Modern dünyanın kolektif tahayyülünde Demokrasi, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar, tartışılmaz evrensel değerler olarak sunulur. Ne var ki bugün bu idealler, çok uluslu güç odaklarının elinde araçsallaştırılmış sihirli formüllere dönüşmüş durumda. Demokrasi miti, insanlığın ufkunda parıldayan bir kurtuluş ışığı olmaktan ziyade, küresel ölçekte inşa edilmiş bir illüzyonun başlıca mekanizması haline gelmiştir. Üstelik, özgürlük ve eşitlik söylemiyle meşrulaştırılan küresel projeler, insanlığı sistematik biçimde yeni bir toplumsal kurguya—tüketim odaklı, dijitalleşmiş ve katmanlı bir neokast sistemine—sürüklemektedir. Bu süreç, retorik ile gerçeklik arasındaki uçurumu derinleştirirken, evrensel değerlerin özünü de içten kemirmekte.
Küreselleşme, ilk bakışta sınırların, kimliklerin ve farklılıkların aşılması; insanlığın “ortak bir kaderde” buluşması fikriyle parlatılarak sunuluyor. Ancak bu söylemin altında yatan gerçeklik, aslında “tekçi” bir dünya düzeninin adım adım tesis edilmesidir. Modern kapitalizmin geçirdiği evrim, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel, siyasal ve toplumsal düzlemlerde de homojenleştirici bir baskı üretmektedir. Çokluk ve farklılık, artık neoliberal düzende birer “risk unsuru” ve “istikrarsızlık kaynağı” olarak kodlanmakta; bunun karşısına, tüm dünyada benzeşmiş, tektipleşmiş, kolay yönetilebilir bir toplumsal yapı çıkarılmaktadır.
Ulus-devletler, küresel aktörler karşısında her geçen gün daha fazla işlevsizleştiriliyor; yerel kültürler ve gelenekler “gelişmemişlik” veya “gericilik” ile damgalanıyor. Kültürel farklılıkların ve tarihsel özgünlüklerin korunması, sistemin gözünde yalnızca folklorik birer gösteriye indirgenirken, yaşam pratiklerinde ve değer sistemlerinde tek tip bir “küresel vatandaş” modeli öne çıkarılıyor. Medya ve dijital teknolojiler, bireyleri benzer alışkanlık ve düşünce kalıplarına hapsediyor; tüketim kültürü, dünyanın dört bir yanında aynı markaları, aynı zevkleri ve aynı arzuları dayatıyor.
Bu süreçte, ekonomik düzenin mutlaklaştırılması, insanlığın tüm çeşitliliğinin “piyasa mantığına” uygun biçimde yeniden şekillendirilmesini beraberinde getiriyor. Farklı ekonomik modeller veya alternatif toplumsal örgütlenme biçimleri sistematik olarak dışlanıyor. Sonuçta, neoliberal kapitalizmin “evrensel değerleri” tüm dünyaya tek doğruymuş gibi sunuluyor; demokrasinin içi boşaltılıyor, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar ise, sistemin arzuladığı tek tipleşmenin aracı haline geliyor.
Amerikan hegemonyasının İsrail-İran savaşı gibi krizler üzerinden yürüttüğü jeopolitik mühendislik ise, bu tekçi projenin güncel ve çarpıcı bir uygulama alanı. Burada savaş, yalnızca askeri bir çatışma olmanın ötesinde, küresel sistemin kendi normlarını, çıkarlarını ve değerlerini bütün bir bölgeye empoze etme aracına dönüşüyor. Savaşın yarattığı kaos ve istikrarsızlık, sisteme uyum sağlamayan toplumların “dönüştürülmesi” için uygun bir zemin olarak kullanılıyor. Uluslararası hukukun, insan haklarının ya da ulusal egemenliğin artık bir anlamı kalmıyor; küresel sermaye ve teknoloji, bütün etik ve hukuki sınırları aşarak “tek dünya” ütopyasının inşası için ne gerekiyorsa onu meşrulaştırıyor.
Aslında, Bauman’ın “akışkan modernite” kavramıyla betimlediği gibi, sabit hiçbir şeyin kalmadığı, her şeyin esnek, geçici ve belirsiz olduğu bir dünyada; gerçekte sabitleşen, tüm farklılıkları yok eden ve bireyi yalnızca küresel sistemin bir aracı haline getiren yeni bir normatif çerçeve kuruluyor. Bugün küreselleşme adı altında yaşanan, insanlığın ortak bir hayalini değil; çok merkezli, çoğulcu ve özgün varoluş biçimlerinin sessizce tasfiyesini temsil ediyor.
Demokrasi ve Kast: Hindistan’ın Çelişkisi
Küresel dünyanın yeni düzeninde en dikkat çekici ve ironik örneklerden biri, şüphesiz Hindistan’dır. “Dünyanın en büyük demokrasisi” etiketiyle Batı tarafından sürekli övgüyle anılan Hindistan, toplumsal organizasyonun derininde hâlâ kast sistemi gibi pre-modern, katı ve hiyerarşik bir toplumsal yapıyı muhafaza etmektedir. Bu durum, demokrasi kavramının Batı merkezli söyleminde ne kadar esnek, ne kadar pragmatik ve yer yer ikiyüzlü bir içerik kazandığını çarpıcı biçimde gözler önüne sermektedir.
Demokrasi, modernitenin temel vaadi olarak, eşitlik ve özgürlük idealleriyle inşa edilmiş bir toplumsal sözleşmeyi temsil eder. Oysa Hindistan örneğinde, bu idealler yalnızca biçimsel bir “seçim kültürü” ve kurumsal vitrinle sınırlı tutulurken, gündelik yaşamda toplumsal hiyerarşi, dışlama ve ayrımcılık derin biçimde varlığını sürdürmektedir. Burada Jürgen Habermas’ın “kamusal alan” kavramı hatırlanabilir; gerçek bir demokratik toplum, bireylerin eşit olarak tartışmaya ve katılıma dahil olabildiği bir kamusal alan gerektirir. Oysa kast sistemi, tam da bu kamusal alanı parçalayan ve sosyal tabakalaşmayı içselleştiren bir düzen olarak işlev görmektedir.
Bu çelişki, Batı’nın demokrasi söyleminin seçiciliğini de ifşa eder. Edward Said’in oryantalizm eleştirisiyle de bağlantılı olarak; Batı, kendi çıkarları söz konusu olduğunda, “öteki”nin içsel çelişkilerini görmezden gelme ya da bunları, “gelişmekte olan” bir ülkenin folklorik özelliği gibi romantize etme eğilimindedir. Böylece demokrasi, Hindistan gibi büyük ve stratejik aktörler için bir “meşruiyet” aparatı haline gelirken, temel hak ve özgürlüklerin yapısal olarak askıya alınması Batılı entelektüel ve politik çevrelerde ciddi bir sorun olarak gündeme taşınmaz. Zygmunt Bauman’ın işaret ettiği gibi, “modernite ve müphemlik” arasında kalan toplumsal yapılar, sistemin işine geldiği sürece tolere edilir ve hatta desteklenir. Demokrasi, bir ideal olmaktan çıkarılıp bir enstrümana dönüştürüldüğünde, eski çağların katı toplumsal hiyerarşileri, modern dünyanın “liberal” maskesi altında yeniden üretilmiş olur.
Sessizliğin Egemenliği ve Eleştirel Akılın Krizi
Bütün bu süreçte dünya siyasetinin ve entelektüel kamuoyunun suskunluğu ise dikkat çekicidir. Sözde evrensel değerlerin içi hızla boşaltılırken, popülist siyaset ve medya illüzyonları ile toplumsal bilinç bulandırılmakta, eleştirel akıl ise marjinalize edilmektedir. Demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi kavramlar; sistemin araçsallaştırdığı, içi boş, tekrarlanan sloganlara dönüşmüştür. İnsanlığın yeni yüzyılı, bireyin ve toplumun iradesini felç eden bu büyük illüzyonun gölgesinde, eskiyle yeninin karanlık bir sentezinde şekillenmektedir.
Bugün “küresel demokrasi” adı altında yürütülen projenin, insanlığı giderek daha katı bir toplumsal hiyerarşiye ve merkezi otoriteye mahkûm ettiği açıktır. Bu süreç, yalnızca politik değil, aynı zamanda ahlaki ve entelektüel bir krizdir. Ve belki de en acı olanı; dünya, kendi iradesini yeniden kazanmadıkça, bu illüzyondan uyanacak entelektüel bir önderlikten de mahrum kalmaya mahkûmdur.