de ciddi tartışmalara yol açacaktır. Özellikle genç nesil, İsrail’in Filistin politikalarını sorgulayarak, devletin meşruiyetini tartışmaya başlayabilir.
Ayrıca, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikaları, dini açıdan da ciddi bir sorgulamayı beraberinde getirecektir. Yahudilik, adalet ve merhamet gibi değerleri ön planda tutan bir dindir. Ancak, Filistinlilere yönelik uygulanan şiddet ve zorla yerinden etme politikaları, bu değerlerle çelişir. Bu durum, İsrail’deki dini liderlerin ve inananların tepkisini çekebilir. Özellikle liberal Yahudi cemaatleri, İsrail hükümetinin politikalarını eleştirerek, dini değerlerin yeniden gözden geçirilmesi çağrısında bulunabilir. Bu tür tartışmalar, İsrail toplumunda derin bir bölünmeye neden olabilir.
Uluslararası arenada ise İsrail’in imajı giderek zedeleniyor. Özellikle Batılı ülkeler, İsrail’in güvenlik endişelerini anlamakla birlikte, insan hakları ihlalleri ve uluslararası hukuka aykırı uygulamalar konusunda eleştirilerini dile getirmeye devam ediyor. İsrail’in Filistinlilere yönelik politikaları, dünya kamuoyunda giderek daha fazla tepki çekiyor. Bu durum, İsrail’in uluslararası ilişkilerinde ciddi sorunlara yol açabilir. Özellikle Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar, İsrail’e yönelik yaptırımlar ve diplomatik baskılar uygulayabilir.
Tarih Yazılacak mı, Yoksa Çözümsüzlük Devam mı Edecek?
Hamas’ın esirleri serbest bırakırken onlara insani muamele göstermesi ve bu görüntülerin dünya kamuoyuna yansıması, insanlık hafızasında önemli bir yer edindi. Bu tür davranışlar, sadece Hamas’ın imajını düzeltmekle kalmadı, aynı zamanda Filistin davasının meşruiyetini de güçlendirdi. Dünya kamuoyu, genellikle silahlı örgütlerin esirlere kötü muamele ettiği örneklerle karşılaşmaya alışkındır. Ancak Hamas’ın bu tutumu, özellikle Batı medyasında bile şaşkınlık yarattı. Esirlerin sağ salim serbest bırakılması ve onlara insani şartlar sağlanması, Hamas’ın sadece bir “terör örgütü” olmadığını, aynı zamanda belirli bir siyasi ve insani duruşa sahip olduğunu gösterdi. Bu görüntüler, uluslararası medyada geniş yer buldu ve sosyal medya platformlarında hızla yayıldı. Bu durum, Hamas’ın uluslararası arenada sempati toplamasına ve Filistin davasının daha geniş kitleler tarafından anlaşılmasına katkıda bulundu.
Bu tür davranışlar, gelecekte kurulacak bir Filistin devletinin temellerini atıyor. Bir devletin kurulması sadece askeri ve siyasi başarılarla değil, aynı zamanda ahlaki ve insani değerlerle de mümkündür. Hamas’ın esirlere yönelik insani tutumu, Filistin’in uluslararası arenada meşru bir devlet olarak tanınması yolunda önemli bir adım olabilir. Bu tür davranışlar, Filistin’in sadece bir “mağdur” değil, aynı zamanda adil ve insani değerlere sahip bir toplum olarak görülmesini sağlayabilir. Bu da, gelecekte kurulacak bir Filistin devletinin uluslararası toplum tarafından daha kolay kabul görmesine yardımcı olacaktır.
Belgeler ve kayıtlar, sadece bugünü değil, yarını da şekillendirecek. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle birlikte, her türlü insani ve insanlık dışı davranış kayıt altına alınıyor. Bu kayıtlar, gelecekte tarih kitaplarında yerini alacak ve uluslararası hukukta delil olarak kullanılabilecek. Hamas’ın esirlere yönelik insani tutumu, bu kayıtlar arasında önemli bir yer tutacak ve Filistin davasının meşruiyetini güçlendirecektir. Aynı şekilde, İsrail’in Filistinlilere yönelik şiddet içeren politikaları da bu kayıtlarda yer alacak ve İsrail’in uluslararası arenada daha fazla izole olmasına neden olacaktır.
Hamas, sahada kazanamayacağını bilse de, psikolojik ve ideolojik cephede İsrail’i çözülmeye zorluyor. Modern savaşlar, artık sadece askeri güçle kazanılmıyor. Psikolojik ve ideolojik mücadele, savaşların kaderini belirleyen en önemli unsurlardan biri haline geldi. Hamas, İsrail’i sadece askeri anlamda değil, aynı zamanda psikolojik ve ideolojik olarak da zorluyor. İsrail’in uzun süredir sürdürdüğü baskı politikaları, Filistin halkının direnişini kırmak yerine, daha da güçlendiriyor. Bu durum, İsrail toplumunda ciddi bir yıpranmaya neden oluyor. Özellikle genç nesil, İsrail’in Filistin politikalarını sorgulayarak, devletin meşruiyetini tartışmaya başlıyor. Bu tür tartışmalar, İsrail’in iç siyasetinde ciddi kırılmalara yol açabilir.
Bu savaş, sadece Filistin ve İsrail arasında değil, aynı zamanda uluslararası düzenin geleceği açısından da kritik bir döneme işaret ediyor. İsrail-Filistin çatışması, sadece bölgesel bir sorun olmaktan çıkmış, küresel bir mesele haline gelmiştir. Bu çatışma, uluslararası hukukun, insan haklarının ve adaletin geleceği açısından da büyük önem taşıyor. İsrail’in Filistinlilere yönelik politikaları, uluslararası toplumun tepkisini çekiyor ve bu durum, uluslararası düzenin yeniden şekillenmesine neden olabilir. Özellikle Batılı ülkeler, İsrail’e yönelik desteğini gözden geçirerek, daha adil ve insani bir politika izlemeye yönelebilir. Bu da, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.
Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı çatışma, yüzeyde askeri bir hesaplaşma olarak görünse de, derinlerde uluslararası arenada psikolojik ve ideolojik üstünlük sağlama çabalarının bir yansımasıdır. Bu strateji, Hamas’ın asıl amacının sahadaki zaferden ziyade, uluslararası kamuoyunda Filistin meselesinin yeniden gündeme gelmesi ve İsrail’in itibarının sarsılması olduğunu gösteriyor. Ancak bu stratejinin uzun vadede nasıl bir tarih yazacağı, tüm tarafların atacağı adımlara ve uluslararası düzenin bu çatışmayı nasıl yorumlayacağına bağlı olarak şekillenecektir.
Not: Kaynakça oluşturulurken kaynaklar hakkında okura açıklayıcı dip notlarda eklenmiştir.
Kaynakça
- Bandura, A. (1999). Moral Disengagement in the Perpetration of Inhumanities. Personality and Social Psychology Review, 3(3), 193-209.
- Bandura’nın bu çalışması, ahlaki uzaklaşma (moral disengagement) mekanizmalarını detaylandırarak, bireylerin şiddet ve savaş gibi insanlık dışı eylemleri nasıl meşrulaştırdığını açıklar.
- Cialdini, R. B., & Richardson, K. D. (1980). Two Indirect Tactics of Image Management: Basking and Blasting. Journal of Personality and Social Psychology, 39(3), 406-415.
- Bu makale, “Basking in Reflected Glory” (BIRG) kavramını inceleyerek, bireylerin başkalarının başarılarıyla özdeşleşme eğilimlerini analiz eder.
- Kelman, H. C. (1973). Violence Without Moral Restraint: Reflections on the Dehumanization of Victims and Victimizers. Journal of Social Issues, 29(4), 25-61.
- Kelman’ın çalışması, şiddet ve savaş durumlarında ahlaki kısıtlamaların nasıl ortadan kalktığını ve bireylerin nasıl dehumanize edildiğini inceler.
- Freud, S. (1930). Civilization and Its Discontents. W. W. Norton & Company.
- Freud’un bu eseri, insanların ölüm ve yıkım karşısındaki bilinçdışı tepkilerini ve toplumsal çatışmaların psikolojik kökenlerini ele alır.
- Horgan, J. (2005). The Psychology of Terrorism. Routledge.
- Horgan, terör örgütlerinin psikolojik stratejilerini ve toplum üzerindeki etkilerini inceler.
- Kressel, N. J. (1996). Mass Hate: The Global Rise of Genocide and Terror. Plenum Press.
- Kressel, kitlesel nefretin ve şiddetin psikolojik temellerini inceleyerek, savaş ve çatışma durumlarında toplumsal çözülmeyi analiz eder.
- Volkan, V. D. (1997). Bloodlines: From Ethnic Pride to Ethnic Terrorism. Farrar, Straus and Giroux.
- Volkan, etnik çatışmaların psikolojik boyutlarını ve toplumların tarihsel travmalarını nasıl yeniden canlandırdığını ele alır.
- Arendt, H. (1963). Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil. Viking Press.
- Arendt, kötülüğün sıradanlığını ve insanların ahlaki sorumluluktan nasıl uzaklaştığını inceler.
- Fromm, E. (1973). The Anatomy of Human Destructiveness. Holt, Rinehart and Winston.
- Fromm, insanların yıkıcılık eğilimlerini ve savaşın psikolojik kökenlerini analiz eder.
- Galtung, J. (1990). Cultural Violence. Journal of Peace Research, 27(3), 291-305.
- Galtung, kültürel şiddet kavramını tanımlayarak, savaşın toplum üzerindeki uzun vadeli etkilerini inceler.
- Kelman, H. C., & Hamilton, V. L. (1989). Crimes of Obedience: Toward a Social Psychology of Authority and Responsibility. Yale University Press.
- Bu kitap, otoriteye itaat ve ahlaki sorumluluk arasındaki ilişkiyi inceleyerek, savaş durumlarında bireylerin nasıl ahlaki çöküş yaşadığını açıklar.
- Nietzsche, F. (1887). On the Genealogy of Morality.
- Nietzsche’nin bu eseri, ahlakın kökenlerini ve insanların güç, şiddet ve ölüm karşısındaki tutumlarını ele alır.