Modern insanın en büyük arzusu, akıllı ve zeki bir varlık olmaktır. Akademide, iş dünyasında, hatta sosyal medyada bile herkes akıl ve zekâ peşinde koşuyor. Ancak herkesin aynı anda akıllı ve zeki olduğu bir dünyada, gerçekten akıldan ve zekâdan söz edilebilir mi? Yoksa ortada sadece bir piyasa mı var?
Bugün akıllı olmak, bağımsız düşünmekten çok, belirli normları takip etmek anlamına geliyor. Bu normlar, sanattan edebiyata, bilimden teknolojiye kadar her alanda kendini hissettiriyor. Artık akıl, bir sorgulama biçimi değil; bir uyum sağlama pratiği. Zekâ ise, yaratıcı bir yetenek olmaktan çıkıp belirlenmiş doğruları hızlıca kavrayıp uygulama becerisine indirgenmiş durumda. Peki ama gerçekten düşündüğümüzde, zekâ ve akıl ne anlama geliyor?
Zekâ, salt bir bilişsel kapasite midir, yoksa toplumun işleyişini devam ettiren bir ideolojik aygıt mı? Belki de zekânın en büyük tanımı, “zeki insan” olarak kabul edilenler tarafından çiziliyor. O halde, zeki olmak mı önemli, yoksa zeki olarak tanınmak mı?
Bir gün bir sohbet esnasında, kırmızı domatesin aslında uzaydan gelen bir yaratık olduğunu ve bir insanın uyurken onu yutup, sindirim sistemi aracılığıyla dünyaya yaydığını söyledim. Elbette tamamen saçmalıyordum. Ama bu absürt hikâyeyi duyduklarında insanların gözleri büyüdü; yüzlerinde “Bu ne anlatıyor?” ifadesi belirdi. Belli ki, bu anlatının hangi bağlama oturduğunu, nasıl bir mantık örgüsüyle kurulduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Çünkü alışılmışın dışında bir şey söylüyordum ve insanlar, herhangi bir söylemi anlamlandırmaya yönelik içgüdüsel bir refleksle hareket ediyorlardı.
Birkaç saniyelik bu sessiz şaşkınlık anının ardından, “akbilim kalmamış sanırım, o yüzden saçmalıyorum,” dedim. Ve o an kahkahalar koptu. İlginç olan şuydu: Akbilimin bitmesi ile saçmalamam arasında doğrudan bir bağlantı kurmuşlardı.
Oysa asıl garip olan buydu. Domatesin uzaylı olduğu fikri, saçma bulunduğu için anlamlandırılamamıştı. Ama “akbilim bittiği için saçmalıyorum” dediğimde, herkes anında bir mantık ilişkisi kurdu. Neden? Çünkü bu ikinci cümle, toplumsal olarak kabul görmüş belirli bir mantık çerçevesine oturuyordu. Modern insanın zihni, “yorulunca hata yaparız”, “dikkat dağınıklığı olabilir”, “stres saçma konuşmalara sebep olur” gibi önceden kodlanmış kabulleri referans alarak düşünmeye programlanmıştır. O yüzden, akbilin bitmesi ile saçmalamak arasında bir bağ kurulabiliyordu. Böylece mantıksız olsa da komedi üzerinden makul geliyordu. Komik olan kendi içinde mantıksal tutarlığı gerektirir sonuçta. Ama domatesin uzaydan gelmesi, bu çerçevenin tamamen dışına çıkıyordu; dolayısıyla “akıl dışı” ilan ediliyordu.
Bir fikrin “akıllıca” olup olmadığına ne karar veriyor? Gerçekten de “saçma” olan şey, domatesin uzaylı olduğu iddiası mı, yoksa bu fikri yalnızca belirli bir bağlam içine oturtamadığımız için reddetmemiz mi? Bugün, bir fikrin mantıklı mı yoksa saçma mı olduğu, onun içeriğinden çok hangi düşünsel çerçevede dile getirildiğine bağlı gibi görünüyor.
Belki de mesele şu: Zekâ, gerçekten yeni şeyler düşünebilme kapasitesi midir, yoksa mevcut düşünce sistemine ne kadar iyi uyum sağladığımızı ölçen bir normlar bütünü mü?
Modern çağda akıl ve zekâ, bireysel bir yetenek olmaktan çıkıp piyasa değerine dönüştü. Artık belirli söylemleri benimsemek, belirli düşünce kalıplarına uymak ve belirli ideolojileri tekrar etmek “akıllı” olmanın temel şartı haline geldi. Ama belki de asıl mesele, tüm bu normların dışına çıkabilmek. Gerçekten bağımsız bir düşünme biçimine ulaşmak mümkün mü, yoksa akıl dediğimiz şey çoktan piyasanın belirlediği bir ürüne mi dönüştü? Asıl soru belki de budur.