Trier’den Paris’e: Gericilik Kabuğunda Çatlayan Fikir
1818 Prusya’sında doğan Karl Marx, Fransız Devrimi’nin dalgalarını henüz üzerinden atamamış Trier’de gözlerini açtı. Yüzeyde “düzen” hâkimdi; sansür, mutlakiyet ve askerî disiplin kenti kilitlemişti. Oysa gümrük birliği ve ilk fabrikalar, Alman topraklarında sermayenin tomurcuklandığını gösteriyordu. Marx’ın babası Heinrich Marx, bu gerici iklimde Aydınlanmacı değerleri çocuğuna miras bırakırken, tek sığınağın “kalem” olabileceğini de hissettirdi. Almanya’da siyaset yapılamıyor, fikirler kilometrelerce uzaktan—Paris ve Londra’dan—yankılanıyordu. Marx tam da bu “siyasi sessizlik”te felsefeyle tanıştı.
Berlin Üniversitesi’nde Hegel’in sisli cümlelerinin ortasına düşen genç Marx, başlangıçta ustaya burun kıvırdı. Fakat Kant’la başlayan “özgürlük ideali” arayışı, somutta karşılığını bulamayınca çuvalladı. 1837 tarihli mektubunda “Her şey kumdan kuleymiş” diye isyan eden Marx, çıkış yolunu Hegel’in diyalektiğinde keşfetti: Gerçek, kesintisiz bir oluş süreciydi ve bu süreç zıtlıklarla ilerliyordu. Ölü doğmuş fikir sistemlerinin yerine “sokağın gerçeği”ni koymak gerekiyordu.
Diyalektiğin Sokağa İnişi: Marx ve Engels
Felsefî dönüşüm bir yana, Prusya sansürü Marx’ı gazeteciliğe, oradan da Paris’e sürükledi. Paris, Ludwig Feuerbach’ın ateist materyalizmiyle Fransız ütopik sosyalistlerinin ışıltılı hayallerini bir araya getiriyordu. Ancak Marx, “insanın özü”nü soyut insanlık duygusunda değil, emekte buldu. 1844’te Engels’le tanışması bu içgörüyü çeliği suya sokar gibi sertleştirdi. Manchester proletaryasının türlü grevlerini gözleriyle görmüş Engels, Marx’ın soyutlamalarına somut bir sınıf fotoğrafı ekledi. İki genç düşünür, “felsefeden eyleme geçiş reçetesini” böyle yazdı.
Felsefeden Eyleme: Devrimin Bilimle Buluşması
1845 tarihli Feuerbach Üzerine Tezler ile “Filozoflar dünyayı yorumladı; mesele onu değiştirmektir” sözü, kavramı kavga çağrısına dönüştürdü. Artık mesele, proletaryayı kendisi için bir sınıfa dönüştüren mücadeleyi örgütlemekti. Aynı yıl Brüksel’e sürülen ikili, ekonomi politiğin gövdesine diyalektiği nakşetti. Taslağı hiçbir zaman yayımlanmayan Alman İdeolojisi, tarihsel materyalizmin ilk taşlarını döşedi: İnsan toplumu, “insanların üretim tarzı” değiştikçe evrim geçirir; yeni üretim ilişkileri eski “hukuk ve devlet” kabuğunu kırar.
Bu bilimsel çerçeve, 1847’de Komünistler Birliğine ve ertesi yıl Komünist Manifestoya dönüştü. Manifesto’nun “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” çağrısı, sadece bir slogan değil, iktisadî bütünleşmenin zorunlu kıldığı tarihsel bir eğilimdi. Marx ve Engels, emekçileri “kader ortaklığı” romantizmiyle değil, üretim sürecindeki çıplak konumlarıyla tarif etti: Ortak payda, mülksüzlük—başka hiçbir şey değil.
Manifesto’dan Sonra
1848 devrimleri, taze kavramları cendereden geçirdi. Marx ailesi mülteci, Engels barikatta; Komünistler Birliği ise kitle desteğinden yoksun kaldı. Yine de diyalektik ders vermeye devam ediyordu: Örgüt yetersizse devrim geri çekilir, ama her geri çekiliş bir sonraki hamlenin bilgisini üretir. Marx, Londra sürgününde kütüphanelerde boğuşurken Kapitale giden yolu açtı; Engels, teoriyle pratiğin nikâhını işçi sendikalarında kıydı.
Marx’ın “Marx” oluşu, düşüncenin sınıf mücadelesine saplanmadan özgürleşemeyeceğini kanıtlar. Sanayi devrimindeki fabrikalar bugün yerini algoritmalara, yapay zekâya ve platform ekonomisine bırakmış olsa da, artı-değer hâlâ emek zamana el konularak üretiliyor. İşçi sınıfı adını değiştiriyor, ancak tarihsel rolü değişmiyor. Dolayısıyla Marx’ın yöntemini—diyalektik materyalizmi—bugünkü “veri madenciliği proletaryası”na uygulamak, sadece akademik bir egzersiz değil, geleceğin toplumsal örgütlenmesine dair zorunlu bir adım.
Kapitalizmin her krizi, diyalektikte “yeni-eski” gerilimini yeniden yaratır. Şimdi deklare edilmesi gereken, romantik bir ütopya değil, mevcut hareketin kendi organik mantığıdır: Üretici güçler küresel, ama karar mekanizmaları ulus-ötesi şirketlerin kasasında. Bu çelişki, Marx’ın “eskinin bağrındaki yeniyi” işaret eden kılavuzluğuna hâlâ ihtiyaç duyuyor.