Grace Blakeley: Demokratik Bir Toplum İçin, Finansmanı Demokratikleştirin

Grace Blakeley: Demokratik Bir Toplum İçin, Finansmanı Demokratikleştirin

Nisan 13, 2025
konu yorum

“2045 yılının güneşli bir Cuma sabahı. Şehir önceliklerini tartışmak ve karara bağlamak üzere yapılacak bir toplantıya geç kalmışsınız.” Toplantıya kamuya ait bir raylı sistemle gidiyorsunuz ve ulaştığınızda, “ulaşım altyapısına yapılan büyük yatırımlar sayesinde araba ihtiyacı ortadan kalktığından yaya alanlarına dönüştürülmüş sokaklara” sahip ’nde iniyorsunuz. Los Angeles Halk Bankası’na vardığınızda, diğer çalışanlarla birlikte bir meclise katılıyor ve şehrin bütçesinin nasıl harcanacağına karar veriyorsunuz.

Bu kısa tasvir etkileyici, çünkü hali hazırda var olan demokratik yeniliklere dayanıyor. McCarthy’nin vizyonu, gerçeklikten kopuk bir sosyalist ütopya değil; topluluk zenginliği inşasından katılımcı bütçelemeye kadar, şu anda var olan ve bakmayı bilenlerin görebileceği önerilere dayanıyor.

Dünyanın dört bir yanında yurttaşlar, kamusal karar alma süreçlerine katılımı artırmak için yeni yerel demokrasi modelleri geliştiriyor. Demokrasi yeniden canlanıyor; örneğin İzlanda’nın Reykjavik kentinde, katılımcı bütçeleme süreciyle evsizlikle mücadeleye daha fazla kaynak ayrıldı. Arjantin’in Rosario kentinde ise halk, soylulaştırmaya karşı çıkarak kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kooperatifler ağı kurdu.

Ancak bugüne dek bu etkileyici girişimler, oligarşik bir kontrol denizinde kamu gücüne sahip izole adacıklar olarak kaldı. Neden? The Master’s Tools bu soruya bir cevap sunuyor: Eğer toplumu demokratikleştirmek istiyorsak, finansı da demokratikleştirmemiz gerekiyor.

Neoliberal Devrim

1980’lerde finans sektörünün yükselişine dair anlatılan yaygın hikâye şudur: o kadar güçlendi ki toplumun diğer tüm alanlarına hâkim oldular. Üretken yatırımlar azalırken, kısa vadeli ve spekülatif yatırımlar patlama yaşadı. Devletler ise bu devasa kurumları denetleme ve kontrol etme konusunda kendilerini yetersiz hissetti; çünkü bu kurumlar ekonomiyi yönlendirecek ölçüde nüfuz sahibiydi. Bu bağlamda finansallaşma, vatandaşların üzerinde hiçbir denetim gücüne sahip olmadığı, tarafsız ve kaçınılmaz bir süreç olarak sunuldu.

Oysa bu anlatı, gösterdiğinden çok daha fazlasını gizler. Nicos Poulantzas’tan ilham alan McCarthy, kapitalist devleti bir toplumsal ilişki olarak kavramamız gerektiğini savunur: “Devlet, etkin maddi güçlerin — özellikle de sınıf mücadelelerinin — politik ifadesidir ve bu güçlerin iktidarı, devletin resmî kurumları aracılığıyla hem üretilir hem de yeniden üretilir.” Bu bakış açısı, McCarthy’nin ve aynı zamanda benim, 1980’lerde finans kapitalin hegemonya kurduğu devrime dair görüşümüzün temelini oluşturur.

Neoliberal politikaların savunucuları, siyasal projelerinin amacının insan özgürlüğünü teşvik etmek olduğunu ileri sürdüler. Onlara göre bu özgürlük, savaş sonrası dönemin sosyal demokrat politikalarıyla zedelenmişti. Devletin gücünü ve büyüklüğünü sınırlayacak önlemler önerdiler; böylece serbest piyasa içinde ekonomik etkileşimlere daha fazla alan açılabilecekti — tabii bu süreç, ekonomiye indirgenmiş bir devlet aygıtının gözetiminde gerçekleşecekti.

Ancak Vulture Capitalism () adlı kitabımda da ileri sürdüğüm gibi, neoliberalizm ne devleti küçülttü ne de piyasaları özgürleştirdi; tam tersine, oligarşik bir kapitalist planlama rejimi inşa etti. Bu bir tesadüf değildi. Önerilerini yakından incelediğimizde görülür ki, neoliberallerin asıl hedefi devleti küçültmek ya da piyasayı özgürleştirmek değildi. Toplum içindeki güç dengesini emekçilerden sermayeye — özellikle de finans sermayesine — doğru kaydırmak istiyorlardı. McCarthy’nin ifadesiyle: “Finansa yöneliş esasen yukarıdan yürütülen bir mücadeleydi; burada siyasal erk, genel olarak kapitalizmin çıkarları doğrultusunda ABD ve Birleşik Krallık’taki sendikaların ve işçilerin gücünü kırmak için devreye girdi.”

Neoliberalizm altında kapitalist devlet, toplumun ve ekonominin dönüşümünde pasif bir gözlemci değil, aktif bir aktördü. Merkez bankaları, işçilere karşı bir sınıf savaşı yürütmek için kendi gücünü kullandı. Polis teşkilatları, karşı koyanlara müdahale edecek şekilde yetkilendirildi. New Deal döneminin düzenleyici yapıları söküldü; yerlerine hükümetlerin ve özel finans kurumlarının üzerinde uzlaştığı küresel bir kural sistemi getirildi. Yani finansallaşma sürecinde devlet küçülmedi; aksine, gücü “finansal kurumlarla iç içe” geçti.

Finans dışı şirketler de finans sektörü tarafından “ele geçirilmedi.” Bunun yerine, şirket yönetimi finansallaştı — hissedarlar ve üst düzey yöneticiler, diğer tüm göstergelerin önüne şirket bilançolarını ve hisse senedi fiyatlarını koymaya başladı. Bu değişim, bankacıların ya da varlık yöneticilerinin bir şekilde yönetim kurullarını ele geçirmesiyle değil; şirket yöneticileriyle hissedarların çıkarlarının, bankacılar ve varlık yöneticileriyle çok daha yakın hizalanmasıyla gerçekleşti.

Finansallaşmanın sonuçları artık geniş çapta biliniyor ve McCarthy bu süreci ustalıkla ortaya koyuyor. Hanehalkları yüksek borç yükü altına girdi; bu durum, işçilerin sömürüye karşı mücadele etmesini daha riskli hale getirdi. Orta sınıf ise bu borçları varlık biriktirmek için kullandı ve böylece kendini sermayenin çıkarlarıyla özdeşleştirmeye başladı. Finansın artan gücü, şirketlerin yatırım anlayışını dönüştürdü; bu da “toplumun acilen ihtiyaç duyduğu özgül üretken projelere yeterince yatırım yapılmamasına” yol açtı. Onun yerine finansal kurumlar, kısa vadeli getiriler üzerine odaklandı; çünkü kontrol altına aldıkları hükümetlerin, işler ters gittiğinde kendilerini kurtaracağının farkındaydılar.

McCarthy’nin finansallaşma sürecine dair isabetli ve kapsamlı tanımı, kitabın temel sorusunu ortaya koyar: “Yatırımı kim kontrol ediyor?” Elbette cevap: sermaye, daha özelde ise finans sermayesi. Ve bu hayati ekonomik sürecin denetime tabi olmayan bir şekilde finans sektörü tarafından kontrol edilmesinin sonucu, yalnızca gelir eşitsizliğinin büyümesi, finansal krizlerin şiddetlenmesi ya da iklim krizinin derinleşmesi değil; aynı zamanda demokrasimizin aşınmasıdır. McCarthy’nin dediği gibi:

Yirmi birinci yüzyıl şu ana kadar büyüleyici bir rant çıkarma, işçi güvencesizliği, makroekonomik istikrarsızlık ve iklim felaketi yüzyılı oldu. . . . Bu süreçlerden fayda sağlayan finansal kurumlar ve aktörler . . bu kendi kendini yenilgiye uğratan soygunu nasıl gerçekleştirdiler? Bunun cevabı, siyasetteki güçleri ve modern demokrasilerde demosun gücünün neredeyse tamamen yok olmasıdır.

Demokrasiden Yalıtılmış

Kapitalist bir toplumda, finansal karar alma süreçleri demokrasiden yalıtılmıştır; oysa finansal kurumların aldığı kararlar, yalnızca toplumun yönünü değil, onu oluşturan tüm ekonomik aktörlerin yaşamını da şekillendirir. Kredi ve yatırım tahsisi gibi hayati kararlar alma sorumluluğu, neredeyse hiçbir kamusal denetime tabi olmayan finansal kurumlara aittir — ve bu kararlar yalnızca kendi servetlerini ve güçlerini artırma amacı güder.

Finansal kurumların kapitalist ekonomideki gücü, Vulture Capitalism (Akbaba Kapitalizmi) adlı kitabımda “kapitalist planlama” olarak adlandırdığım sistemin temel bir bileşenidir. Serbest piyasa teorisyenleri buna karşı çıkarak, finansal kurumların aslında planlama yapmadığını, yalnızca piyasa sinyallerine yanıt verdiklerini iddia eder. Onlara göre iyi bir portföy yöneticisinin görevi, müşterisine en yüksek getiriyi sağlayacak yatırımları seçmektir. Kararı piyasa verir, finansal kurumlar da bu karara uyar.

Ancak bu mantık yalnızca profesyonel ekonomistlerin yaşadığı hayal dünyasında geçerlidir. Gerçekte, finansal kurumların aldığı kararlar, hangi yatırımların kârlı hale geleceğini ve hangilerinin gözden düşeceğini doğrudan belirler. Finansal kurumlar yalnızca piyasayı takip etmez; çoğu zaman ona yön verir. Bu kurumlar böylesine bir güce sahiptir çünkü belirli ölçüde rekabetten korunmuş durumdadırlar. Ne var ki, sahip oldukları bu devasa güç, herhangi bir demokratik denetimle sınırlanmış değildir.

McCarthy, büyük finansın gücünün temelinde “varlık gücü” olduğunu ustalıkla açıklar: Yani, “bir siyasal ekonominin birikim modelinin merkezindeki üretken varlıklar üzerinde sahip oldukları yönlendirici güç.” McCarthy’ye göre, sermayenin üretken varlıklar üzerindeki denetimi, kapitalist ekonomide kullandığı tüm diğer güç biçimlerinin temelidir. Eğer sermaye, toplumun üretim kapasitesi üzerindeki bu kontrolü elinde tutmasaydı; ne örgütsel, ne finansal ne de yapısal kaynaklara sahip olurdu — ve bu da onun, “kapitalist demokrasinin satranç tahtasında” kendi hamlelerini yapmasını imkânsız hale getirirdi.

Finansallaşma, üretken sermayenin gücünü finans sermayesine kıyasla sınırlamak bir yana, sermayeyi daha hareketli ve likit hale getirerek sermayenin toplam varlık gücünü artırmıştır. Sermaye varlıkları sabit ve likit değilken, yani kolayca taşınamaz haldeyken, bu varlıkları ülkeden çıkarmak (sermaye kaçışı) ya da yatırımları tamamen durdurmak (sermaye grevi) çok daha zordur. McCarthy’nin belirttiği gibi, sabit konumdaki finansal varlıklar, her zaman “kamulaştırma, yeniden dağıtım ya da daha ileri demokratik taleplere konu olma riskiyle daha fazla karşı karşıyadır.”

Finansallaşma süreci, işte bu sabitliği (fixity) zayıflatmış ve sermayenin varlık gücünü artırmıştır. Bu ilişki birden fazla düzlemde işleyiş göstermektedir:

Devletler mobil varlıkları vergilendirmekte çok daha zorlanmakta, mobilite sosyal hizmetlerin sağlanmasını zorlaştırmakta ve emek ve sosyal demokrat partiler, sermaye siyasi bir bölgenin dışına yönlendirilebildiğinde anlamlı bir reform kazanmayı çok daha zor bulmaktadır.

McCarthy, finans sermayesinin egemen devletleri nasıl boyun eğdirdiğini göstermek için Salvador Allende’nin Şili’si ve François Mitterrand’ın Fransa’sı örneklerini kullanır. Bu iki örnek, finans sermayesinin daha erken dönemlerde bile egemen hükümetlere karşı disiplin kurucu bir güç olarak nasıl devreye girdiğini gözler önüne serer.

Ancak mesele yalnızca finansal kurumların işçiler üzerinde güç kullanabilmesi değil; bu gücün büyük kısmını işçilerin kendisi aracılığıyla kullanmalarıdır. Emekliliklerin özelleştirilmesi — neoliberal devrimin merkezi bir parçası — büyük varlık yöneticilerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu kurumlar, halkın tasarruflarını yatırım amacıyla yöneten ama hiçbir şekilde demokratik denetime tabi olmayan yapılardır. Bu kurumlar, işçilerin biriktirdiği tasarrufları, onların çıkarlarına doğrudan zarar veren sektörlere — örneğin petrol endüstrisine — yönlendirdi. Daha sonra da bu sektörlerdeki hissedar olarak elde ettikleri gücü, şirketleri işçilerin çıkarlarını daha da zayıflatacak uygulamalara zorlamak için kullandılar; örneğin, daha fazla kâr elde etmek amacıyla maaşları düşürmek gibi maliyet kesintileri talep ettiler.

McCarthy’ye göre finans sermayesinin politik gücü büyük ölçüde, “çok sayıda insanın kendi gelirlerini ve birikimlerini finansal varlıklara bağlamasının” sonucudur. Bizler emeklilik fonlarımızı yönetmek, kredi almak ve banka hesabı açmak için finansal kurumlara bağımlı oldukça, bu kurumlar yaşamlarımız üzerindeki güçlerini daha da derinleştirip yaygınlaştırma imkânı bulur.

Finansın Demokratikleştirilmesi

Finansın yoğunlaşmış gücü, yatırımların işçi sınıfının çıkarlarına zarar veren, sermayenin çıkarlarını ise güçlendiren varlıklara yönlendirilmesi anlamına geliyor. İçinde yaşadığımız dünya, uygun fiyatlı konut, kamusal ulaşım altyapısı ve yenilenebilir enerji gibi hayati kamu hizmetlerine yeterince yatırım yapılmayan bir dünya. Buna karşın, iklimi mahveden, işçilerin bedenlerini zehirleyen ve demokrasileri yozlaştıran şirketler, krediye ve yatırıma kolayca erişebiliyor.

Bu dengesizlik, finans sermayesinin yoğunlaşmış gücünün kaçınılmaz bir sonucudur. Bir otoriter liderden, bir devrim tehdidi olmadıkça halkın çıkarlarını dikkate alması beklenmez. Aynı şekilde, finansal karar alma süreçlerinde hiçbir söz hakkı olmayan sıradan insanların çıkarlarını, neden finansal kurumlar dikkate alsın?

McCarthy’ye göre, bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, finansı demokratikleştirmektir. Antik Atina modeline dayanan yeni bir ekonomik demokrasi vizyonu öneriyor. Buna göre, şehirlerin, bölgelerin ya da ülkelerin kaynaklarının nasıl yatırılacağına karar vermekle görevli olacak, yeni türden finansal kurumlar kurulmalı — ve bu kurumlar, metnin girişinde tasvir edilen örneğe benzer şekilde, “mini-kamular” (minipublics) tarafından yönetilmelidir.

Bu yeni finansal kurumları yönetecek mini-kamular, geniş sosyal temsili garanti altına almak amacıyla kura (sortition) yöntemiyle rastgele seçilen üyelerden oluşacaktır. McCarthy şöyle yazar:

Her ölçekteki bu yeni demokratikleştirilmiş finansal kurumlar, sadece yatırım ve kredi tahsisi için sosyal ve ekolojik olarak arzu edilen yolları [tanımlayan] değil, aynı zamanda ortak bir işçi sınıfı siyasi kültürü ve kimliğine eklemlenmeye [yardımcı olan] ve aynı zamanda demosun alt kesimlerinin özel ihtiyaçlarına, şikayetlerine ve endişelerine bir platform sağlayan diyalojik bir müzakere süreci üzerine inşa edilmelidir.

McCarthy, meclis üyelerinin kura yöntemiyle (sortition) seçilmesini, “çalışan insanları anlamlı siyasal tartışma ve karar alma süreçlerine katmanın en uygulanabilir ve en arzu edilen yolu” olarak savunuyor. Bu görüşünü dünya çapındaki çeşitli örneklerle destekliyor. Örneğin, İrlanda’daki yurttaş meclisleri, kürtaj ve eşcinsel evliliği gibi tartışmalı konularda toplumsal uzlaşı oluşturulmasına katkı sağladı. Kolombiya’nın Bogotá kentinde kurulan Gezici Yurttaş Meclisi (Itinerant Citizen Assembly), kentsel planlama gibi konularda belediye meclisine kolektif öneriler geliştirmek için çalıştı. Belçika’nın Ostbelgien bölgesinde ise kamuoyunu düzenli olarak yoklamak ve politika önerileri geliştirmek üzere kalıcı bir yurttaş konseyi kuruldu.

McCarthy’ye göre bu model, daha büyük ölçekli bir yapıya dönüştürülerek, yatırımlar üzerine karar alacak demokratik kurumlar ağına evrilebilir. Örneğin, yerel yurttaşlardan oluşan bir mini-kamunun yönettiği topluluk temelli bir kamu bankası, uygun fiyatlı konut projelerine, mahalle parklarına ya da yerel enerji kooperatiflerine yatırım yapma kararı alabilir. Ulusal düzeyde ise, temsili bir yurttaş paneli tarafından yönetilen bir kamu yatırım bankası, yatırımları yenilenebilir enerjiye ya da kamusal ulaşım altyapısının iyileştirilmesine yönlendirebilir.

Sermayeyi Üstlenmek

McCarthy’nin önerdiği vizyon, siyasal yelpazenin farklı kesimlerinden seçmenlere hitap edebilecek nitelikte. Sol kesim, finans sermayesinin yoğunlaşmış gücüne karşı geliştirilen bu meydan okumayı takdir edecektir. Merkez için ise, yurttaş meclislerine yapılan vurgu, çökmekte olan liberal demokrasileri yeniden canlandırma girişimi olarak görülebilir. Hatta sağın bazı kesimleri bile, gücün yerel topluluklara devredilmesi ve insanların kendi ortak gelecekleri hakkında karar alabilmesi fikrini destekleyebilir. The Master’s Tools, bu anlamda “Kontrolü Geri Al” gibi Brexit yanlısı bir slogana bile gerçek bir içerik kazandırabilecek bir model sunar.

Tam da bu nedenle, McCarthy’nin önerileri, sermaye ve devletteki müttefikleri tarafından sert biçimde dirençle karşılanacaktır. Finansal kurumlar, yatırım üzerindeki yetkilerinin sınırlandırılmasına yönelik her türlü girişime karşı duracaktır. Bu model yasalaşsa dahi, bu kurumlar büyük olasılıkla sermaye kaçışı veya sermaye grevi yoluyla karşılık vereceklerdir. Ancak muhtemelen, bu noktaya gelinmesini bile engellemek için kolektif güçlerini kullanarak bu önerilerin siyasi ana akıma girmesini önleyeceklerdir.

İşte McCarthy’nin modelinin önündeki esas engel budur: Hayata geçmesi için kitlesel bir siyasi hareket gerekmektedir. , yalnızca yasal düzenlemelerle gerçekleşebilecek bir şey değildir. McCarthy’nin de belirttiği gibi, kapitalist devlet bir toplumsal ilişkidir ve yasaların çıktısı, toplum içindeki güç dengelerini yansıtır. Önerilen bu önlemler, eğer hayata geçirilirse, bu güç dengesini halk lehine değiştirme yolunda önemli bir adım olabilir. Ama tam da bu nedenle, bu tür dönüşümler yukarıdan aşağıya dayatılarak gerçekleşemez.

Finansı demokratikleştirme paradoksu, solun tüm politika değişikliği tartışmalarını etkileyen o klasik çıkmazı tekrar karşımıza çıkarır: Güç elde etmek için güce ihtiyaç vardır. Bu nedenle solun öncelikle tabanda örgütlü bir güç inşa etmeye odaklanması şarttır. Topluluk temelli zenginlik yaratma gibi demokratik yeniliklerin gerçekleşebilmesi, finansın demokratikleştirilmesine bağlıdır. Ancak finansı demokratikleştirmek de, mahallelerde, işyerlerinde ve sokaklarda güç biriktirmeyi gerektirir. Yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya değişim vizyonları birbirine rakip değil; birbirini tamamlayan süreçlerdir.

Eğer sol bu modelin inşası için gerekli temelleri oluşturmayı başarırsa, getirisi büyük olacaktır. The Master’s Tools, eşitliğe dayalı, karar alma süreçlerine halkın katıldığı ve yatırımların insanlığın en büyük sorunlarını çözmeye yönlendirildiği bir toplum vaadi taşır. Kitap, finansal sistemin temellerini yeniden düşünmeye ve azınlık için değil, çoğunluk için işleyen bir demokrasi inşa etmeye çağrı niteliğindedir.

Kaynak link: https://jacobin.com

Latest from EKONOMİ

Suriye Ordusuna Türkmen Damgası!
Önceki Hikaye

Suriye Ordusuna Türkmen Damgası!

Hangi mevsimde gebe kaldığınız metabolizmanızı nasıl etkileyebilir?
Sonraki Hikaye

Hangi mevsimde gebe kaldığınız metabolizmanızı nasıl etkileyebilir?

Git

Don't Miss