NATO’nun İran Hamlesi, Türkiye’nin Sünni Rolü ve İslamcı Kemalizm

NATO’nun İran Hamlesi, Türkiye’nin Sünni Rolü ve İslamcı Kemalizm

Haziran 25, 2025
konu yorum

Canlı yayında ’nin, ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırılarını heyecanla aktarması, savaşın yalnızca İsrail-İran-Amerika üçgeninde cereyan ettiğine dair algıyı derinden sarsıyor. Görünen o ki bu saldırı, sadece İsrail’in veya ABD’nin değil, Batı bloğunun topyekûn desteklediği ve onayladığı bir operasyon. NATO’nun bu pozisyonu, İran’a yönelik müdahalenin arkasında geniş çaplı bir Batı konsensüsünün olduğunu gösteriyor.

Bu gelişmeler, Türkiye bağlamında çok daha çarpıcı bir çelişkiyi görünür kılıyor. nın içeride yürüttüğü siyasal söylem, özellikle muhafazakâr ve dindar kesimlere yönelik güçlü bir anti-Batıcı retoriğe dayanıyor. ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye düşman olduğu, emperyal projelerle İslam dünyasını parçalamaya çalıştığı yönündeki anlatı, sadece siyasi mitinglerde değil, medya, eğitim ve dini söylemlerde de sürekli yeniden üretiliyor. Hatta zaman zaman “İsrail ile savaş” ihtimali dahi gündeme getirilerek, toplumsal algı Batı karşıtı bir teyakkuz durumuna sokuluyor. Bu söylem, bir yandan iktidarın içerideki meşruiyetini pekiştirirken, diğer yandan muhalefeti Batı’yla işbirliği yapan “yerli olmayan unsurlar” gibi göstermek için ideolojik bir araca dönüşüyor.

Ancak aynı iktidarın dış politika pratiği, özellikle NATO ve Batı ile kurduğu ilişkiler dikkate alındığında, bu söylemin tam zıddı bir tablo ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın NATO zirvelerindeki tutumu, Batı güvenlik mimarisiyle uyumlu, neoliberal ekonomik düzenle entegre, Batılı müttefiklerle stratejik iş birliğine açık bir çizgiyi temsil ediyor. Türkiye’nin savunma sanayi politikaları, askeri ortaklıkları, hatta göç yönetimi konusundaki pozisyonu bile Avrupa merkezli sistemin vazgeçilmez bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.

Bu durum, Türkiye’de siyasal iktidarın iki farklı düzlemde işlediğini gösteriyor: İçeride ideolojik konsolidasyon için Batı karşıtı bir anlatı inşa edilirken, dışarıda Batı’nın güvenlik, ekonomi ve diplomasi sistemine entegre bir aktör olarak hareket ediliyor. Bu ikili yapı, sadece taktiksel değil; ideolojik olarak da Türkiye’nin modernleşme sürecinde geçirdiği kırılmaların bir yansıması. Devletin sekülerleşme, merkezileşme ve Batılılaşma arzusu, halkın geleneksel-muhafazakâr kodlarıyla sürekli bir gerilim halinde şekilleniyor. AK Parti ise bu gerilimi yöneterek hem içerideki seçmeni hem de dışarıdaki müttefikleri tatmin edebilecek bir denge siyaseti yürütmeye çalışıyor.

Bu ikilik, nde söylem ile devlet refleksleri arasında ciddi bir ayrım olduğunu gösteriyor. İçeride muhafazakârları konsolide eden dil ile dışarıda seküler bir devlet aklını sürdüren gerçeklik, birbirine tamamen zıt iki hattı temsil ediyor. Bu durum, doğal olarak daha önce dile getirdiğim “İslamcı Kemalizm” kavramını yeniden hatırlatmama neden oluyor.

Zira Cumhuriyet’in kuruluşunda etkili olan , , sekülerleşmeyi ve dinin devlet eliyle denetlenmesini savunan bir düşünce biçimidir. Gazi Mustafa Kemal’in modernleşme vizyonu da bu İslamcı çizgiden etkilenmiştir. Cemaleddin Afgani’den Muhammed Abduh’a, Reşid Rıza’dan Mehmet Akif’e uzanan hat, aslında modernleşme ve sekülerleşme ile Batı’yla entegre olmayı savunur.

Bugün ise NATO’nun İran’a yönelik saldırılarını açıkça sahiplenmesi, Türkiye’nin NATO içindeki Sünni karakterini daha görünür kılıyor. Türkiye, uzun süredir Batı ittifakının içinde yer alarak, Sünni İslam dünyası açısından Batı ile entegrasyonu mümkün ve meşru gösteren bir model ülke işlevi görüyor. Özellikle Körfez ülkeleri, Mısır ve Ürdün gibi rejimler, kendi halklarına Batı ile kurdukları stratejik ilişkileri meşrulaştırırken, Türkiye örneğini bir referans noktası olarak kullanıyor. Böylece Batı’nın Orta Doğu’daki meşruiyeti, sadece askeri değil, mezhebi düzlemde de tahkim edilmiş oluyor. Türkiye’nin seküler ama Sünni kimliği, bu rolü oynamasında kilit bir unsur haline geliyor.

Buna karşılık tarihsel olarak rekabet ve gerilim içinde olduğu Şii eksen –başta İran olmak üzere, bu çizgiye zamanla daha yakınlaşan Irak, Lübnan’daki Hizbullah ve hatta Yemen’deki Husi gruplar– bugün jeopolitik anlamda da Doğu bloğu ile örtüşüyor. Rusya, Çin ve İran üçgeni içerisinde şekillenen bu yapı, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda dini-ideolojik bir cephe olarak da algılanıyor. Mezhebi rekabetin jeopolitik kamplaşmalara entegre edilmesi, Orta Doğu’daki her krizi çok boyutlu hale getiriyor.

Dolayısıyla günümüzde yaşanan çatışmalar sadece enerji, askeri çıkarlar ya da siyasi nüfuz mücadelesi değil; aynı zamanda mezheplerin, tarihsel anlatıların ve dini kimliklerin yeniden kodlandığı çok katmanlı bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Dini ve mezhebi fay hatları yeni müttefiklik biçimleriyle iç içe geçerek yeniden üretiliyor. Artık klasik “Doğu-Batı”, “Sünni-Şii” ya da “seküler-dindar” ayrımları basit birer tasnif olmaktan çıkmış; karmaşık jeopolitik senaryoların içine yerleşmiş durumda.

Bu nedenle Türkiye’nin bugünkü konumunu anlamak için sadece iç siyasal söylemlere ya da dış politikadaki sembolik hamlelere değil, aynı zamanda bu tarihsel ve mezhebi yapıların uluslararası sistemdeki dönüşümüne de bakmak gerekiyor. Türkiye içeride anti-Batıcı bir dil kullanırken, dışarıda Batı’nın İslam dünyası içindeki stratejik aparatlarından biri gibi davranabiliyor. Bu çelişkiyi ancak daha geniş bir tarihsel ve ideolojik bağlamla açıklamak mümkün.

Latest from Hayati Esen

Marx’ın Marksist Oluşunun Şifresi: Sokakta Başlayan Diyalektik
Önceki Hikaye

Marx’ın Marksist Oluşunun Şifresi: Sokakta Başlayan Diyalektik

NATO’s Move Against Iran, Turkey’s Sunni Role, and Islamist Kemalism
Sonraki Hikaye

NATO’s Move Against Iran, Turkey’s Sunni Role, and Islamist Kemalism

Git

Don't Miss