Amerika’da Marx’ın Hayaleti: Marksizm, Bir Amerikan Geleneği

Amerika’da Marx’ın Hayaleti: Marksizm, Bir Amerikan Geleneği

Karl Marx, Amerikan muhafazakârlığı için hep bir yabancı tehdit, Amerikan solu içinse sürekli yeniden keşfedilen bir pusula oldu. Andrew Hartman’ın “Karl Marx in America” adlı kitabı, Marx’ın fikirlerinin Amerika’da nasıl bir entelektüel mirasa dönüştüğünü gözler önüne seriyor
Nisan 15, 2025
konu yorum

Karl Marx’ın fikirleri Amerika’da neden bu kadar tartışmalı? ’ın çalışması, Marx’ın hem Amerikan sağının korkulu rüyası hem de solun entelektüel ilham kaynağı olarak nasıl kalıcı bir etki bıraktığını anlatıyor

Amerika’da Sosyolojinin Kölelik Savunusuyla Başlayan Serüveni

Amerikan tarihinde “Sosyoloji” kelimesini başlığında taşıyan ilk kitap, 1854 yılında yayınlanan Sociology for the South (Güney İçin Sosyoloji) oldu. Bu eserin yazarı, kölelik karşıtlığına şiddetle karşı çıkan Virginia’lı George Fitzhugh idi. Fitzhugh’un kitabı, o dönemde Güney’in kölelik sistemini ekonomik, siyasi ve ahlaki açılardan savunmak amacıyla kaleme alınan sayısız propaganda metninden sadece biriydi. Alt başlığı “Özgür Toplumun Başarısızlığı” olan bu kitapta Fitzhugh, Kuzey eyaletlerini, onların siyasal ekonomilerini, yozlaşmış olarak nitelendirdiği ahlak anlayışlarını ve sanayi kapitalizminin getirdiği sözde özgürlükleri hedef alıyordu.

Fitzhugh’un temel argümanı oldukça çarpıcıydı: Kuzey toplumunun tüm “özgürlük temelli” başarısızlıkları, Güney’in kölelik üzerine kurulu toplum düzeninde çözüme kavuşuyordu. Diğer Güneyli ideologlar kölelik kararlarının her eyaletin kendi yetkisine bırakılması gerektiğini savunurken, Fitzhugh daha ileri giderek tüm Amerika’nın — hem Güney hem Kuzey — köleliği benimsemesi gerektiğini öne sürüyordu. Ona göre kölelik, Kuzey’in kapitalist emeğin doğurduğu tüm toplumsal sorunlarını ortadan kaldıracaktı.

Fakat bu iddialar, yaşandığı dönemde bile oldukça marjinal ve tutarsız olarak görülüyordu. Hatta Fitzhugh’un kendisinin bile bu söylediklerine gerçekten inanıp inanmadığı belirsizdi. Kuzey hakkında ortaya attığı iddiaların tamamı uydurmaydı; üstelik Fitzhugh, kitabı yayınlanana kadar hiçbir Kuzey eyaletini ziyaret etmemişti. Üç yıl sonra yayınladığı ikinci kitabı Cannibals All! Or Slaves Without Masters (Hepsi Yamyam! Ya da Efendisiz Köleler), ilk kitabıyla birçok açıdan çelişiyordu. Tıpkı günümüzdeki aşırı sağcı akımlar gibi, Fitzhugh’un görüşleri de tutarsızlık, kötü niyet, akıl dışı söylemler ve absürtlükle doluydu. Fakat bu tuhaflıkların arkasında dikkat çekici bir gerçek daha vardı: Fitzhugh, dönemin pek çok muhafazakârı gibi ’a saplantılıydı — ve tabii bunu asla kabul etmiyordu.

Fitzhugh hakkında yazılan tek ciddi biyografi, onun “özgür kapitalist toplumun çöküşü”ne dair fikirlerinin Komünist Manifesto’yu (1848) okumasından kaynaklandığını öne sürer. Gerçi bu tez tam olarak doğru olmayabilir; çünkü Manifesto, 1850’ler Virginia’sında kolayca erişilebilecek bir metin değildi. Yine de Fitzhugh’un düşüncelerinin beslendiği yerler arasında Kuzey’in kölelik karşıtı basını önemli bir yer tutuyordu. Özellikle Horace Greeley’in New-York Daily Tribune gazetesinde yayımlanan yazılar, Avrupa muhabiri olarak Karl Marx’ın kaleminden çıkmıştı. Fitzhugh’un bu yazıları okuduğu neredeyse kesindir.

Böylece ortaya ironik bir tablo çıkıyor: Fitzhugh, köleliği savunurken aslında sosyalist eleştirileri araçsallaştırıyor, fakat Marx’ın gözünde Güney’in kölelik düzeni, Ohio Nehri’nin kuzeyindeki “özgür toplumlar”dan çok daha baskıcı ve geri kalmış olarak tanımlanıyordu. Andrew Hartman’ın yeni kitabı Karl Marx in America (Amerika’da Karl Marx) da tam bu noktaya işaret ediyor: Ren Vadisi’nin asi oğlunun hayaleti, Amerika’yı daha en başından beri usul usul takip ediyordu.

Karl Marx’ın Avrupa’da büyük bir tabanı olmadan önce Amerikalı takipçileri vardı.

Marx’ın Amerika Merakı ve Ölümünden Sonraki Hayaleti

Karl Marx’ın Amerika’ya duyduğu merak, ekonomik yazılarının pek çoğunda kendini gösterir. Komünist Manifesto ve Kapital gibi temel eserlerinde, Amerika’daki gelişmeler — kölelik dahil — kapitalizm analizinin içine düzenli biçimde dahil edilir. Andrew Hartman bu etkileşimi “Marx-Amerika diyalektiği” olarak adlandırır. Ancak bu büyük eserler, Marx’ın yaşamı boyunca geniş bir okur kitlesine ulaşmamıştır.

Buna karşın, Marx’ın New-York Daily Tribune için kaleme aldığı daha kısa yazılar, Avrupa ve Britanya İmparatorluğu’nu kapsayan geniş bir yelpazede görüşler içeriyor ve çok daha fazla okura ulaşıyordu. İlginçtir ki, Marx henüz Avrupa’da ciddi bir takipçi kitlesine ulaşmadan önce Amerika’da bir okur tabanı edinmişti. Elbette düşmanları da vardı. Daha 1870’lerde, McCarthy dönemi öncesinin prototipi olan “kızıl korkusu” dalgası Marx’ı hedef almış, onu evdeki huzursuzlukların suçlusu olan “dış mihrak” figürü haline getirmişti. Her türlü toplumsal rahatsızlık, Marx’ın şeytani müdahaleleriyle açıklanıyordu.

Marx 1883 yılında hayatını kaybetti. Ancak imgesi, anısı ve onun etrafında inşa edilen fikirler, ölümünden çok sonra da yaşamaya devam etti. Amerika’daki hayaleti, sadece yazılarıyla değil, aynı zamanda hakkındaki efsanelerle de bugüne dek dolaşmayı sürdürdü.

Sosyalist enternasyonalizmin ters yüzü, dünyadaki muhafazakarların Marx’ı her zaman kendi uluslarından kovma arzuları aracılığıyla birleşmeleridir.

Marx’ın Amerikalı Hayaletleri: Sağın Takıntısı, Solun Arayışı

Andrew Hartman’ın kitabı, iki ayrı anlatı çizgisini bir araya getiriyor: Bir yanda, Marx’a karşı paranoya düzeyine varan sağcı takıntılar; diğer yanda ise Marx’ı “Amerika’ya ait” kılma arzusu taşıyan solun arayışı. Bu ikinci çizgi, esasen nin tarihini oluşturuyor. Hartman, ütopyacı ve bilimsel, reformist ve devrimci, göçmen kökenli ve yerli, açık ve demokratik ile dogmatik ve otoriter, sınıf merkezli ve kesişimsel, Troçkist ve Stalinist gibi birbirinden farklı sol geleneklerin, Marx’ı kendi amaçlarına göre nasıl yeniden yorumlayıp araçsallaştırdığını ortaya koyuyor. Fakat ilginçtir ki, o dönem olduğu gibi bugün de, Marx’ın takipçileri bu ayrımcılıklar karşısında paralize olmaktan kurtulamıyor.

Muhafazakârlar Marx’tan korkmaya devam ederken, 20. yüzyılın başlarında Marx artık Amerikan entelektüel hayatında kök salmıştı. Bu etki, zamanla dalgalı bir şekilde güçlenip zayıflasa da, hiçbir zaman tamamen yok olmadı.

I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, içerideki Bolşevik tehdide karşı başlatılan baskı dalgası, doğrudan Marx’a yönelik bir susturma politikasıyla paralel yürüdü. Hartman’ın deyimiyle, “Amerikan sosyalizminin altın çağı, doğrudan anti-Marxist bir güvenlik devleti tarafından ortadan kaldırıldı.” Öte yandan, Marx’ın mirasçıları olarak ortaya çıkan sol partiler, en büyük zararı bazen kendilerine verdiler. Yeni kurulan Amerikan Komünist Partisi (CPUSA), Çarlık Rusyası’ndaki Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin gizlilik takıntılı, komplocu yapısını birebir devraldı. Üzerine, Bolşeviklerin iç tasfiyeleri ve hizipçi mirası eklendi. Hartman’ın da kabul ettiği gibi, Bolşevizm hiçbir zaman Amerikan siyasi dokusuna uygun düşmedi. Parti içi düzeltme mekanizmalarının olmaması ise bu uyumsuzluğu zamanla kör bir dogmatizme dönüştürdü.

Ne var ki, 1929’da Amerikan kapitalizminin yaşadığı büyük çöküş, CPUSA’nın hiçbir dahli olmaksızın Marx’ı yeniden diriltti. Hartman, 1930’larda entelektüel düzeyde bir Marksist uyanışı detaylandırıyor. 1932’de Reinhold Niebuhr’un Moral Man and Immoral Society adlı eseri ile 1936’da Sidney Hook’un Towards the Understanding of Karl Marx adlı kitabı, liberalizmin Büyük Buhran karşısında yetersiz kaldığını kabul ederek alternatif arayışlara yöneldi. 1935’te W. E. B. Du Bois’nin Black Reconstruction’ı ile 1938’de C. L. R. James’in Black Jacobins’i ise Marksist yöntemlerle siyah tarihini yeniden yazan öncü çalışmalardı. Ne var ki bu eserler, dönemin sol çevreleri için “fazla siyah”; ana akım için ise “fazla Marksist” olarak değerlendirildi.

Bu entelektüel yeniden doğuş uzun sürmedi. Hook zamanla Marx’ı terk edip merkeze kaydı; Niebuhr ise Marxist olmamasına rağmen pasifist ve liberal anti-komünizm arasında hassas bir çizgide yürüdü. Soğuk Savaş’ın yerli Amerikan Marksizmine darbe vurduğu artık kimse için sürpriz değil. Asıl şaşırtıcı olan, sağcı ideologların bile Marx’tan gözlerini alamamalarıydı.

Hayalet Marx ve Sağın Bitmeyen Kâbusu

1953 yılında yayımlanan en meşhur eseri The Conservative Mind’da, ahlak filozofu Russell Kirk Marx’a karşı öfke dolu bir saldırı kaleme almıştı. Ne var ki Kirk’ün Marx’ı gerçekten okuyup okumadığı meçhul. Kitabında uydurma alıntılar yapıyor, Marx’a ait olmayan fikirleri ona mal ederek New Deal’ı Marksizmle eşitlemeye çalışıyordu. Nitekim Amerika’daki muhafazakârların kafasında kurdukları Marx imgesi, Amerika’daki gerçek Marksizmden daima daha korkutucu olmuştur.

Hartman’a göre bu korkunun altında sadece düşmanlık değil, aynı zamanda bir kıskançlık da yatıyor. Amerikan muhafazakârları, Marx gibi devrimci siyasi hareketlerin başına geçebilecek düşünürlere sahip olmayı içten içe arzuluyordu. Bu durumun içinde başka duygular da vardı: Marx’a karşı duyulan tiksintiyle karışık, ondan gözlerini alamama hâli. Nefret ettikleri şeye neredeyse saplantılı biçimde bakmadan edemiyorlardı.

George Fitzhugh’dan günümüze kadar , düşman toplumlara dair hayalî senaryolar inşa etti: Günahkâr Kuzey eyaletleri, Sovyetler Birliği, “bok çukuru ülkeler”, Demokratların yönettiği büyük şehirler… Fakat bu senaryoların hayal ürünü olduğunu bile bile, bu yıkım tablolarına bakmaktan da kendilerini alıkoyamadılar. Marx’ın ne dediği değil, muhafazakârların onun ne dediğini sandığı ya da demesini istediği şeyler, bu hayalî düşmanlık evreninin temel malzemesi oldu.

Hartman, kitabının sonunda 20. ve 21. yüzyıl Amerikan Marksizminin öne çıkan figürlerine hızlı bir bakış sunar: Raya Dunayevskaya, William Appleman Williams, Angela Davis, Fredric Jameson, Cedric Robinson… Ve nihayet, “” olarak bilinen yeni kuşağın yükselişi. Tüm bu isimler, düşmanlarının uydurduğu hayaletin aksine, gerçekten var olan, gerçekten bir şeyler söyleyen Marksist gelenekleri temsil eder.

“Yabancı” Marx’ın Amerikan Toprağındaki Kökleri

Amerikan muhafazakârlığının Marx okumasındaki temel argüman şudur: Bu Alman düşünür, Amerikan toprağına dikilmek için fazlasıyla “yabancı” bir bitkidir. Oysa işin ironik tarafı, Marx’ın “yabancılığı” iddiası sadece Amerika’ya özgü değildir. Marxizm’in kök saldığı her coğrafyada, aynı söylem tekrar edilmiştir. Sosyalist enternasyonalizmin karanlık yüzü şudur: Dünyanın muhafazakârları, Marx’ı kendi uluslarından dışlamada birleşirler. Marxizm, en çok yerleştiği yerlerde bile ya “fazla yabancı” ya da “19. yüzyıldan kalma işlevsiz bir fosil” olarak damgalanır.

Andrew Hartman, bu kalıplaşmış dışlama refleksini tersine çevirmeyi hedefliyor. Ona göre Marx ve Marksizm, Amerikan siyasal geleneğinde kendilerine özgü bir yer açmayı başarmıştır. Ancak Hartman bu iddiasını geliştirirken, istemeden de olsa “Amerikan istisnacılığı” temelinde şekillenen bir Marx portresi çizmeye yaklaşıyor. Sanki Marx için en özgün, en önemli ülke Amerika imiş gibi… Oysa tarihsel bağlamda Marx’ın düşünsel yönelimi önce Almanya’ya, sonra Britanya ve İrlanda’ya daha derinlemesine odaklanmıştır.

“Marx’ın Amerika hakkında düşünceleri vardı” demek elbette doğrudur. Nitekim yoldaşı Joseph Weydemeyer gibi Marx da Almanya’dan Amerika’ya yönelen burjuva pisliğinin içinde sıkışmış hissediyordu. Fakat bu düşünceleri kendi bağlamlarından kopararak sunmak, ulusal karşılaştırmalar yapılmaksızın, sanki evrensel bir “Amerikan Marksizmi” varmış gibi bir izlenim yaratma tehlikesini doğurur.

Marx hakkında son yıllarda çıkan eserler genellikle iki uca savruluyor: Kimi onu sadece 19. yüzyıla ait tarihsel bir figür olarak resmediyor, kimisi ise kapitalist modernitenin tüm zamanlarına ve coğrafyalarına hitap eden zamansız bir bilge olarak yüceltiyor. Hartman’ın yaklaşımı ise Marx’ın kişiliğini, ölümünden sonra onun adına geliştirilen fikirlerden ayırarak hem tarihsel hem de çağdaş okumaları birlikte sunma imkânı tanıyor.

Sonuç olarak ortaya, Amerika’daki entelektüel düşünce geleneğinin canlı ve önemli bir damarına ışık tutan, keskin gözlem gücüne sahip ve siyasal olarak anlamlı bir kitap çıkıyor.

KATKIDA BULUNANLAR
Aidan Beatty, Carnegie Mellon Üniversitesi’nde tarih alanında öğretim üyesidir. The Party Is Always Right kitabının yazarıdır: Gerry Healy ve Britanya Troçkizminin Anlatılmamış Öyküsü adlı kitabın yazarıdır.

kaynak link: jacobin.com

Latest from EKONOMİ

Simülasyon Çağında Baudrillard: Tekno-Faşizm, Reklamlar ve Gerçeği Geri Çalmak
Önceki Hikaye

Simülasyon Çağında Baudrillard: Tekno-Faşizm, Reklamlar ve Gerçeği Geri Çalmak

Göktaşlarının Sessiz Hikâyesi: Karbonlu Kondritler Neden Dünya’ya Ulaşamıyor?
Sonraki Hikaye

Göktaşlarının Sessiz Hikâyesi: Karbonlu Kondritler Neden Dünya’ya Ulaşamıyor?

GitTop

Don't Miss