Bu konu, varoluşçular için son derece önemli bir meseledir. Bu nedenle daha çok “öznellik” üzerine odaklanacağız; fakat öznelliği anlamak için ona karşıt ya da ilişkili bir kavram olan “nesnellik”i de anlamamız gerekir. Daha önceki yazılarımda bunu kısaca yazmıştım ama üzerinden epey zaman geçti, hatta hangi yazılarımda ele aldığımızı bile hatırlamıyorum. O yüzden buradan başlayalım: “Nesnel” ve “öznel” kavramlarının anlamı nedir?
Bir şeye “nesnel” demek, onun bizden bir anlamda bağımsız olduğunu söylemektir. Bizden ayrı, bize bağlı olmayan bir gerçeklik söz konusudur. “Öznel” ise bunun tersidir; yani bir şey öznelse, o şey bizimle, yani insanla bir şekilde bağlantılıdır, biz olmadan o gerçeklikten söz edilemez.
Bu kavramları genellikle “nesnel gerçek” ya da “öznel gerçek” tartışmalarında kullanırız. Daha önce verdiğimiz örneklerden biri şuydu: “Dünya yuvarlaktır” ifadesi nesnel bir gerçek midir, öznel mi? Bu sorunun yanıtı açık: Dünya’nın yuvarlak olduğu bilgisi, bizden bağımsız olarak doğrudur. Senin ya da benim ne düşündüğüm önemli değildir; bu gerçeklik bizim düşüncemizden etkilenmez.
Öznel gerçeklikte ise durum farklıdır. Bu tür gerçekler bizimle, yani insanlarla doğrudan ilişkilidir. En basit örnek: “Solumda bir pencere var.” Bu ifade benim için doğru olabilir ama senin için olmayabilir. Çünkü bulunduğumuz yere, bakış açımıza bağlıdır. Öznellik, bireyin konumuna, durumuna ve deneyimine göre değişkenlik gösterir.
Özetle, eğer bir gerçeklik bize bağlıysa, ona “öznel”; bizden tamamen bağımsızsa, “nesnel” deriz.
Şimdi örneklerle daha iyi anlayalım.
Nesnel gerçekler:
-
Su, H₂O’dur. Bu, kimse ne düşünürse düşünsün geçerlidir.
-
Kediler hapşırabilir. İnsanların buna inancı veya bilgisi fark etmeksizin bu doğrudur.
-
Dünya yuvarlaktır. Sen ne düşünürsen düşün, bu değişmez.
Öznel gerçekler:
-
“Samosa harika bir yiyecektir.” Bu ifade benim samosa’yı sevip sevmeme bağlıdır. Ben seviyorsam bu doğrudur; sevmiyorsam değildir. Bir başkası için tam tersi geçerli olabilir. Bu, kişisel tercihlere göre değişen bir “doğrudur”.
Örneğin, “Modi Hindistan’ın başbakanıdır” ifadesi daha karmaşıktır. Resmî olarak seçildiği sürece doğrudur ama bir sabah herkes uyanıp, “Modi başbakan değil” derse ve ona göre davranırsa, onun başbakanlığı da fiilen son bulur. Yani bu tür bir gerçeklik, insanların kolektif olarak nasıl davrandığına göre şekillenir.
Yine, “7 soğan 15 rupi eder” ifadesi de tamamen öznel bir örnektir. Eğer manav fiyatı değiştirirse ya da insanlar artık 10 rupi vermek isterse, soğanın değeri de buna göre değişir. Soğanın değeri diye sabit, mutlak, evrensel bir gerçeklik yoktur; bu tamamen insanlara bağlıdır.
Bu noktada varoluşçuların öznellik konusundaki görüşlerine geçebiliriz. Varoluşçular, özellikle de Sartre, bu konuda oldukça radikaldir. Onlara göre, varoluşun özü önce gelir. Sartre’a göre, insanın özü (yani ne olduğu), onun varoluşundan sonra gelir. Bir başka deyişle, önce var oluruz, sonra kim olduğumuzu belirleriz. Bu da demektir ki öznellik, varoluşçuluğun temel ilkesidir. İnsanın kim olduğu, tamamen kendi özgür seçimleriyle belirlenir. Bizim seçimlerimiz, bizim özümüzdür. Özgürlük bu yüzden merkezîdir.
Sartre, öznelliği iki anlamda ele alır:
-
Bireyin özgürce ne olacağına karar verebilme hakkı.
-
İnsan öznesinin kendi öznelliğini aşamama durumu.
Eleştirmenler bu iki anlamı birbirine karıştırarak Sartre’a saldırır. Sartre için esas mesele ikinci anlamdır: İnsan, kendi öznelliğini aşamaz. Kendimizi seçtiğimizde, aynı zamanda insanlığın tamamı adına da bir seçim yapmış oluruz. Yani bizim yaptığımız her seçim, insanlık için bir örnektir: “İnsan böyle olmalıdır.” Bu da varoluşçuluğun etik boyutudur.
Ancak bu durum her şeyin keyfî olduğu anlamına gelmez. “Her şey bana bağlı” demek, kuralsızlık demek değildir. Aksine, Sartre kuralları da öznellikten türetmeyi önerir. Kararlarımızda diğer insanların özgürlüğünü de dikkate almalıyız.
Yani varoluşçuluğun öznelliği yalnızca bireysel değildir; kişilerarasıdır. Seçimlerimiz başkalarını da etkiler. Ama sonuçta yük bizim omuzlarımızdadır. Sartre, “tek başına değilsin ama yine de sorumlu olan sensin” der. Varoluşçuluğun yanlış anlaşılması genelde bu noktada başlar: “Kuralsızlık” sanılır ama Sartre’a göre tam tersine, ahlakî sorumluluk da buradan doğar.
Sartre’ın önemli iddialarından biri de şu: İnsan bir projedir; bir yosun ya da karnabahar gibi pasif bir varlık değildir. Sadece insan, bu tür öznel bir projeye sahip olabilir. Diğer varlıklar, kayalar, bitkiler ya da hayvanlar bu türden bir öznelliğe sahip değildir.
Sartre’a göre var olan tek evren, “insan öznelliği” evrenidir. Bu, çok güçlü bir iddiadır. Kayalar ya da Mars var mıdır? Evet. Ama sadece insan öznelliği içinde bir anlam taşıdığı sürece. Sartre, “başka şeyler yoktur” demiyor; “var ama bizim için anlamlı olmadığı sürece önemsizdir” diyor.
Yani objektif dünya vardır ama bizim onunla bir bağ kurmamız, onu önemsememiz, ona dair bir tercih yapmamız gerekmedikçe, bizim için anlamlı değildir. “İlgilenmiyorum” demek bile bir seçenektir ve bu bile öznelliğin içindedir.
Sartre’ın bir röportajda söylediği şu sözler önemli:
“Eğer evreni yalnızca nesnelerden ibaret varsayarsak, hakikat kavramını ortadan kaldırmış oluruz. Nesneler dünyası olasılıklar dünyasıdır.” Bilimsel ya da felsefî tüm teoriler varsayımlara dayanır. Yani hiçbir teori %100 kesin değildir. Öyleyse kesinliğin temeli nedir? Sartre’a göre, öznelciliktir.
Varoluşçular için bilim bile öznel bir zeminde kurulur. Bilimsel bilgi, önceden kabul edilmiş bazı değer ve varsayımlara dayanır. Bu nedenle bilimsel araştırmalar bile özneye, yani insana bağlıdır. “Bilim bizi kurtarır” diyenlere Sartre’ın cevabı: Bilim ancak özne ile başlar; o yüzden temel olan öznel zemindir.
Sartre son olarak şöyle der: “İnsanlar birbirlerini nesne olarak görür ama bir nesneyi gerçekten anlamak için onun aynı zamanda özne olarak da var olduğunu kabul etmek gerekir.” Bilim, tarih, felsefe, ahlak—her şey, insan öznelliği temelinde yükselir. Başka türlü bir hakikatten söz edilemez.