Dünyada olup biteni anlamaya çalıştıkça, insan zihni yalnızca karmaşıklaşmakla kalmıyor; aynı zamanda eski kavram setlerinin artık yetersiz kaldığını fark ediyor. Suriye’de sahne değişiyor: Rusya ve İran tedrici bir geri çekilme sürecindeyken, Türkiye giderek belirginleşen bir aktör olarak öne çıkıyor. İsrail, Gazze’den Hama’ya uzanan coğrafyada ardı ardına yıkımlar gerçekleştiriyor; güç uygulamasının sınırlarını zorlayarak sadece askeri değil, ahlaki bir krizi de derinleştiriyor.
Öte yandan, Hindistan ile Pakistan arasında yeniden alevlenen gerilimde bu kez şaşırtıcı ittifaklar sahneye çıkıyor: Türkiye ile Çin aynı eksende dururken, karşılarında İsrail, Amerika ve İran gibi birbirine ideolojik olarak uzak ama taktiksel olarak yakınlaşmış aktörler beliriyor. Bu tabloyu “kimin eli kimin cebinde” tarzı hafif bir yaklaşımla geçiştirmek mümkün değil. Çünkü yaşananlar münferit gelişmeler değil; bizatihi bir düzenin çöküşünü ve yeni bir çağın doğum sancılarını temsil ediyor.
Özetle; dünya, Ukrayna’dan Gazze’ye, Suriye’den Hindistan’a uzanan geniş bir coğrafyada, sancılı bir geçiş sürecinden geçiyor. Alışılagelmiş sabit ittifaklar çözülürken, yenileri henüz tam olarak şekillenmeden değişim gösteriyor. Bu küresel kaosun ardındaki temel nedenler nelerdir?
Bütüncül Bir Bakış: Dünyada Neler Oluyor?
Günümüzde tanık olduğumuz uluslararası krizlerin hiçbiri birbirinden bağımsız olaylar olarak değerlendirilemez. Ukrayna’daki savaş, İsrail’in Gazze ve Hama’daki eylemleri, Rusya ve İran’ın Suriye’deki etkisinin azalması, Hindistan-Pakistan arasındaki gerilim ve hatta Papa’nın Türkiye ziyareti gibi farklı coğrafyalardaki gelişmeler, aslında tek bir büyük kırılmanın farklı cephelerdeki yansımalarıdır. Dünya artık sadece “çok kutupluluğa geçiş” sürecinde değil, mevcut düzenin çöktüğü ancak yerine henüz yeni bir sistemin kurulamadığı bir ara rejimde bulunmaktadır. Bu durum, Batı hegemonyası sonrası ortaya çıkan belirsizlik çağının doğrudan bir sonucudur.
Soğuk Savaş’tan Boşluğa: Batı Merkezli Düzenin Çöküşü
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından temelleri atılan ve NATO, Birleşmiş Milletler (BM), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Birliği (AB) gibi kurumlar aracılığıyla ayakta tutulan Batı merkezli sistem, artık çözülme emareleri göstermektedir. Zira:
- Amerika Birleşik Devletleri (ABD), küresel bir lider olmaktan ziyade, kendi içindeki farklı çıkarları temsil eden bir aktör haline gelmiştir.
- Avrupa, kendi güvenliğini tesis etmekte zorlanan bir siyasi yapı olarak öne çıkmaktadır.
- Uluslararası hukuk ise, işlevselliğini yitirmiş, daha çok etik bir söylem düzeyinde kalmıştır.
Bu oluşan boşlukta, Türkiye, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi yükselen bölgesel güçler, kendi çıkarlarını merkeze alarak hareket etmektedirler. Ancak bu aktörler, henüz yeni bir küresel sistem inşa edecek kadar birlik içinde değildirler. Bunun doğal sonucu olarak, merkezden uzak, geçici, çıkar odaklı ve esnek ittifaklar ortaya çıkmaktadır.
Ukrayna Kaybetti, Fakat Rusya Kazanamadı da
Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın Rusya’yı tamamen çökertme beklentisinin başarısızlıkla sonuçlandığını göstermiştir. Başlangıçta Kiev’e kadar ilerleyemeyen Moskova, daha sonra stratejik hedeflerine odaklanarak:
- Donbas ve Luhansk bölgelerini ele geçirerek Ukrayna’nın endüstriyel kalbini kontrol altına almıştır.
- Kırım ile kara bağlantısını sağlayarak Karadeniz’deki askeri üstünlüğünü pekiştirmiştir.
- Ukrayna’nın NATO üyeliğini fiilen engellemiştir.
Bugün gelinen noktada Rusya, elde ettiği askeri kazanımları siyasi bir zafere dönüştürme arayışındadır. Bu nedenle, savaşan taraf olmaktan ziyade, barışın muhatabı olma çabası içerisindedir. Ancak bu “barış”, kaybedilenlerin telafisi anlamına gelmemekte, aksine mevcut kazanımların tescili anlamına gelmektedir.
Suriye: Rusya ve İran Gidiyor, Türkiye Geliyor
Rusya ve İran, Suriye’de askeri varlıklarını sürdürmelerine rağmen, ekonomik ve stratejik önceliklerinin değişmesiyle birlikte geri çekilme sürecine girmişlerdir. İran, İsrail’in saldırıları ve iç sorunlarıyla uğraşırken, Rusya’nın önceliği Ukrayna olmuştur.
Bu oluşan boşluğu ise Türkiye doldurmaktadır. Türkiye:
- Tel Rıfat, Münbiç ve Kobani hattında askeri ve siyasi nüfuzunu artırmıştır.
- Astana süreci sonrasında önemli bir arabulucu aktör haline gelmiştir.
- Suriye’deki yeni denge, Türkiye’yi hem Arap dünyasında hem de Avrasya’da merkezi bir konuma taşımaktadır.
Gazze: İsrail’in Askeri Gücü, Meşruiyet Kayıpları
Gazze ve Hama’da yaşanan İsrail saldırıları, askeri açıdan bir üstünlüğün göstergesi olarak kabul edilebilir. Ancak bu süreçte İsrail:
- Uluslararası alandaki meşruiyetini ciddi ölçüde kaybetmiştir.
- Küresel Güney, Latin Amerika ve Afrika ülkeleri, İsrail karşıtı net tutumlar sergilemişlerdir.
- ABD’nin koşulsuz desteği ise artık sorgulanmaya başlanmıştır.
İsrail, askeri olarak kazanıyor gibi görünse de, uzun vadede yaşadığı meşruiyet kaybı nedeniyle stratejik bir zayıflama içerisindedir. Bu durum, savaşın askeri bir zaferle değil, jeopolitik bir çöküşle sonuçlanabileceği ihtimalini güçlendirmektedir.
Hindistan-Pakistan Gerilimi: Yeni İttifaklar, Eski Düşmanlıklar
Yakın zamanda yaşanan Hindistan-Pakistan krizi, küresel ittifak dinamiklerinin ne kadar değişken olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Zira bu krizde:
- Çin, Türkiye ve bazı Körfez ülkeleri Pakistan’ı desteklerken,
- ABD, İsrail ve hatta İran, Hindistan’ın yanında yer almıştır.
Bu durum, Soğuk Savaş döneminin belirgin “Doğu-Batı” ayrımının artık geçerliliğini yitirdiğini ve her krizin kendine özgü yeni eksenler yarattığını göstermektedir. İttifaklar artık kalıcı olmaktan ziyade, konjonktürel ve çıkar odaklı bir nitelik taşımaktadır.
Türkiye: Yeni Dönemin Eşik Gücü
Türkiye, bu yeni ve düzensizleşen dünya düzeninde, bir “denge kurucu” ve “oyun bozucu” aktör olarak dikkat çekmektedir. Türkiye:
- Ukrayna ve Rusya arasında diplomatik girişimlerde bulunmaktadır.
- Suriye’de askeri kontrolü sağlamanın yanı sıra siyasi dengeyi tesis etmeye çalışmaktadır.
- Filistin konusunda İslam dünyasının sesi olma gayretindedir.
- Hindistan-Pakistan krizinde net bir tutum sergileyebilmektedir.
- Çin, ABD, Rusya ve Avrupa gibi farklı güç merkezleriyle aynı anda diyalog kurabilen tek NATO ülkesidir.
Bu bağlamda Türkiye, yeni dünya düzeninde sadece coğrafi bir konumda olmanın ötesinde, fonksiyonel bir merkez olma yolunda ilerlemektedir.
Peki Tüm Bu Karmaşanın Ortak Noktası Ne?
Bütün bu krizlerin, savaşların ve çatışmaların temelinde yatan ortak nokta, mevcut küresel düzenin çöküşü ve yerine henüz istikrarlı bir yenisinin kurulamamasıdır. Başka bir deyişle:
- Eski dünya ölmüştür,
- Yeni dünya ise henüz doğamamıştır.
Bu oluşan boşlukta ise her aktör, yeni kurulacak sistemde kendine bir yer edinme mücadelesi vermektedir:
- Rusya, eski imparatorluk hayallerini sürdürmek adına toprak kazanmaya çalışmaktadır.
- Çin, sessiz ve derinden ilerleyerek ekonomik hegemonyasını kurmaktadır.
- ABD, eski otoritesini korumak için daha agresif bir tutum sergilemektedir.
- Türkiye ise, bu geçiş sürecinin önemli mimarlarından biri olma amacındadır.
Bugün dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan her kriz, aslında tek bir büyük dönüşümün farklı parçalarıdır: tek kutuplu dünya düzeninin sona ermesi ve çok kutuplu ancak henüz istikrarsız bir dünyanın doğuşu. Bu dönemi tanımlayan en uygun ifade ise “post-hegemonik geçiş dönemi”dir. Bu yeni çağda ayakta kalacak olanlar, sabit ve katı ittifaklara değil, esnek ve duruma göre şekillenebilen stratejilere sahip olan aktörler olacaktır.