Türkiye ile İsrail arasında dönemsel olarak artan siyasi tansiyon, son aylarda daha keskin ve kırılgan bir eksene oturmuş durumda. AK Parti hükümeti ile Netanyahu yönetimi arasında karşılıklı olarak yapılan açıklamalar, sertleşen diplomatik dil ve politik restleşmeler sadece medya manşetlerinde değil, kamuoyunun gündeminde de yoğun biçimde yer buluyor. Özellikle 7 Ekim sonrası İsrail’in bölgede yürüttüğü saldırgan politikalar ve Türkiye’nin bu duruma karşı takındığı eleştirel tutum, ilişkileri sadece siyasi bir tartışma düzeyinde bırakmadı; stratejik ve hatta askeri sonuçları tartışmaya açtı.
Peki, kamuoyunda giderek daha fazla dillendirilen “Türkiye ile İsrail savaşır mı?” sorusu ne kadar gerçekçi? Bu soru, sadece hükümetler arasındaki söz düellosuna veya diplomatik gerilime bakılarak yanıtlanamaz. Çünkü bu tür bir savaş ihtimali, çok daha derin jeopolitik dengelere, uluslararası ittifaklara ve bölgesel çıkar hesaplarına bağlı.
Asıl sorulması gereken şu: Türkiye’nin NATO üyesi olarak yer aldığı Batı bloku ile İsrail’in ABD merkezli stratejik pozisyonu düşünüldüğünde, iki ülke arasında doğrudan bir çatışma gerçekten mümkün mü, yoksa bu gerilim daha çok iç politikaya, bölgesel nüfuz mücadelesine ve sembolik duruşlara mı dayanıyor?
İran Savaşı Üzerinden Okunması Gereken Denklem
Bugün İsrail’in yürüttüğü savaş, ilk bakışta Hamas ve Gazze’ye karşı bir “güvenlik operasyonu” gibi sunulsa da, gerçekte çok daha geniş bir cepheye yayılmış durumda. 7 Ekim’den bu yana İsrail yalnızca Gazze’yi değil, Suriye’deki İran üslerini, Lübnan’daki Hizbullah noktalarını ve zaman zaman doğrudan İran topraklarını hedef alarak bölgesel bir savaşı kademeli biçimde genişletiyor. Bu çatışma hattı yalnızca Tel Aviv ile Tahran arasında kalmıyor; aynı zamanda Rusya, Çin, Pakistan ve hatta Hindistan gibi aktörleri etkileyecek çok katmanlı bir jeopolitik denklem haline geliyor.
Bu savaş, özünde Batı bloğunun Doğu’ya karşı yürüttüğü stratejik kuşatma planının Ortadoğu ayağıdır. İsrail, bu planın hem askeri hem de teknolojik taşıyıcısıdır. ABD, doğrudan sahaya inmeden bölgeyi İsrail eliyle dizayn etmeye çalışırken, İran’ı kuşatmak suretiyle Çin’in “Kuşak ve Yol” inisiyatifine, Rusya’nın güney hattına ve Pakistan’ın jeopolitik konumuna darbe vurmayı hedeflemektedir.
İran’ın zayıflatılması, sadece Tahran’ın bölgedeki nüfuzunun kırılması anlamına gelmeyecek. Aynı zamanda Pakistan’ın doğrudan baskı altına alınması ve Çin’in Batı Asya’daki koridorlarının istikrarsızlaştırılması anlamına gelecek. Bu da, İsrail’in saldırganlığının yalnızca kendi güvenlik kaygılarıyla değil, aynı zamanda ABD liderliğindeki Batı bloğunun Avrasya’ya karşı uyguladığı yeni Soğuk Savaş stratejisiyle doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Bu çerçevede bakıldığında, İsrail’in İran’a yönelik operasyonları, Türkiye’nin de içinde yer aldığı geniş coğrafyada siyasal, ekonomik ve askeri dengeleri temelden sarsabilecek bir potansiyel taşıyor. Çünkü İran’ın devre dışı kalması, yalnızca Şii eksenin çözülmesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin doğu ve güney hattındaki diplomatik hareket alanının da daralması anlamına gelir.
Dolayısıyla Türkiye-İsrail gerilimini, sadece iki ülke arasındaki ideolojik veya retorik bir çatışma olarak değil, küresel güç bloklarının bölgeyi yeniden dizayn etme mücadelesinin bir yansıması olarak okumak gerekir.
Türkiye’nin Duruşu: NATO İttifakı ve Bölgesel Rekabet
Bu denklem içinde Türkiye’nin duruşu, sadece bir ülkenin dış politikası değil, aynı zamanda bölgesel güç mücadelesinin ana eksenlerinden biri olarak okunmalıdır. Türkiye, NATO üyesi olarak Batı güvenlik mimarisine dâhil bir aktör. Bu pozisyon, teknik olarak Ankara’yı İsrail ile aynı askeri ittifak sisteminin içinde tutar. Ancak sahadaki gerçeklik, bu resmin çok daha karmaşık olduğunu gösteriyor.
Ankara’nın son yıllarda izlediği çok yönlü dış politika, Batı’nın bölgedeki “tek temsilcisi” gibi hareket eden İsrail’e karşı bir denge üretme çabasını da içeriyor. Türkiye, özellikle Arap Baharı sonrası dönemde aktif dış politikasıyla Ortadoğu’da etkisini artırmaya çalışırken, İsrail ile olan rekabet, yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda jeopolitik bir zemine oturdu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Filistin meselesine ilişkin sert söylemleri ve İsrail karşıtı pozisyonları, iç politikada belli bir tabana hitap etmekle birlikte, dış politikada da Türkiye’nin bağımsız duruş sergilediği izlenimini pekiştiriyor. Ancak bu söylemsel mesafe, sahadaki pratiklerle her zaman örtüşmeyebiliyor. Örneğin, Türkiye ile İsrail arasında istihbarat alışverişi, enerji diplomasisi ve üçüncü ülkeler üzerinden yürüyen ekonomik ilişkiler hâlâ devam ediyor. Bu da Türkiye’nin, hem Batı bloğuyla olan kurumsal bağlarını koruma hem de bölgesel liderlik iddiasını sürdürme çabası arasında bir denge kurmaya çalıştığını gösteriyor.
Ankara’nın temel sorunsalı şu: İsrail’in Amerikan desteğiyle bölgede artan etkinliği, Türkiye’nin “bölgesel merkez ülke” iddiasını gölgeliyor. Türkiye, bu iddiayı yalnızca diplomatik söylemle değil; savunma sanayii yatırımları, Afrika ve Orta Asya açılımları, Katar ve Somali gibi ülkelerdeki askeri üsleriyle de desteklemeye çalışıyor. Bu durum, İsrail’in askeri ve teknolojik üstünlüğüne karşı Türkiye’nin stratejik esneklikle yürüttüğü bir meydan okumaya dönüşüyor.
Ancak burada kritik olan husus, Türkiye’nin bu duruşunu nasıl sürdüreceği: NATO’dan kopmadan, İsrail ile çatışmadan ama aynı zamanda bölgesel oyun kurucu rolünden de vazgeçmeden. Bu da Türkiye’yi hem Batı’nın baskısıyla hem de bölgesel dengelerin kırılganlığıyla karşı karşıya bırakıyor.
Hamasi Söylem mi, Gerçek Tehdit mi?
Peki, Türkiye ile İsrail arasında gerçekten bir savaş çıkma ihtimali var mı?
Bu soru, gündemde giderek daha fazla yer bulsa da, sahadaki dinamikler ve uluslararası dengeler dikkate alındığında böyle bir senaryonun gerçekleşme olasılığı son derece düşük. Çünkü böyle bir çatışma, sadece iki ülkeyi değil, başta ABD olmak üzere tüm NATO sistemini ve bölgedeki geniş güvenlik mimarisini doğrudan etkileyecek derin bir krize dönüşür. Türkiye, NATO üyesi olarak bu denklemin içindedir ve dış politika refleksleri, hâlâ büyük ölçüde bu ittifak çerçevesinde şekillenmektedir.
Bu nedenle, Ankara ile Tel Aviv arasındaki karşılıklı restleşmeler, büyük ölçüde sembolik düzeyde kalmaktadır. Gerilim dili, daha çok bölgesel liderlik yarışında konum alma ve iç kamuoyunu konsolide etme işlevi taşımaktadır. Özellikle Filistin meselesi üzerinden yükselen söylemler, Türkiye’nin Ortadoğu’da İslami duyarlılıkları temsil eden aktör olma iddiasını güçlendirmeye yönelik bir retorik stratejiye dayanmaktadır.
Ancak askeri anlamda bir sıcak çatışma, hem Türkiye’nin hem de İsrail’in uzun vadeli çıkarlarını tehlikeye atacak, bölgeyi belirsizliğe sürükleyecek, ekonomik ve diplomatik ağır sonuçlar doğuracak bir adım olur. Mevcut koşullarda ne Ankara ne de Tel Aviv bu çapta bir krizin altına girmek ister. Dahası, böyle bir savaşın yaratacağı yıkım, yalnızca ülkeleri değil; enerji koridorlarından ticaret yollarına, savunma anlaşmalarından diplomatik pozisyonlara kadar birçok küresel dengeyi de derinden sarsar.
Bu nedenle “Türkiye ile İsrail savaşır mı?” sorusu, daha çok politik manevra alanını genişletme ve toplumsal duyguları seferber etme amacı taşıyan hamasi bir kurgu olarak görülmelidir. Gerçek tehditten çok, söylemsel bir güç mücadelesinin parçasıdır.