17 Mayıs 2025 Cumartesi, Gılgamış Destanı’nın Atatürk Kültür Merkezi’ndeki prömiyerine gittim. İstanbul Opera ve Balesi’nin, büyük emekle ve yeni bir koreografiyle hazırladığı gösteri harikaydı. Ahmet Adnan Saygun’un 1964-1983 yılları arasında üzerinde çalıştığı bu eser, bizim kendi elimizden çıktığı için daha da değerli.
Ahmet Adnan Saygun’dan burada bahsetmemiz gerekir. Yunus Emre Oratoryosu olmak üzere, Türk operasına birçok eser sunmuş değerli bir müzik insanıdır. Devlet bursuyla Paris’te müzik eğitimi almış ve bu eğitim sırasında bestelediği “Divertissement” adlı orkestra eseri ödül kazanmış, bazı Avrupa şehirlerinde seslendirilmiştir. 1934 yılında, Atatürk’ün isteğiyle Türkiye’yi ziyaret edecek olan İran Şahı Rıza Pehlevi’nin şerefine, sadece bir ay gibi kısa bir sürede Özsoy Operası’nı hazırlamıştır.
Operaya gitmeden önce, Gılgamış Destanı’nın İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan kitabına göz atıp okumayı tercih ettim. İyi ki okumuşum. Destan hakkında önemli bilgilere sahip oldum ve operayı izlerken konuya aşinaydım. Marmaray’la Atatürk Kültür Merkezi’ne giderken elimde Gılgamış vardı. Her ne kadar mide bulantısı yaşasam da biraz okudum. Bu arada, rahatça araçta kitap okuyabilenlere özeniyorum. Hele ki ayakta okuyabilenlere… Maalesef ben bunu yapamıyorum.
Opera için heyecanlıydım ve beğeneceğimi hissediyordum. Çünkü bir Türk operasıydı. Daha önce Özsoy’a da gidip tamamını büyük bir zevkle izlemiştim. Kendi dilimizde yapılan operalar haliyle bana daha yakın geliyor ve keyifle izliyorum. Yabancı operalarda ise aynı tadı aldığım söylenemez.
Oyundan önce önümü kapatan bir genci uyardım. Oyun sırasında da fısır fısır yanımda durmadan konuşan çift vardı. Rahatsız olduğumu ifade etmek için uflayıp pufladım. Dikkate alınmayınca uyarmak zorunda kaldım. Neyse ki anlayışla karşıladılar. Kendimi herkese ayar vermeye çalışan teyze gibi hissettim. Hislerim gerçekti, öyleydi zaten… :))
Bu ufak tefek sorunlar dışında her şey güzel gitti. Opera ve Bale Genel Müdürü Tan Sağtürk ve ekibi gerçekten çok güzel işler yapmışlar. Son teknoloji 3D sistemiyle desteklenen, harika ışık ve ambiyanslarla dolu, platformların alçalıp yükselerek gösteriye dinamiklik kattığı bir eser olmuş. Bunları görünce duygulanmamak elde değil. Biz seyirciler olarak 130 dakika boyunca nefesimizi tutarak izledik; heyecanlandık, üzüldük, sevindik. Eseri ortaya koyanların duygularını düşünemiyorum bile…
Destan; sözler, danslar ve müzikle yeniden doğmuştu. Beş bin yıl öncesinin hikayesi karşımızda capcanlı duruyordu. Bu, önemli bir özellik. Tiyatro oyununa veya operaya aktarılan destan, roman ve masalların; sahnede başlı başına özgünlüğünü oluşturması, eserinden bağımsız olabilmesi gerekiyor. Eserden bağımsız olması, kaynağını yok sayması veya ondan kopması anlamına gelmiyor elbette. Kitapta Gılgamış Destanı’nı okumalı, sahnede Gılgamış Destanı’nı okumamalı; izlemeli ve dinlemeliyiz.
Özgünlük dediğimiz özellik, burada ortaya çıkar. Her bir sanat dalı kendi diliyle hikayeyi anlatır ve farklı yönlerini ortaya koyar.
Kitaptan okuyup zihnimde dolaşan Gılgamış artık sahnedeydi. Zihnimden, hop sahneye atladı ve ben onu tanıdım.
Zihnimdeki Gılgamış, dostu Enkidu ile birlikte sedir ağaçlarına ulaşmak için yedi parıltıyla donanmış Humbaba’yı öldürdü. Sahnedeki Gılgamış da aynısını yaptı ve ben gözlerimle şahit oldum. Sahnede oluşturulan yeşil parıltılar, beni masalımsı bir dünyaya götürdü.
Zihnimdeki Gılgamış, Enkidu’nun ölmesini ve ölümle yüzleşmesini okudu. Sahnedeki Gılgamış’da da renkler ve parıltılar gitti, ağıtlar yakıldı.
Zihnimdeki Gılgamış, ölümsüzlük için mücadele etmeye karar verdi ve yola çıktı. Karanlık ormanlardan geçti. Sandalcıyı buldu. Tufanı yaşayan ve ölümsüzlük sırrına erişen Utnapiştim’e ulaştı. Ondan yerini öğrendiği ölümsüzlük otunu aldı ama bir yılana kaptırdı ve yurduna döndü. Sonra… Sonrası yarım kalıyor. Çünkü destanın son kısımları kayıp. Sanki bizim tamamlamamız için kaybolmuş gibiler.
Sahnede Gılgamış tamamlanıyor… Gılgamış; tufanı yaşayıp, ölümsüzlük sırrına erişen Utnapiştim’den ölümsüzlüğün aslında çok da matah bir şey olmadığını öğreniyor. Ölümsüzlüğün değil; insan olmanın, sevginin ve iyiliğin değerli olduğunu; salt bedenin yaşamasının insanı mutlu etmediğini anlıyor. Gerçek ölümsüzlük sırrına varıyor. O da ne? Gılgamış bir mevlevî gibi dönmeye başlıyor. Mevlânâ’yla ve Mesnevî’yle bütünleşiyor. M.Ö. 2500’lerdeki Sümerler, M.Ö. 1200’lerdeki Anadolu’yla birleşiyor. İşte sanatın gücü…. Aslında insanlık, her bir eseriyle birbirini tamamlıyor ve tamamlamaya devam etmeli…
Gılgamış, adına destan yazıldığını ve bu destanın birçok yazar tarafından tekrar tekrar kaleme alındığını bilseydi, ne düşünürdü? Ya da seyirci olarak bu operayı izleseydi? Uruk’tan 3D teknolojisiyle izliyordur, kim bilir… Yanında da dostu Enkidu vardır. Sedir ağaçlarından yaptığı yatağında, “Ya beni ilk başta çok zalim yapmışlar!” diyordur. Enkidu da, “Hayır, Gılgamış dostum, gerçekten öyleydin!” diye yine gerçekleri yüzüne vuruyordur.
Gılgamış Destanı’nı yazarlar bugüne ulaşsın diye, M.Ö. 2000’lerden 800’lere kadar bir bayrak yarışı gibi yazmışlar. İnsanlık, hep geleceğe bir mektup bırakmak için uğraşıyor. Şimdi bu mektup, bu bayrak, bu miras –her ne dersek diyelim– sahnede bize oynanıyor. Bu durum karşısında heyecan ve neşe sarıyor içimi.
Eser beni böyle duygu ve düşüncelere götürdü. Bugünüme şükrettim, beni sanatın doyumuna ulaştırdığı için. İyi ki İstanbul’dayım… İyi ki sanatla yaşıyorum…