Dilruba Kayserilioğlu’nun bir sokak röportajında sarf ettiği sözler nedeniyle tutuklanması ve ardından aldığı 7,5 aylık hapis cezası, Türkiye’de ifade özgürlüğü ve yargı pratiği arasındaki çatışmayı gözler önüne seriyor. Olayın hukuki arka planı kadar, siyasi yankıları da bu davayı daha geniş bir çerçevede ele almamıza olanak tanıyor. Gelin bu kararı hem hukuki hem de siyasi bağlamda daha derinlemesine inceleyelim.
Hukuki Çerçeve: İfade Özgürlüğü Nerede Sona Erer?
Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi uyarınca “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ya da “alenen aşağılama” suçları işlediği iddiasıyla tutuklanan Kayserilioğlu, nihayetinde halkı aşağılama suçundan hüküm giymiş olsa da, “kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan beraat etti. Bu ayrım, yargının ifade özgürlüğü ile kamu düzenini koruma görevini ne derece doğru yorumladığını sorgulatıyor.
Türkiye’de hukuk sistemi, ifade özgürlüğü konusunda genellikle çekingen bir tavır sergilemekte. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında da sıkça vurgulanan bir ilke, ifade özgürlüğünün sadece hoşa giden ya da zararsız görüşleri değil, aynı zamanda şok edici ya da rahatsız edici ifadeleri de kapsadığıdır. Kayserilioğlu’nun sözleri bu bağlamda değerlendirilmiş olsaydı, verilen cezanın aşırıya kaçtığı açıkça görülecekti. Mahkeme, halkı aşağılama suçunu işlerken, bir bireyin eleştirel ifadelerinin kamu düzenine somut bir tehdit oluşturup oluşturmadığını derinlemesine analiz etmemiş görünüyor. Bu durum, ifade özgürlüğü üzerindeki baskıların yalnızca yargısal değil, toplumsal ve siyasal bir sorun olduğunu ortaya koyuyor.
Siyasi Bağlam: Muhalif Seslere Yönelik Bir Gözdağı mı?
Kayserilioğlu’nun Davası, yargı kararlarının salt hukuki boyutunu aşarak siyasi bir niteliğe bürünmüştür. Tutukluluğu sırasında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, Aliağa Şakran Cezaevi’nde onu ziyaret etmesi ve ardından tahliyesinde İzmir Enternasyonal Fuarı’nda ona protokolde yer verilmesi, bu davanın politik bir sembol haline geldiğini göstermektedir. Özel’in, “Düşünce özgürlüğü şok edici olsa da korunmalıdır” ifadesi, anayasal hakların savunulması gerekliliğini dile getirirken, Türkiye’de muhalif seslere yönelik baskılara da güçlü bir eleştiri niteliği taşımaktadır.
Ancak burada daha geniş bir soruyu sormak gerekiyor: Bu davalar gerçekten ifade özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik bir girişim mi, yoksa muhalif sesleri susturmak amacıyla kullanılan bir araç mı? Türkiye’de son yıllarda pek çok gazeteci, sanatçı ve yurttaşın benzer şekilde yargılandığı göz önüne alındığında, bu tür davaların sadece hukuki bir problem olmadığını, aynı zamanda siyasi bir gözdağı anlamına geldiğini iddia etmek mümkündür.
Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması: Bir Adalet mi, Gözdağı mı?
Kayserilioğlu’na verilen 7,5 aylık hapis cezasının hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) kararıyla ertelenmesi, yüzeyde adaletin sağlandığı izlenimini yaratabilir. Ancak bu karar, aslında uzun vadede bireyler üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanılabilecek bir araçtır. HAGB kararları, hukuki bir şantaj aracı olarak eleştirilebilir. Çünkü bireyin, belli bir süre suç işlememesi koşuluyla cezanın infaz edilmeyeceği belirtilir. Ancak bu süreç, kişinin üzerinde sürekli bir denetim ve baskı yaratır. Kayserilioğlu’nun cezaevine girmemesi elbette olumlu bir gelişme, ancak bu durum, ifade özgürlüğünün gerçekten korunup korunmadığı sorusunu ortadan kaldırmaz.
Bu karar, bireyin ileride herhangi bir toplumsal meselede bir kez daha düşüncelerini açıklamaktan çekinmesine neden olabilir. Kayserilioğlu’nun, “yanlış anlaşılmadan ötürü özür dilediği” iddianamedeki ifadesi, aslında bu baskının bir yansımasıdır. Çünkü böyle bir özür beyanı, gelecekteki yasal tehditlerden kaçınmak amacıyla yapılmış olabilir.
Türkiye’de İfade Özgürlüğü Kısıtlanıyor mu?
Dilruba Kayserilioğlu davası, Türkiye’de ifade özgürlüğünün sınırlarının ne kadar daraltıldığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Hukuki süreç, bireylerin yalnızca düşüncelerini açıklamaları nedeniyle cezalandırılma tehdidi altında olduklarını gösterirken, bu süreç aynı zamanda toplumun geniş kesimleri üzerinde bir otosansür mekanizması yaratıyor.
Yargı, ifade özgürlüğünün sınırlarını kamu düzenini koruma adına daralttıkça, toplumsal muhalefet üzerinde daha fazla baskı oluşmaktadır. Bu da siyasi iktidarın, yargıyı kullanarak muhalif sesleri kısıtlama potansiyelini artırmaktadır. Türkiye’nin demokratik geleceği açısından bu tür davaların daha titizlikle değerlendirilmesi ve ifade özgürlüğünün evrensel standartlarda korunması hayati önem taşımaktadır.
Adaletin sağlanması, yalnızca yasaların uygulanmasıyla değil, bu yasaların evrensel değerlerle uyumlu bir şekilde yorumlanmasıyla mümkündür. Kayserilioğlu’nun davası, bu anlamda önemli bir mihenk taşı olarak kalacaktır.