Kur’an Kıssalarında Kadın ve Hak Temelli Yaklaşımlar

Kur’an Kıssalarında Kadın ve Hak Temelli Yaklaşımlar

Nisan 17, 2025
konu yorum

Kur’an’da adı açıkça zikredilen ve sure başlığına taşınan tek kadın olan , yalnızca geçmişin değil, bugün de kadının insanlık içindeki konumuna dair güçlü bir duruşu temsil eder. Onun hikâyesi, bir inanç yolculuğu olmanın ötesinde; kadının dışlandığı, değersizleştirildiği yapılar karşısında gösterdiği derin bir dirençtir. Meryem, bir toplumun beklentilerini değil, hakikatin çağrısını takip eder. Bu yönüyle yalnızca iffet ya da annelikle değil, teslimiyet, dirayet ve ilahi takdir karşısında sarsılmaz duruşuyla da örnek olur.

Kur’an, Meryem’i “seçilmiş, arındırılmış ve âlemlerin kadınlarına üstün kılınmış” bir şahsiyet olarak tanımlar (Âl-i İmrân 3:42). Bu tanımda geçen “mukaddes kılınma”, sadece cismani değil, inançla olgunlaşmış bir arınmayı içerir. Bu arınma, Meryem’in iç dünyasında gerçekleşen ilahi farkındalığın bir yansımasıdır. Onun duruşu, bir kadının, ilahi iradeye teslim olurken aynı zamanda toplumun kırıcı bakışlarıyla nasıl baş ettiğini gösterir.

Meryem, toplum içinde taşıdığı mesajla sessizliği konuşmaya dönüştürür. Doğum anında içine çekildiği yalnızlık, ona vahiy ile konuşma yasağı getirildiğinde bile, duruşuyla hakikatin sesini duyurur (Meryem 19:26). Bu sessizlik, aslında derin bir sorgunun, ilahi korumanın ve kadının konuşmadan da konuşabileceğinin ifadesidir. Onun bu tutumu bir teslimiyet değil, bir meydan okumadır. Onun sükûneti ilahi hikmetin taşıyıcısı olmasındandır; çünkü susarak bile adalet savunulabilir.

Meryem’in yaşamı, kadının yalnızca aile içinde tanımlanmış bir varlık olmadığını, ilahi görevlerin taşıyıcısı olabileceğini de gösterir. Onun, erkek elçilerle birlikte aynı manevi ağırlığı taşıyan bir figür olarak anılması, kadının yalnızca korunmaya değil, temsil ve sorumluluk almaya da ehil olduğunu ortaya koyar. ’da “İmran’ın kızı Meryem, iffetini korudu; biz de ona ruhumuzdan üfledik ve o Rabb’inin sözlerini ve kitaplarını doğrulayanlardan oldu” (Tahrîm, 66:12) ifadesiyle yer alır. Bu ayet, onu sadece bir anne olarak değil, ilahi vahyin muhatabı ve doğrulayıcısı olarak tanımlar.

Meryem’in toplum karşısındaki konumu, kadının değeri üzerine köklü bir düşünce üretir. O, dışlanma korkusuyla değil, hakikate sadakatle hareket eder. Karşılaştığı yargılar, onun inançla örülmüş iç dengesini bozamaz. Meryem’i örnek alan her kadın, kendine yönelmiş baskılara karşı dik durma gücünü bulabilir. Bu, modern zamanların sadece geçmişte yaşanmış bir anlatıya değil, bugün de yol gösteren bir ışığa sahip olduğunu gösterir.

Bugün kadının hakları üzerine yapılan tartışmalar, çoğu zaman onun ferdî tercihleriyle sınırlı kalır. Oysa Meryem’in yaşantısı, kadının haklarını sadece kendi varlığı için değil, toplumun bütününe ahlaki ve inanç temelli bir denge sunmak adına kullandığını gösterir. Meryem, varlığıyla “kutsalın” yalnızca erkeklerin tekelinde olmadığını, kadının da ilahi mesajın taşıyıcısı olabileceğini kanıtlar.

İslam’ın ilk döneminde kadının dönüşümüne dair en çarpıcı örneklerden biri olarak Meryem’in adı, kadının toplumda dışa dönük bir etki alanına sahip olduğunu gözler önüne serer. Meryem, yalnızca bir figür değil; aynı zamanda adalet arayışında, vicdanın sesiyle yol alan her insan için bir temsildir. Onun sessizliğinde direniş, yalnızlığında umut, inancında güç vardır.

Kur’an’da anlatılan Nebi Şuayb’ın kızlarıyla Musa kıssası, yalnızca tarihî bir anlatı değil; aynı zamanda kadının hayata katılma gücüne, birey olma iradesine ve özgürce seçim yapabilme imkânına dair güçlü bir işarettir. Bu anlatı, kadının sadece bir ailenin mensubu değil, kendi ayakları üzerinde duran, düşünen ve karar veren bir varlık olduğunu açıkça ortaya koyar.

Nebi Şuayb’ın kızları, babalarının yanında çalışmaktadır. Hayvanlarını sulamak için kuyu başına geldiklerinde, erkek çobanların çekilmesini beklemeleri, sosyal ortamda kadının karşılaştığı sınırlamaları açık eder (Kasas 28:23). Bu bekleyiş, edilgen bir durumu değil; iffetli bir duruşu ve aynı zamanda içtimaî kabullerle baş etme biçimini gösterir. Kızların davranışı ahlaki bir tercih olduğu kadar, içinde bulundukları toplumun yapısıyla da ilgilidir. Onlar sadece ailelerine destek olan bireyler değil, aynı zamanda geçim yükünü omuzlayan özgün kişiliklerdir.

Bu sahnede Nebi Musa’nın devreye girişiyle, Kur’an yeni bir bağlam açar: Yardımlaşma. Nebi Musa, kadınların güç yetiremediği bir işte onlara yardımcı olur. Ardından, kızların bu davranışı babalarına anlatması üzerine Nebi Şuayb, Nebi Musa’yı davet eder. Ancak burada asıl dikkat çeken, Nebi Şuayb’ın bir baba olarak kızlarının gözlemine değer vermesi ve onların sözünü dikkate almasıdır. Kur’an, kızlardan birinin Nebi Musa hakkında “Güvenilir ve güçlü biridir” şeklindeki sözüne özellikle yer verir (Kasas 28:26). Bu, kadının gözlem yeteneğinin, sezgisinin ve değerlendirme hakkının meşru bir değer taşıdığını gösterir. Bu ayet kadınların akıl ve feraset sahibi bireyler olduğunun açık bir göstergesidir. 

Nebi Şuayb’ın tutumu burada belirleyicidir. O, yalnızca bir baba değil, bir öğretici, bir rehberdir. Kızlarının resmî alanda görünmesini engellemek yerine, onları hayata katmış, çalışmaya yönlendirmiş ve sözlerine kıymet vermiştir. Onların görüşünü sadece dinlememiş, bu görüşle hareket etmiş; bu da baba-kız ilişkisinin öğretici bir zeminde, eşitlikten doğan bir güvenle şekillendiğini gösterir.

Bugün adına “” denilen meselelerin çoğu, aslında bu kıssada kadim bir temele sahiptir. Nebi Şuayb’ın kızları, kendi işlerini yapan, toplum içinde sorumluluk alan ve fikirlerini özgürce ifade eden bireylerdir. Onlar sadece bir “gelin adayı” değil, hayatı yorumlayabilen ve kendi tercihini belirleyebilen kişiliklerdir. Kur’an’ın bu kıssayı bu kadar ayrıntılı ve duyarlı şekilde aktarması, yalnızca Nebi Musa’nın değil, kadınların da örnekliğini ön plana çıkarır.

Kadının hayatta var oluşu, yalnızca bir aile kurmak ya da çocuk yetiştirmekle sınırlı değildir. Kadın, aklıyla, sezgisiyle, iradesiyle bu dünyada yürüyen bir hakikat taşıyıcısıdır. Nebi Şuayb’ın kızları, bu taşıyıcılığı omuzlayan örneklerdir. Babalarının yönlendirmesiyle değil, onunla birlikte düşünerek hareket etmişlerdir. Bu da bize, ilahi mesajın sadece erkekler üzerinden değil, kadınların hayata kattığı hakikatle de sürdüğünü gösterir.

Kur’an kıssalarında kadınlar, edilgen bir varlık olarak değil; insan olmanın bütün yükünü ve onurunu taşıyan kişiler olarak görünür. Nebi Şuayb’ın kızları bu anlamda Musa’ya kılavuzluk etmiş, sosyal kuralların yeniden şekillenmesine zemin hazırlamış, sessizce ama güçlü bir biçimde kadın iradesini ortaya koymuştur.

Resul Muhammed’in hayatı, yalnızca vahyin bildirildiği bir ömür değil; aynı zamanda köklü bir dönüşümün, insanın onurunu merkeze alan bir yeniden inşanın adıdır. O, vahyi sadece tebliğ etmedi; onu yaşadı, insanlara gösterdi ve toplumun damarlarına işledi. Bu dönüşümün kalbinde ise kadının yeniden hatırlanması vardır.

İslam öncesi Mekke toplumunda kadın, çoğunlukla ya suskundu ya da susturulmuştu. Sesine kıymet verilmezdi; söz hakkı yoktu, mülkiyet hakkı ise çoktan alınmıştı. Kimi zaman diri diri toprağa gömülüyor, kimi zaman mirasın bir parçası olarak el değiştiriyordu. O dönemin zihin haritasında, kadına dair hiçbir alan, kadının kendisine ait değildi.

Bu karanlıkta, Resul Muhammed’in getirdiği hakikat bir kapı araladı: Kadın insanın yarısı değil; insanın kendisidir. O, Allah’ın emanetidir, onun ne onuru satılabilir ne de iradesi devredilebilir. Kur’an’ın ilk yıllarından itibaren kadın, hem vahyin muhatabı hem de hayatın öznesi olarak dile gelir. Kadınlar sorar, cevap alır; katılır, karar verir. Kur’an’da inen her hüküm, erkeklerle birlikte kadınlara da hitap eder: “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar… Allah’a boyun eğen erkekler ve kadınlar…” (Ahzâb 33:35). Bu, varlık düzeyinde bir eşitliktir.

Resul Muhammed’in kadına dair en köklü hamlesi, eğitimle başlar. “İlim talep etmek kadın-erkek her Müslümana farzdır” sözüyle, bilgiye erişimin cinsiyetle sınırlı olmadığını ilan eder. Kadın artık bilen, sorgulayan, hayatı yorumlayan bir bireydir. Ayşe’nin dinî meselelerde gösterdiği derinlik, Ümmü Seleme’nin siyasi meselelerdeki öngörüsü, Şifa bint Abdullah’ın şehir yönetiminde görev alması — bunların hepsi bu zeminin ürünüdür.

Miras hakkı da bu dönüşümün bir başka veçhesidir. Kur’an, kadını mal gibi gören zihniyeti reddeder ve kadınlara açıkça miras hakkı tanır: “Erkeğe olduğu gibi kadına da mirastan pay vardır” (Nisâ 4:7). Bu yalnızca bir ekonomik düzenleme değildir; bu, kadının birey olarak tanınması, mülkiyetin öznesi hâline getirilmesidir. Artık kadın, başkasının mülkü değil; kendi mülkünün sahibi ve koruyucusudur.

Resul Muhammed, kadına boşanma hakkı da tanımış, evliliği bir mahkûmiyet değil, iki taraflı bir sözleşme olarak görmüştür. Kadın, istemediği bir evlilikte kalmaya mecbur değildir. Kur’an’da geçen “hul” hakkı ile kadın eşinden ayrılabilir; böylece kendi hayatı üzerine karar alma gücüne sahip olur. Boşanma artık bir ceza değil; özgürlüğün yeniden inşasıdır.

Kadının çalışma hakkı da bu dönemde meşru bir zemin bulur. Resul Muhammed’in ilk eşi Hatice, yalnızca bir tüccar değil, aynı zamanda ekonomik bağımsızlığını kazanmış bir kadındır. Onun tecrübesi, o dönemin kadınları için güçlü bir örnektir. Kadın, üretimin bir parçasıdır; emeği değerlidir ve kazancı kendi mülküdür. Resulün kadınların çalışmasına engel koymaması değil, bilakis teşvik etmesi, bu konuda net bir duruş sergilediğini gösterir.

Kadınların sosyal hayata katılması da Resul Muhammed’in örnekliğiyle güç kazanır. Kadınlar mescitte, savaşta, istişarede, ilim halkalarında yer alır. Uhud Savaşı’nda siper kazıp yaralı taşıyan kadınlar, yalnızca “yardımcılar” değil; direnişin ortağıdır. Kur’an’da Ahzâb süresinde geçen “Mümin kadınlar ve mümin erkekler birbirlerinin dostudurlar” (33:35) ayeti, sadece dini değil, içtimaî sorumlulukta da bir eşitliği vurgular. Dostluk, aynı yolda yürüyenlerin ilişkisidir.

Resul Muhammed’in kadına yönelik bu yaklaşımı, salt bir reform değil; insanlık onurunun yeniden tesisi anlamına gelir. Bu haklar verilmiş değildir — ait olan iade edilmiştir. Kadın ilk kez hak sahibi değil, uzun süre elinden alınmış haklarına yeniden kavuşmuştur. Vahyin inşa ettiği dünya, kadını susan değil konuşan, bekleyen değil katılan, edilgen değil özne olan bir yerden seslendirmiştir.

Bugün dahi, kadınların özgürlüğü ve hayata katılımı tartışılırken, bu örneklik unutulmamalıdır. Çünkü Resul Muhammed’in mücadelesi, sadece o günün kadınlarına değil; bütün çağların kadınına bir çağrıdır: Kalk, düşün, talep et, üret, diren. Bu din, senin de yolun.

Kur’an’da kadın adını taşıyan tek sure olan Nisâ, adını yalnızca başlığında değil, ruhunda da taşır. Çünkü bu sure, kadının yeryüzündeki varlığını, değersizleştirilmiş bir gölgeden hak sahibi bir öze dönüştürür. Resul Muhammed’in mücadelesi, bu sürenin dilinde kelimelere, hükümlerinde hayata dönüşür. Kadın, artık bir istisna değil; sosyal düzenin asli öznesidir.

Nisâ Suresi, vahyin kadınla konuşmaya başladığı yerdir. Erkeklerin dışında, doğrudan kadınlara hitap eden ayetlerle, kadının adı, sesinin yankı bulduğu bir alana dönüşür. Burada kadın yalnızca korunması gereken bir zayıf değil; hak sahibi, sorumluluk taşıyan bir birey olarak tanımlanır. Artık onun mirası, şahitliği, evliliği, boşanması, emeği, velayeti ve tüm insanlık onuru Kur’an’ın gündemindedir.

Surenin başında yer alan ayet, insanın yaradılışına dair bir eşitlik bildirisiyle başlar:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini var eden ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden sakının…” (Nisâ 4:1)

Bu ayet, kadını erkeğin tâbisi ya da tamamlayıcısı olarak değil; aynı nefesin ve aynı kaynağın bir parçası olarak anlatır. Kadın ile erkek, farklı varlıklar değil; aynı cevherin farklı zuhur hâlleridir. Buradaki “nefs-i vâhide” vurgusu, sadece biyolojik bir kökeni değil; ontolojik bir birlikteliği ifade eder. Yani kadın da erkek gibi insandır. Ne eksik, ne fazla.

Süre boyunca kadınların mirastan aldığı paylar, ekonomik özgürlükleri, evlilikte rızalarının gerekliliği gibi birçok alan yeniden düzenlenir. Kadına mirastan pay verilmesi (Nisâ 4:7), yetim kızların mallarının haksız yere alınmaması (Nisâ 4:2), kadınların izni olmadan zorla evlendirilmemeleri (Nisâ 4:19) gibi düzenlemeler, sadece hukuki değil; ahlaki bir devrimdir. Bu ayetler, kadını korumakla kalmaz; onu özneleştirir.

Bu surede dikkat çeken bir başka ayet, çok evliliğe dair olan ifadedir:

“Eğer yetim kızlara adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız, hoşunuza giden başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Şayet aralarında adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, o hâlde tek bir kadınla evlenin…” (Nisâ 4:3)

Bu ayet çoğu zaman yanlış yorumlanır. Oysa ayetin bağlamı, kadınları çoğaltarak değil, adaletle merkeze alır. Zira çok evlilik bir izin olsa da, tek evlilik bir ideal olarak ön plana çıkar: 

“…Adalet sağlayamayacağınızdan korkarsanız, tek bir kadınla…” Vurgusu, kadının adaletli ilişki içinde var olmasını emreder; sayı değil, denge esastır.

Nisâ Suresi, kadının yalnızca erkekle ilişkisini değil; kadınların kendi iç dünyalarındaki mevcudiyet değerini de hatırlatır. Ayetler boyunca kadının malı, canı, rızası, duası ve düşüncesi bağımsız bir gerçeklik olarak ortaya konur. Kadın artık kendi mülkünün sahibi, iradesinin yöneticisi ve içtimaî sorumluluğun ortağıdır.

Latest from Muhammed Işık

ABD Yasakladı, Nvidia CEO’su Çin’e Gitti
Önceki Hikaye

ABD Yasakladı, Nvidia CEO’su Çin’e Gitti

ABD’nin Suriye’den Asker Çekme Kararı: Bölgesel Dengeler ve Türkiye’ye Etkileri​
Sonraki Hikaye

ABD’nin Suriye’den Asker Çekme Kararı: Bölgesel Dengeler ve Türkiye’ye Etkileri​

Git

Don't Miss