Batı söyleminde Kapitalizm ile Demokrasi arasında doğal bir bağ olduğu sıkça dile getirilir. Bazen bu iki kavram neredeyse birbirine yapıştırılır. Oysa bu bana hep tuhaf gelmiştir; çünkü demokrasiyi değerli buluyorum ama kapitalizmin kendisiyle hiçbir demokratik tarafı yoktur.
Evet, çoğumuz birkaç yılda bir ulusal liderleri seçtiğimiz demokratik siyasi sistemlerde yaşıyoruz – her ne kadar bu sürecin sıklıkla yozlaşmış ve yetersiz olduğunu kabul etsek de. Ancak iş ekonomiye, yani üretim sistemine geldiğinde — ki bu sistem günlük hayatımızı doğrudan etkiler ve toplumumuzun yönünü belirler — orada bırakın demokrasiyi, onun adını anmak bile genellikle mümkün değildir.
Kapitalizmde üretim neredeyse bütünüyle sermayenin denetimindedir: büyük finans şirketleri, devasa holdingler ve yatırım yapılabilir varlıkların çoğunluğunu elinde tutan %1’lik kesim. Ne üretileceğine, kolektif emeğimizin ve gezegenin kaynaklarının nasıl kullanılacağına, ortaya çıkan artı değerin ne yapılacağına karar veren onlardır.
Sermaye açısından üretimin ve artı değerin yeniden yatırımının amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak, toplumsal ilerlemeyi sağlamak ya da demokratik olarak onaylanmış hedeflere ulaşmak değildir. Asıl amaç, kârı ve gücü en üst düzeye çıkarmak ve biriktirmektir — tüm sistemin yegâne yönlendirici ilkesi budur. Bu kararlar sermaye sınıfının dar çıkarları doğrultusunda alınır. Üretimi fiilen gerçekleştiren emekçilerin ise neredeyse hiç söz hakkı yoktur.
Bu düzenin demokratik hiçbir yanı yoktur. Gerçekte bu bir plütokrasidir — yani zenginlerin yönettiği bir sistem. Böyle bir yapının yönetimi de kaçınılmaz olarak çarpık sonuçlar doğurur. Sermayeye yüksek kâr sağlayan fosil yakıtlar, SUV araçlar ve endüstriyel sığır eti gibi çevreye zararlı ve aslında lüzumsuz ürünlerin kitlesel ölçekte üretilmesine tanık oluruz. Buna karşılık yenilenebilir enerji, toplu taşıma ve uygun fiyatlı konut gibi son derece gerekli ürün ve hizmetler ise, kâr getirmediği için kronik biçimde yetersiz kalır.
Bunun sonucunda elimizde olağanüstü bir üretim kapasitesi, gezegenin sınırlarını zorlayan bir çıktı düzeyi olmasına rağmen, yine de herkesin temel ihtiyaçlara erişimi sağlanamaz. Dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’de nüfusun neredeyse yarısı sağlık hizmetlerini karşılayamıyor; Birleşik Krallık’ta 4,3 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşıyor; Avrupa Birliği’nde ise 95 milyon insan düzgün bir konutla besleyici yiyeceğe erişemiyor. Bunlar tamamen yapay olarak yaratılmış kıtlıklardır.
Bu sistemde üretimi kontrol edenlerin, kazandıkları kârı ulusal seçimleri manipüle etmek için kullandıklarını da belirtmek gerekir. Bunu, kampanya finansmanı ve reklamcılık yoluyla kendi çıkarlarını koruyacak siyasetçilere destek vererek yaparlar. Ya da medya kuruluşlarının mülkiyeti ve denetimi aracılığıyla. Bu koşullar altında demokrasinin sağlıklı işlemesi mümkün değildir. Nitekim 2014 yılında yapılan bir araştırma, bu dinamiğin ABD’deki siyasal sonuçlar üzerindeki etkisinin ülkeyi bir demokrasi değil, daha çok bir oligarşi haline getirdiğini ortaya koymuştur.
Bu noktada bir eleştirmen çıkıp şöyle diyebilir: “Tüm bunları bir kenara bıraksak bile, kapitalizm yine de demokrasidir çünkü herkes parasıyla oy verir.” Bu argümana göre, tüketiciler ekonominin yönünü belirler ve bu sayede ekonomi, insanların ihtiyaçlarını en verimli şekilde karşılar. Ancak bu iddia birkaç temel sebepten ötürü geçerli değildir.
Birincisi, eğer para oy demekse, bazı insanların diğerlerinden çok daha fazla oyu olduğu açıktır. Bir milyar doları olan bir birey, asgari ücretle çalışan 66 bin işçiden daha fazla oya sahiptir. Bu durumun demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu eşitsizlik, şu gerçeği de göz önüne alınca daha da iğrençleşir: Parası, yani tüketim ihtiyacının ötesinde parası olanlar (yani zenginler), gerçek seçimleri manipüle etme gücüne sahip olanlardır.
İkincisi ve daha temel olarak, bu sorunu görmezden gelsek bile, sıradan insanların parası oy yerine geçmez; çünkü üretilmeyen bir şeyi satın alamazsınız. Yenilenebilir enerji, uygun fiyatlı konut, uzun ömürlü ürünler, toplu taşıma ya da onarıcı tarım gibi şeyleri istesek de, eğer sermaye bu alanlarda kâr görmüyorsa bu ürünler zaten üretilmez. Ve üretim olmadıkça, elimizde para da olsa hiçbir şey değişmez. Eğer para işe yarasaydı, bu alanlarda kronik eksiklik yaşamazdık.
Gerçek şu ki sermaye, yatırımı halkın ihtiyaçlarına göre değil, kendisi için en kârlı olana göre yapar. Kârlılık, halkın ihtiyaçlarıyla örtüşebilir de örtüşmeyebilir de. Elbette kârlılık için bir talep olması gerekir, ancak talep tek başına yeterli değildir. Yatırımı belirleyen şey talep değil, kârlılıktır. Üretimi sermaye belirler ve biz ancak sermayenin üretmeyi uygun gördüğü şeyler arasından “oy” kullanabiliriz.
Sonuçta mesele, kimin tüketme gücüne sahip olduğu değil, kimin üretme gücüne sahip olduğudur. Servet, yalnızca tüketim gücü değil, aynı zamanda üretim araçları üzerinde hâkimiyet anlamına gelir. Bu hâkimiyet, bizim emeğimiz üzerinde de kurulur. Ne inşa edeceğimize, ne üreteceğimize sermaye karar verir; dolayısıyla toplumun yönünü ve biçimini o belirler. Üretim üzerinde demokratik denetimimiz yoksa, yaşadığımız sisteme gerçek anlamda “demokrasi” dememiz mümkün değildir.
Ama tüm bunlar kaçınılmaz değildir. Demokrasi kavramını ekonomiye doğru genişletebiliriz, hatta genişletmeliyiz. Bilimsel olarak da biliyoruz ki insanlar üretim üzerinde demokratik kontrole sahip olduklarında — yani ekonomik demokrasi söz konusu olduğunda — üretimi daha çok insan ihtiyaçlarına göre örgütlerler, kaynakları daha sürdürülebilir biçimde yönetirler ve elde edilen çıktıları daha adil biçimde dağıtırlar. Araştırmalar gösteriyor ki eğer üretim bu hedefler etrafında örgütlenmiş olsaydı, mevcut kaynaklardan daha azıyla 8,5 milyar insana iyi bir yaşam sunmak mümkün olurdu.
Ne üretileceği ve toplumsal artı değerin nasıl kullanılacağına dair kararlar, kapitalistlerin ve %1’in çıkarları doğrultusunda değil, demokratik biçimde alınmalıdır. Bu hedefe ulaşmak için evrensel kamu hizmetleri ve herkese kamu güvenceli iş imkânı sağlanabilir (böylece insanların refahı için gereken mal ve hizmetlerin yeterince üretimi garanti altına alınır), işletmelerin demokratik mülkiyetine dayalı modeller geliştirilebilir (Mondragon ya da Huawei örneklerinde olduğu gibi), ve yatırımları demokratik hedeflere yönlendirecek sanayi politikaları, kamu finansmanı ve kredi yönlendirme sistemleri kurulabilir.
Kapitalizmden çıkış yolu, ekonomik demokrasidir.
kaynak link : jasonhickel