Abdullah Efendi: Kuantum Rüya Görücüsü
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları eserine dair geleneksel eleştiriler, bilinçaltının labirentleri, zamanın akışkanlığı ve gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırların silikleşmesi üzerine yoğunlaşır. Ancak bu kez metni, kuantum felsefesi ve dijital çağın hiper-parçalı benlik kavramlarıyla ilişkilendirerek farklı bir okuma denemesi yapalım. Kuantum felsefesinin edebiyat eleştirisinde kullanılması metodolojik açıdan spekülatif görünse de, Tanpınar’ın eserlerinde bilinç, zaman ve algının birbiriyle etkileşim halindeki yapısı, bu yeni okuma çerçevesini denemeye açık hale getiriyor. Kuantum felsefesinin edebiyat eleştirisinde kullanılması metodolojik açıdan spekülatif görünse de, Tanpınar’ın eserlerinde bilinç, zaman ve algının birbiriyle etkileşim halindeki yapısı, bu yeni okuma çerçevesini denemeye açık hale getiriyor. Bu bağlamda, Abdullah Efendi’yi bir “kuantum öznesi” olarak ele alalım.
Kuantum Süperpozisyonu ve Rüyaların Paralel Evrenleri
Abdullah Efendi’nin rüyaları, “aynı anda birden fazla gerçekliğin iç içe geçtiği” bir süperpozisyon hâlini andırır. Tıpkı Schrödinger’in kedisinin hem ölü hem de canlı olduğu olasılık dalgası gibi, Abdullah’ın rüyaları da onu hem İstanbul’un sokaklarında hem de zamansız bir boşlukta var eder. Her rüya, farklı olası gerçekliklere açılan bir kapıdır: Birinde kayıp bir âşıktır, diğerinde bir suretin peşinde sürüklen bir gölge.
Ancak bu durumu sadece spekülatif bir paralel evren metaforuyla açıklamak yerine, Tanpınar’ın zaman ve bilinç algısıyla ilişkisini ele almak daha yerinde olur. Tanpınar, bilinç akışının ve hatıraların üst üste binmesini, zamansal bir akıntı olarak görür. Bu yüzden Abdullah’ın bilinci, sadece bir rüya kaçışı değil, farklı zaman katmanları arasında sıkışmış bir varoluşun izlerini takip eder.
Dijital Avatarlar ve Abdullah’ın Fragmanlaşmış Kimliği
Abdullah Efendi’nin rüyalarını, sosyal medya avatarlarının bir metaforu olarak okumak da mümkün. Her rüya, farklı bir kimlik, farklı bir performanstır. Nasıl ki dijital çağda birey, Instagram’da “mükemmel hayatlar”, Twitter’da “kızgın sesler” arasında bölünürse, Abdullah da rüyalarında sürekli kimlik değiştiren bir simülakra dönüşür. Ancak Tanpınar’ın karakteri, bu parçalanmayı bir “veri bulutu” olarak değil, metafizik bir yabancılaşma olarak deneyimler. Tanpınar’ın eserlerinde sıkça karşılaşılan “iç dünya” ve “rüya-gerçek” çatışması, burada varoluşsal bir bunalım olarak tezahür eder. Abdullah Efendi’nin rüyalarındaki kimlik kaymaları, sadece modern bireyin parçalanmış benliğiyle değil, aynı zamanda Tanpınar’ın zamansal ve mekânsal aidiyet sorunuyla da ilişkilidir. Yazar, Bergson’un süre kavramıyla paralellik gösteren bir bilinç akışı yaratırken, bu yabancılaşmayı yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir kriz olarak ele alır. Böylece, Abdullah Efendi’nin deneyimi, metafiziksel bir eksiklik hissi ve gerçeğin erişilemezliği üzerinden şekillenir. Bu noktada, Bergson’un “süre” kavramı devreye girer; Abdullah’ın kimlikleri, zamana yayılan ve birbiriyle etkileşimde bulunan bilinç halleri olarak düşünülebilir.
Zamanın Kuantum Dolanıklığı
Tanpınar’ın zamana dair melankolik sorgulamaları, Abdullah’ın rüyalarında geçmiş-şimdi-gelecek arasında dolanık bir hâl alır. Kuantum dolanıklığında olduğu gibi, bir anıya dokunduğunda diğer tüm zamanlar titreşir. Burada Tanpınar’ın zaman algısı, Nietzsche’nin “ebedi dönüş” kavramından farklı olarak, kaotik ve kesintili bir dokuda işlenmiştir.
Gerçekliğin Render Edilememesi: Bir Yazılım Hatası Olarak Varoluş
Abdullah Efendi’nin uyanıklık hâli, render edilmemiş bir 3D model gibi kusurlu ve donuktur. Rüyalar ise yüksek çözünürlüklü, ancak işlemciyi aşırı yüklen bir sanal gerçeklik deneyimi. Ancak Tanpınar, bu gerilimi ontolojik bir sorun olarak sunar: Abdullah için rüyalar, bir kaçış değil, gerçekliğin eksik yazılmış bir kodudur.
Abdullah Efendi, Tanpınar’ın dehasıyla 20. yüzyıl başında, 21. yüzyılın varoluşsal krizlerini öngören bir karakterdir. Ancak o, bu dijital kaosta kaybolmak yerine, bilinçaltının kodlarını çözmeye çalışan bir varlık olarak okunabilir. Gerçeklik bir simülasyonsa, en güzel rüya, onun çöküş anında ortaya çıkan glitch‘tir.
Abdullah Efendi’nin rüyaları, dijital çağın parçalı benliklerini öngören bir varoluşsal kehanet gibidir. Ancak Tanpınar, bu parçalanmayı teknolojik bir sorun olarak değil, insan bilincinin kaçınılmaz bir durumu olarak sunar. Bergsoncu “süre” kavramı, bu parçalanmanın zamansal boyutunu açıklar; Baudrillard’ın simülakrları ise gerçekliğin kaybını. Abdullah Efendi, bu anlamda, hem modern hem de postmodern öznenin bir prototipidir.
Bu okuma, Tanpınar’ın metnini yalnızca edebi bir eser olarak değil, 21. yüzyılın kimlik bunalımlarına ışık tutan felsefi bir metin olarak da konumlandırır. Abdullah’ın rüyaları, bize şunu fısıldar: Kimlik, ne tam olarak gerçektir, ne de tamamen bir simülasyon; o, sürekli akış halinde olan bir bilinç bulutudur.