konu yorum

Mültecilik, yalnızca coğrafi bir sürgün değil, aynı zamanda insanın kimliğinin derinliklerinde yaşadığı bir kayıp, bir yok olma halidir. İnsan, yalnızca toprak parçası değil, dilini, kültürünü, geçmişini, inancını da kaybettiğinde, tüm varoluş yapısını sorgulanmaya başlar. Kimlik, insanın varlıkla, toplumla ve tarihle kurduğu derin bir bağdır. Kimliğini kaybeden bir insan, kendi maneviyatının çöküşüne tanıklık eder. O, artık yalnızca bir beden, bir gezgin ya da bir sığınmacı değildir; kimliksiz, adlandırılamayan bir varlığa dönüşür. Mülteci, savaşın, şiddetin, yoksulluğun ve haksızlığın taşıyıcısıdır ancak tüm bunlar ona yalnızca dış etkilerden kaynaklanan acılar olarak yansımaz; kimliğini kaybetmesi, onun insan olma deneyimini tamamen değiştirir.

Mülteci olmanın anlamı, sadece bir yerden bir yere göç etmek değildir; bu, bir insanın kendi dünyasının, evinin, köklerinin ve geçmişinin yıkılmasıdır. Kimlik, insanın bütünlüğünü sağlayan bir harfler bütünü gibidir. İnsan, tarihi ve kültürel bir bağlama sahip olduğunda kendisini tanıyabilir ve anlamlandırabilir. Ancak , bu bağları koparır. Geçmiş, bir hatıra haline gelir ve bir insanın geçmişiyle kurduğu ilişki, belirsizleşir. Mülteci, eski evinin, eski topraklarının ötesinde bir hayat kurmaya çalışırken, aslında kimliksiz bir varlık olarak sürüklenir. O, kendini ait hissedeceği bir yer bulamayan bir yolcudur. Onun her adı, her kimliği yabancılaşmanın derinliğine bir adım daha yaklaşır. Her yeni ülke, her yeni toprak, ona eski kimliğinden bir parça hatırlatmak yerine, daha da siler.

Kimlik kaybı, yalnızca bir kültürün ve geçmişin kaybı değildir. Aynı zamanda insanın onuru ve özgürlüğüyle doğrudan ilişkili bir meseledir. İnsan, ancak kimliğini taşıyarak özgürdür. Kimlik, insanın varlık sebebini, düşünce dünyasını, duygu derinliğini ifade eder. Kimliği kaybeden insan, kendisini tanımlayamayacağı bir boşlukta sürüklenir. Bu, bir yabancılaşma değil, insanın özünden kopmasıdır. Onun varoluşu, ne bir coğrafyaya, ne bir topluma, ne de bir dillere bağlıdır; o, ancak insan olmanın özüyle, onurlu bir duruşla kendisini tanımlar. Mülteci bu özden koparılır ve geriye sadece hayatta kalma mücadelesi ve toplumlar arası geçiş süreci kalır.

Fakat insan, onurunu ve kimliğini kaybettiğinde yalnızca bir beden olarak varlık gösteremez. İnsan, kimliğini kaybettiğinde, kendisini anlamlı bir şekilde tanımlama ve dünyayla anlamlı bir ilişki kurma yetisini de kaybeder. Toplumlar, savaşların ve şiddetin sonucunda başka yerlere sürüklenmiş bu insanları kabul etmekte zorlanır. Çünkü toplumlar, genellikle kimlikleriyle tanımlanır. Bir mültecinin kimliği yoktur; o, başkalarına ait bir yerin göçmeni, bir başka toplumun yabancısıdır. Onun varlığı, bir tehdit gibi algılanır; çünkü topluluklar, varlıklarını yalnızca kendi kimlikleriyle sürdürürler ve başka kimlikleri kabul etmekte zorlanırlar. Mülteci, tam da burada, bir kimlik bunalımının içine düşer. O, hem kendi geçmişine hem de kabul edilmediği bir geleceğe yabancılaşır.

Mülteciliğin bu insani krizinde, bir gerçeği göz ardı etmemeliyiz. , kimlikten bağımsız bir şekilde var olan bir değerdir. insanın varlığını yıkamaz ancak insanın kimliğini yitirerek onurunu kaybettiği doğruysa da insan onuru daima yeniden var olma gücüne sahiptir. İnsan, her kayıptan sonra yeniden dirilme gücüne sahiptir. Mülteci, bir kimlik kaybı yaşamış olabilir fakat insan olma onurunu yeniden kazanabilir. Bu, sadece toplumun kabulü ile değil, şahsi bir direnişle mümkündür. Mültecinin yaşadığı bu derin insanlık krizinde, onun insani değerleri, acıları ve umutları tekrar şekillenebilir. Bu, aslında bir insanın özgürlüğünü ve onurunu kaybetmeden nasıl yeniden var olabileceği sorusunun cevabıdır. Kimlik kaybı, insanın özgürlüğünü de yok etmez, onu yeniden kurmaya çalışması, varoluşundan gelen bir direnişin ifadesidir.

Bu direnişin önünde duran, insanın karşılaştığı toplumların sert duvarlarıdır. Mülteci, kimliğinden kopmuş bir birey olarak sadece dış dünyadan değil, toplumlardan, düzenlerden, hatta bazen ailelerinden ve kendi geçmişlerinden de dışlanmış hisseder. Toplumlar, mülteciyi kabul etmekte zorlandığında, insanlık da kendi onurunu kaybeder. Toplumlar, mültecilerin kimliğini kabul ettiklerinde, aslında kendi kimliklerini daha derinden sorgulamak zorunda kalırlar. Mültecinin insan olarak kabul edilmesi, yalnızca ona bir yer açmak değil, aynı zamanda insanlık adına bir onur mücadelesidir. Mülteci, bir yerden bir yere sürüklenen, kimliğini kaybeden bir varlık olarak değil, insan onurunu ve özgürlüğünü savunan bir figür olarak var olmalıdır.

Mültecilik, kimlik kaybı ve insan onuru yalnızca bir toplumsal mesele olarak kalmamalıdır. Bu mesele, aynı zamanda felsefi bir sorundur. İnsan, kimliğini kaybetse de, onurunu kaybetmemelidir. İnsan onuru, kimlikten bağımsız olarak var olan bir gerçekliktir; insan, kimliğiyle değil, insan olmanın öz değerleriyle var olur. Toplumlar bu gerçeği kabul etmeli, mültecilere sadece fiziki bir varlık değil, onurlu bir insan olarak yer açmalıdırlar. Çünkü gerçek insanlık, kimliği ne olursa olsun, her insanın onuruna saygı göstermeyi gerektirir. Ve insanlık ancak bu onuru tanıyarak, kayıp kimlikleri yeniden inşa ederek, gerçekte insan kalabilir.

Latest from Muhammed Işık

Rusya-Ukrayna Gaz Savaşları: Avrupa Donuyor, Türkiye Parlıyor!
Önceki Hikaye

Rusya-Ukrayna Gaz Savaşları: Avrupa Donuyor, Türkiye Parlıyor!

ABD’nin Kâbusu, Türkiye’nin Çözüm Süreci
Sonraki Hikaye

ABD’nin Kâbusu, Türkiye’nin Çözüm Süreci

Git

Don't Miss