“Amerika’nın Stratejik Hesapları, Ortadoğu’nun Geleceği ve Türkiye” Başlıklı yazımızda ABD’nin sistematik olarak kaosu beslediği ve amaçlarından birinin de yeni kurulacak dünya sisteminde siyasi ve ekonomik olarak Avrupa’nın etkili rol almasını zorlaştırmak olduğunu tartışmıştık. Yazımız tartışmanın devamı olarak ele alınmalıdır…
ABD, Avrupa’ya yönelik stratejisini hem güvenlik işbirliği hem de ekonomik çıkarlar üzerine inşa etmiştir. NATO aracılığıyla AB’yi güvenlik şemsiyesi altında tutarken, aynı zamanda AB ile bazı alanlarda çıkar çatışmaları yaşamaktadır. Özellikle enerji ve ticaret politikalarında iki taraf farklı pozisyonlar alabilir. AB, bir yandan ABD’nin küresel liderliğini desteklerken, diğer yandan kendi ekonomik ve siyasi bağımsızlığını koruma çabası içindedir. Bu ilişki, işbirliği ve rekabetin dengelendiği karmaşık bir yapıya sahiptir.
Bu noktada, AB’nin ABD stratejisine nasıl destek verdiği ve aynı zamanda kendi çıkarlarını nasıl koruduğunu anlamak önemlidir. Bir yandan AB, Amerikan güvenlik şemsiyesi altında kalmayı ve Rusya gibi tehditlere karşı ABD ile işbirliğini sürdürmeyi çıkarına uygun bulurken, diğer yandan ABD ile ekonomik alanda rekabet etmektedir. Özellikle Çin’in yükselişi gibi küresel meselelerde, ABD’nin Asya-Pasifik’teki stratejik hamleleri Avrupa’yı da etkileyen sonuçlar doğurmaktadır. Bu bağlamda, AB, Asya’daki ticaret yollarının güvenliğini sağlama çabalarına destek vererek, küresel ticaretin istikrarını ABD ile ortak bir çıkar alanı olarak görmektedir. Ancak bu destek, AB’nin Çin ile ekonomik ilişkilerini tamamen kesmeyeceği gerçeğiyle sınırlıdır; zira AB, Çin’i büyüyen bir ticaret ortağı olarak görmeye devam etmektedir. ABD-AB ilişkileri, tamamen karşılıklı çıkar ve çatışmaların dengesi üzerine kuruludur. ABD, AB’yi küresel ekonomik ve siyasi arenada sınırlamak için stratejik adımlar atarken, AB, bu stratejilere belirli noktalarda destek vermekte ancak kendi çıkarlarını da gözetmektedir. Bu bağlamda AB, kendisini ABD’ye karşı tamamen edilgen bir oyuncu olarak değil, karmaşık ve çok yönlü stratejik çıkarlarını gözeten bağımsız bir aktör olarak konumlandırmaktadır.
Avrupa Birliği’nin Geleceğine Dair, Krizler ve Savaş Söylemi
Son yıllarda, Avrupa Birliği’nin (AB) geleceği konusunda artan bir endişe ve hayal kırıklığı oluşmakta. Birlik, birbiriyle iç içe geçmiş birçok krizin ortasında sıkışmış durumda: yaşam maliyeti, göç krizi, ekonomik durgunluk ve bunun sonucu olarak, siyasi kriz. Yani AB’yi tehdit eden aşırı sağın yükselişi… Aşırı sağ partiler, pek çok AB ülkesinde oy oranlarını artırarak, birliğin hassas dengesini ve liberal değerlerini tehdit ediyor. Ancak AB’nin bu krizlere verdiği yanıtlar, daha derin sorunların habercisi gibi görünüyor: Savaş ekonomisine yapılan vurgu, toplumsal dayanışmayı ve sosyal refahı ihmal etme pahasına, askeri harcamalara öncelik tanıyan bir politikayı işaret ediyor.
Bu iç siyasi krizlerin yanı sıra, AB’nin karşı karşıya olduğu en büyük uluslararası meydan okumalardan biri, Ukrayna’daki savaşın sürmesi. Rusya ile olan bu çatışma, Avrupa’dan ve ABD’den gelen sürekli silah desteğiyle daha da derinleşiyor. Bununla birlikte, iklim değişikliğinin yarattığı felaketlerin gölgesi de AB üzerinde giderek ağırlaşıyor.
AB’nin güvenlik politikaları, neorealist bir yaklaşımla incelendiğinde, hayatta kalma içgüdüsüne dayanan bir denge arayışı olarak okunabilir. Ukrayna’daki savaş, bu bağlamda, AB’nin güvenliğini sağlamak adına Rusya’nın etkisini sınırlandırmaya yönelik bir çaba olarak ortaya çıkıyor. Ancak, güvenlik ikilemi denen durum devreye giriyor: Bir taraf güvenliğini artırdığında, diğer taraf kendini daha fazla tehdit altında hisseder ve bu da gerilimi tırmandırır. Nitekim, AB’nin Ukrayna’ya yönelik askeri desteği ve savunma harcamalarını artırma hamleleri, Rusya’yı daha da saldırgan kılarken, Avrupa’da kalıcı bir istikrarsızlık yaratıyor.
Bu noktada sormamız gereken temel soru şu: AB’nin güvenlik stratejisi, gerçekten Avrupa’yı daha güvenli kılıyor mu? Yoksa kısa vadeli askeri çözümler, uzun vadede daha fazla güvensizlik ve çatışma mı doğuruyor? Neorealist bir yaklaşım, askeri güç ile dengelenen güvenliğin uzun vadede sürdürülebilir olmadığına dair önemli ipuçları sunuyor.
Fakat AB, Ukrayna’ya giderek daha ölümcül ve yıkıcı silahlar gönderirken, son zamanlarda uzun menzilli füzelerin Rusya topraklarında kullanılmasına izin verilmesi gerektiği yönündeki çağrılar arttı. Bu tür adımların nükleer savaş riskini artırdığına dair uyarılara rağmen, gerilim tırmanmaya devam ediyor.
Bu savaş söylemi, Avrupa halkına da “barış istiyorsan savaşa hazırlan” mantığıyla aktarılıyor. Örneğin, AB’nin yeni savunma komiseri adayı Andrius Kubilius, Avrupa’nın kendisini Moskova’ya karşı caydırıcı bir güç olarak konumlandırması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca, askeri harcamaların artırılması gerektiği de sıkça dile getiriliyor. Ekonomik büyümenin sağlanması için savunma sanayiine yatırımların teşvik edilmesi gerektiği yönündeki çağrılar, AB’nin ekonomik sorunlarına savaş ekonomisiyle çözüm aradığını gösteriyor.
Savaş Ekonomisi mi, Sosyal Adalet mi?
Güvenlik kaygıları bir yana, AB’nin ekonomik yaklaşımı da ciddi şekilde gözlemlenmesi gereken bir alan. Özellikle neoliberal politikalar, son yıllarda sosyal devletin zayıflamasına, güvencesiz istihdamın yaygınlaşmasına ve temel hizmetlerin özelleştirilmesine yol açtı. Enerji ve gıda fiyatlarındaki hızlı artış, milyonlarca Avrupalı’nın yaşamını zorlaştırırken, AB’nin büyük şirketleri ve sermaye sahiplerini koruyan politikaları halktan gelen tepkiyi büyütüyor.
Bu ekonomik model, sosyal adalet perspektifinden incelendiğinde, açıkça sürdürülemez görünüyor. Çünkü AB, halkın refahını sağlamak yerine, savaş ekonomisi aracılığıyla ekonomik büyümeyi teşvik etmeye çalışıyor. Örneğin, artan savunma harcamaları, sanayiyi canlandırma hedefiyle haklı gösteriliyor. Ancak bu model, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi temel hizmetler için ayrılan bütçeleri tüketiyor ve toplumsal eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor
Yani, AB’nin ekonomik politikalarının merkezinde halkın sağlık ve refahı değil, büyük şirketlerin kârlarını güvence altına almak yer alıyor. Sonuç olarak, sosyal devletin zayıflaması, güvencesiz istihdamın yaygınlaşması ve temel ihtiyaçların pahalılaşması gibi sorunlar baş gösteriyor.
Savaş Söylemi, Temel Sorunları Gizliyor
AB’nin savaş söylemi, Avrupa’nın yaşadığı derin krizlerden dikkati uzaklaştırmak için kullanılıyor. AB, insan hakları, demokrasi ve eşitlik gibi değerleri savunduğunu iddia etse de, gerçekte neoliberal bir yapı içinde bu değerleri yalnızca belli bir kesim için uyguluyor. Bu yapı, geniş halk kitlelerinin yaşadığı ekonomik ve sosyal sorunların kaynağını oluşturuyor.
AB’nin liberal demokratik değerleri savunma iddiasıyla Rusya’ya karşı sürdürdüğü dış politikanın, aslında içerideki demokratik krizlerle çelişiyor olması. Macaristan ve Polonya gibi üye ülkelerde demokrasinin gerilemesi ve hukukun üstünlüğünün zayıflaması, AB’nin kendi içinde çalkantılara neden oluyor. AB, dışarıya demokrasi ve insan hakları mesajı vermeye çalışırken, bu değerlerin içerde aşındığını görmek, birliğin tutarlılığına gölge düşürüyor.
AB’nin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik krizlerin çözümü, savaş ekonomisi ya da askeri harcamaların artırılması ile mümkün değil. Bunun yerine, birliğin siyasi, sosyal, çevresel ve ekonomik stratejilerini yeniden gözden geçirerek, katılımcı demokrasi, sosyal refah, sürdürülebilir büyüme ve barışa odaklanması gerekiyor. Aksi halde, AB’nin neoliberal politikaları sadece kendi içindeki eşitsizlikleri artırmakla kalmayacak, aynı zamanda küresel düzeyde daha büyük sorunlara yol açmaya devam edecektir.
Bu da bizi şu soruya getiriyor: Liberal değerler, gerçekten AB’nin politikalarının merkezinde mi? Yoksa bu değerler, Rusya gibi dış tehditlerle mücadele ederken bir söylem aracı olarak mı kullanılıyor? İçsel demokratik krizlerin çözülmediği bir AB’nin, uluslararası arenada demokratik değerler üzerine kurulu bir barış düzeni savunması oldukça zor görünüyor.