Lahey’de düzenlenen NATO Devlet ve Hükûmet Başkanları Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın varlığı, Türkiye’nin yalnızca güvenlik değil, küresel güç dengeleri açısından da merkezdeki rolünü bir kez daha gündeme taşıdı. Ancak bu defa dikkat çeken bir şey var: Görüşmelerin perde arkasında verilen mesajlar, Türkiye’ye yöneltilen açık ve örtülü baskılar, Batı’nın yeni dönemde Türkiye’den ne istediğini net biçimde ortaya koyuyor.
NATO’nun Türkiye’ye Mesajı: Sadakat mi, Uyum mu?
Zirvede ABD ve İngiltere’nin öncülük ettiği Batı bloğu, Türkiye’nin Rusya, Çin ve İran’la geliştirdiği alternatif ilişkiler ağından rahatsız. Erdoğan’ın BRICS söylemine açık kapı bırakması, İsrail karşıtı tutumu ve Afrika’da artan etkisi, Türkiye’yi NATO içinde “problemli müttefik” kategorisine yaklaştırıyor. İşte bu zirvede Türkiye’ye yapılan “katılım” çağrısı aslında bir “sınav”:
– Ya Batı hattında daha net bir pozisyon alacak,
– Ya da karşılıklı güveni daha da zedeleyecek bir uzaklaşma süreci başlayacak.
Zirvede ABD ve İngiltere’nin öncülük ettiği Batı bloğu, Türkiye’nin son yıllarda Rusya, Çin ve İran’la kurduğu çok katmanlı ilişkilerden giderek daha fazla rahatsızlık duymakta. Özellikle Erdoğan’ın BRICS açıklamalarında kullandığı “alternatif ittifaklara açığız” mesajı, NATO içinde bir tür “jeopolitik sadakat testi”ne dönüştü. İsrail karşıtı tutumun Doğu toplumlarında Erdoğan’a prestij kazandırması, Batı başkentlerinde ise endişe yaratıyor. Türkiye’nin Afrika kıtasında artan diplomatik ve ticari etkisi, özellikle Fransa ve İngiltere gibi eski sömürge güçlerinin etki alanında bir daralma olarak okunuyor.
Bu bağlamda, NATO Zirvesi’nde Türkiye’ye yapılan “katılım” ve “uyum” çağrısı basit bir diplomatik nezaket değil, çok daha derin bir jeopolitik beklentinin ifadesidir. Türkiye’den, sadece NATO’ya bağlılık değil; aynı zamanda Batı’nın değer ve çıkar sistemine stratejik bir uyum talep ediliyor.
İşte bu bağlamda, zirve aslında Türkiye için bir “yol ayrımı” işlevi görüyor:
– Ya Batı hattında daha net, daha öngörülebilir bir pozisyon alınacak,
– Ya da iki taraf arasında halihazırda var olan güven erozyonu, daha da derinleşerek ilişkileri zayıflatan yapısal bir kopuşa dönüşecek.
Bu yalnızca NATO bağlamında değil, Avrupa Birliği, ABD yatırımları ve Türkiye’nin uluslararası finans sistemindeki konumu açısından da belirleyici olacak bir eşik anlamına geliyor.
Hollanda Seçimi: Neden Lahey?
Zirvenin Hollanda’da yapılması da tesadüfi değil. Hatırlanacağı üzere 2017’de Erdoğan’ın miting yapması engellenmiş, diplomatik kriz yaşanmıştı. Şimdi aynı ülkede NATO zirvesinin düzenlenmesi ve Türkiye’nin bu zemine dahil edilmesi, geçmişin kapanıp yeni bir düzene geçilmesi mesajı taşıyor olabilir. Ama bu düzen, Batı’nın kurallarını yeniden dayatmaya çalıştığı bir düzen.
Hollanda Seçimi: Neden Lahey?
Zirvenin Hollanda’da yapılması, yüzeyde teknik bir tercih gibi görünse de, aslında sembolik anlamı yüksek, dikkatle seçilmiş bir adres. Hatırlanacağı üzere 2017 yılında Hollanda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Türk bakanların seçim kampanyası kapsamında ülkede miting yapmalarına izin vermemiş, bu durum diplomatik bir kriz yaratmıştı. Erdoğan, bu krizi “Nazi kalıntısı zihniyet” sözleriyle sert bir dille eleştirmişti. Dolayısıyla Hollanda, Türkiye’nin Batı ile yaşadığı diplomatik travmaların önemli bir sahnesi olarak hafızalarda yerini almış durumda.
Bugün aynı ülkenin başkentinde NATO zirvesinin düzenlenmesi ve Türkiye’nin burada masada yer alması, görünüşte “normalleşme” sinyali veriyor olabilir. Ancak bu normalleşme, Batı’nın kendi kurallarını yeniden ve daha yumuşak bir dille dayatmaya çalıştığı yeni bir çerçeve içinde ilerliyor. Türkiye’nin bu zemine davet edilmesi, “eşit aktör” olmaktan çok, yeniden hizaya sokulması gereken bir müttefik olarak görülmesinin işareti de olabilir.
Ayrıca Hollanda’nın seçilmesi, Avrupa iç siyasetinin son yıllarda hızla sağa kaydığı, göçmen karşıtı ve Türkiye karşıtı politikaların yükseldiği bir zemini de temsil ediyor. Bu bağlamda, Lahey sadece bir diplomasi sahnesi değil; aynı zamanda Batı’nın Türkiye’ye karşı hâlen kuşkulu ve kontrollü yaklaşımının mekânsal yansıması.
Erdoğan’ın Temasları: Yeni Bir Bloklaşma mı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO Zirvesi çerçevesinde Donald Trump, Emmanuel Macron, Olaf Scholz ve Rishi Sunak gibi liderlerle yaptığı temaslar, Türkiye’nin bu masada yalnızca bir “katılımcı” değil, doğrudan “oyun kurucu” pozisyonunda olduğunu ortaya koyuyor. Ancak bu pozisyon, NATO içerisinde pek çok ülkenin rahatsızlık duyduğu, çatışmalı bir etki alanıyla çakışıyor.
Türkiye, Ukrayna-Rusya savaşında Batı’nın doğrudan taraf olma çağrılarını geri çevirerek arabuluculuğa soyundu. Rusya ile enerji, ticaret ve savunma alanlarında kurduğu ilişkiler, NATO içinde bir çatlağın sembolü olarak değerlendiriliyor. Aynı şekilde Suriye’de Esad rejimiyle doğrudan temasa geçen tek NATO ülkesi olarak Ankara, Batı’nın bölgedeki stratejisini zorluyor. Gazze konusunda ise İsrail’i açık şekilde hedef alan ve Batı’nın sessizliğini eleştiren Erdoğan, özellikle ABD-İsrail ittifakı açısından ciddi bir tehdit algısına dönüşmüş durumda.
Erdoğan’ın bu pozisyonları, NATO’nun “tek merkezli güvenlik mimarisi”ni zorlayan, çok eksenli bir dış politika pratiği anlamına geliyor. Türkiye bir yandan NATO üyesi kalmakta ısrar ederken, diğer yandan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci olmakla yetinmeyip BRICS’e katılma sinyalleri veriyor. Bu tablo, Türkiye’yi yalnızca coğrafi değil, ideolojik ve stratejik anlamda da bir eşiğe sürüklüyor.
Dolayısıyla artık şu sorudan kaçmak mümkün değil: Türkiye, Batı sistemi içinde yer alırken aynı anda onun alternatiflerini kuran bir ülke olabilir mi? Hayır. Bu denge politikası, uzun süre sürdürülebilir olmaktan çıkmış durumda. NATO, Türkiye’den tarafını netleştirmesini bekliyor. Erdoğan’ın zirvedeki temasları bu baskının dozunu artırırken, Türkiye’ye yeni bir bloklaşmanın eşiğinde olduğunu da hatırlatıyor.
İç Politikaya Etkisi: Dışarıda Sıkışan Erdoğan, İçeride Ne Anlatacak?
NATO Zirvesi’nden dönerken Erdoğan’ın Türkiye kamuoyuna hangi çerçevede sesleneceği, yalnızca bir diplomatik temaslar özeti değil; doğrudan iç siyasetin istikametini belirleyecek bir tercihler tablosudur.
Zirve boyunca Batılı liderlerle kurulan temaslar, Türkiye’ye yönelik yeniden yatırım, enerji iş birlikleri ve ekonomik açılımlar gündemini beraberinde getiriyor. Ancak bu tablo, Türkiye kamuoyunda “Batı’ya yakınlaşma” söyleminin kolayca kabul göreceği anlamına gelmiyor. Erdoğan’ın yıllardır inşa ettiği “dik duran Türkiye” söylemi, Batı karşıtlığı ile beslenmiş bir milli egemenlik vurgusu üzerine kurulu. Şimdi bu söylem ile olası ekonomik açılımlar arasında sıkışmış bir iktidar diliyle karşı karşıyayız.
Erdoğan, iç politikada ciddi bir ekonomik daralma ve toplumsal memnuniyetsizlikle karşı karşıya. Bu nedenle NATO Zirvesi’nden dönerken “ekonomik kazanımlar” söylemi, seçmen nezdinde bir umut mesajı olarak sunulabilir. Ancak aynı zamanda, zirvede Türkiye’ye yönelen örtülü eleştiriler, baskılar ve pozisyon belirleme çağrıları, Erdoğan’a iç politikada yeniden “dış güçler karşısında mücadele eden lider” pozisyonuna sarılma fırsatı da veriyor.
Bu ikili dil, AK Parti’nin son dönemde benimsediği stratejiyi yansıtıyor: Batı ile ilişkileri sürdüren ama aynı zamanda Batı’yı iç siyasette “müdahale eden aktör” olarak eleştiren bir pozisyon. Erdoğan’ın önünde iki yol değil, bu iki dili aynı anda kullandığı çoklu bir denge oyunu var.
Yani mesele sadece Türkiye’nin dış politikadaki yönü değil; aynı zamanda Erdoğan’ın içeride hangi rolü yeniden oynayacağıdır:
– Ekonomik kurtarıcı mı?
– Küresel mücadeleci lider mi?
– Yoksa ikisinin karışımı olan, yeni bir Erdoğan portresi mi?
Bu sorunun cevabı, önümüzdeki dönemin hem siyasi dili hem de seçim stratejileri açısından belirleyici olacaktır.
Lahey’de düzenlenen NATO Devlet ve Hükûmet Başkanları Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın varlığı, Türkiye’nin yalnızca güvenlik değil, küresel güç dengeleri açısından da merkezdeki rolünü bir kez daha gündeme taşıdı. Ancak bu defa dikkat çeken bir şey var: Görüşmelerin perde arkasında verilen mesajlar, Türkiye’ye yöneltilen açık ve örtülü baskılar, Batı’nın yeni dönemde Türkiye’den ne istediğini net biçimde ortaya koyuyor.
NATO’nun Türkiye’ye Mesajı: Sadakat mi, Uyum mu?
Zirvede ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde şekillenen Batı bloğu, Türkiye’nin Rusya, Çin ve İran’la kurduğu alternatif ilişkiler ağından duyduğu rahatsızlığı açık şekilde ifade etti. Ancak bu endişelerin arasına, Türkiye’nin Ukrayna-Rusya savaşındaki arabuluculuk rolü, Gazze konusundaki insani tutumu ve Afrika’da artan diplomatik etkisi gibi unsurlar da ekleniyor. Erdoğan’ın Trump tarafından övülmesi, İngiltere’nin savunma sanayimize duyduğu hayranlık ve AB’nin yapıcı mesajları, Türkiye’nin “problemli müttefik” algısından uzaklaştığını gösteriyor.
Yine de bu zirvede yapılan “katılım” çağrısı, Türkiye’nin Batı eksenli düzenle ne kadar uyumlu kalacağını test eden stratejik bir sorudur:
Türkiye, NATO içindeki çok eksenli rolünü korurken Batı ile stratejik uyumunu da sürdürebilecek mi?
Yoksa çok kutuplu dünyada alternatif bloklarla daha sıkı ilişkiler geliştirerek farklı bir yola mı yönelecek?
Hollanda Seçimi: Neden Lahey?
Zirvenin Hollanda’da yapılması, yüzeyde teknik bir tercih gibi görünse de, sembolik anlamı yüksek bir adres. 2017 yılında yaşanan diplomatik kriz, Türkiye-Batı ilişkilerindeki gerilimin simgesi olmuştu. Bugün aynı ülkede NATO Zirvesilkede NATO Zirvesi\u201nin düzenlenmesi, bu gerilimli sayfanın kapatılmak istendiğine dair bir işaret olabilir. Ancak bu “normalleşme” adımının, Batı’nın kurallarını yeniden tarif ettiği yeni bir çerçeve içinde ilerlediği de unutulmamalı.
Erdoğan’ın Temasları: Yeni Bir Bloklaşma mı?
Erdoğan’ın Trump, Macron, Scholz ve Sunak ile yaptığı görüşmeler, Türkiye’nin masada yalnızca bir katılımcı değil, aktif bir aktör olduğunu gösteriyor. Rusya ile enerji, savunma ve ticaret ilişkilerinin sürmesi, Ukrayna savaşında taraf olmadan arabuluculuk üstlenmesi, Suriye’de rejimle temas kurması ve Gazze konusundaki sert tavrı, Batı içinde karışık duygular yaratıyor.
Türkiye, NATO içindeki rolüyle şekillenen Batı güvenlik sistemine bağlı kalmakla birlikte, BRICS gibi yapılara yönelik ilgisini de gizlemiyor. Bu tablo, Türkiye’nin yalnızca coğrafi değil, ideolojik ve stratejik anlamda da yeni bir eşiğe doğru ilerlediğini gösteriyor.
İç Politikaya Etkisi: Erdoğan Ne Anlatacak?
Erdoğan’ın zirveden dönüşte kamuoyuna vereceği mesajlar, dış politikadaki manevralar kadar iç politikada da önemli olacak. Ekonomik yıpranma ve toplumsal memnuniyetsizlik karşısında, NATO Zirvesi’nde elde edilen görüşmeler ve olası yatırım mesajları, bir umut işareti olarak sunulabilir. Aynı zamanda Batı’nın eleştirileri, Erdoğan’a içeride yeniden “dış güçlere direnen lider” retoriğini kullanma fırsatı da veriyor.
AK Parti’nin yeni stratejisi, hem Batı ile ilişkileri sürdürürken hem de bu ilişkileri iç politikada bir “mücadele sahası” gibi sunmaya dayanıyor. Bu karma dil, sadece dış politikadaki dengeyi değil, aynı zamanda Erdoğan’ın içeride nasıl bir lider imajı çizeceğine de işaret ediyor: Ekonomik kurtarıcı mı, yoksa küresel mücadeleci mi? Ya da her ikisinin karışımı olan yeni bir lider tipi mi?