Batılı toplumlarda çocuk sahibi olmanın getirdiği stres ve maliyet yerine bir veya birkaç evcil hayvana yönelmek, hızla toplumsal bir norm haline geliyor. Doğum oranları durağanlaşırken ve hatta düşerken, köpek sahipliği artıyor.
ABD, Kanada, Avustralya ve Avrupa’nın büyük bir bölümünde, hanelerin üçte biri ile yarısı arasında en az bir köpek bulunuyor. Bu oran yavaş yavaş yükselirken, birçok ülkede doğurganlık oranları istikrarlı bir düşüş gösteriyor ve bu durumun önümüzdeki on yıllarda nüfus büyüklüğünü tehdit edeceği öngörülüyor.
Macaristan’daki Eötvös Loránd Üniversitesi’nden etologlar Laura Gillet ve Enikő Kubinyi tarafından yayımlanan teorik bir inceleme, bu eğilimin altında yatan kültürel nedenleri ve gelecekte “aile” kavramının ne şekilde dönüşebileceğini ele alıyor.
Köpekler uzun zamandır insanların değer verdiği yol arkadaşları. Binlerce yıl önce, hatta farklı zamanlarda ve farklı yerlerde, insan topluluklarıyla vahşi köpek grupları arasında kurulan bağ, nesiller boyunca giderek güçlendi.
Başlangıçta bu ilişki daha çok faydaya dayalıydı; avcılıkta ya da korunmada karşılıklı avantaj sağlayan davranışlar öne çıkıyordu.
Bugün ise kimse bir köpeği, yerel kafeden en iyi filtre kahveyi ve kruvasanı bulması için almıyor. Köpeklerin hayatımızdaki yeri artık daha az işlevsel, daha çok duygusal ve besleyici bir role evrilmiş durumda.
Londra, Paris, Melbourne ya da New York’taki herhangi bir caddede yürürken, puppacino yudumlayan Juju isimli Bichon Frisé ya da ekose gömlek giymiş Captain Jack adlı Fransız bulldog’u gördüğünüzde, onları insan evladının yerini alan birer “yavru” gibi görmeniz kimseyi şaşırtmaz.
Köpeklerini çocuk gibi gören sahipler elbette var, ancak araştırmacılara göre bu durum genelin dışında kalan bir istisna.
“Yaygın inanışın aksine, köpek sahiplerinin yalnızca küçük bir azınlığı evcil hayvanlarını insan çocuğu gibi yetiştiriyor,” diyor Enikő Kubinyi.
“Çoğu durumda insanlar köpeği, çocuklardan farklı oldukları için sahipleniyor ve onların türe özgü ihtiyaçlarını kabul ediyor.”
Konuyla ilgili literatürü kapsamlı biçimde inceleyen Gillet ve Kubinyi, insanın sevme ve bakım gösterme arzusunun sadece kendi türüne yönelmediğini öne sürüyor. Köpekler ve bebekler birbirini dışlayan varlıklar değil; kalbimizde ikisine de yer var — cüzdanımızda olmasa da.
Pek çok genç yetişkin için çocuk sahibi olmak üzerindeki sosyokültürel baskılar caydırıcı hale gelirken, köpekler zaman, para ve ilgi gibi kaynakların doğal faydalanıcısı haline geliyor.
“Her ne kadar köpekler, sahiplerine oldukça bağımlı ve duygusal olarak bağlı canlılar olsa da, birçok insan için köpek sahipliği, çocuk yetiştirmeye kıyasla daha az külfetli bir sorumluluk olarak görülüyor,” diyor Laura Gillet.
Ekonomik açıdan bakıldığında, ABD’de çocuk yetiştirmenin maliyeti son yıllarda istikrarlı biçimde arttı. Yapılan bir araştırmaya göre yalnızca son iki yıl içinde bu maliyet yüzde 35,7 oranında artmış durumda.
Buna, geleceğe dair kaygılar, değişen aile yapıları içinde özellikle annelerin yaşadığı yalnızlık hissi, kadınlar üzerindeki iş gücü baskısı gibi unsurlar da eklendiğinde, Batı dünyasında bebek sahibi olmak artık pek çok kişi için göze alınabilir bir “yatırım” olmaktan çıkıyor.
Fakat bu, köpeklerin bu boşluğu doğrudan doldurduğu anlamına da gelmiyor. Aksine, artık çocuk büyütmeyen bireyler, zamanında göze alamadıkları evcil hayvan bakımını üstlenebiliyor.
Araştırmacılar, “Köpek sahipliği, çocuk sahibi olmanın alternatifi değil, onunla birlikte var olabilen bir deneyimdir. Bu da insanın, yalnızca kendi türüne değil, genel olarak başkalarına bakım gösterme kapasitesine evrildiği fikrini güçlendiriyor,” diyerek sonuçlarını özetliyor.
Toplum yaşlanırken ve yalnızlık, halk sağlığı ile ruhsal iyi oluşu tehdit eden bir salgın halini alırken, Captain Jack ve Juju gibi köpekler, asla sahip olamadığımız çocukların yerini doldurmakla kalmıyor — aynı zamanda ailenin benzersiz ve değerli üyeleri olarak, bize kendi yollarıyla destek oluyorlar.