Suriye’de taşlar yeniden oynuyor. İsrail, Amerika ve Türkiye arasında görünmeyen bir diplomasi hattı kurulmuş durumda. Son günlerde yaşanan açıklamalar, bu hattın sadece bir temas trafiği değil, derin bir stratejik uyum arayışı içerdiğini gösteriyor. Peki bu süreçte hangi ülke neyi hedefliyor? Kim, neyin peşinde?
İsrail’in uzun süredir Suriye’de kendine nüfuz alanı açma çabası biliniyor. Özellikle rejim değişikliği sürecinde işgal ettiği topraklar ve sürekli tekrarlanan hava saldırıları, Tel Aviv’in bu ülkede kalıcı bir varlık kurma niyetini ortaya koyuyor. Bu stratejinin bir ayağı da Suriye’deki azınlıklarla, özellikle Kürt gruplarla ve Yezidilerle geliştirilen ilişkiler. Ancak bu adımlar Türkiye’nin güvenlik kaygılarını doğrudan etkiliyor. Ankara, Şam’ın güneyine uzanacak bir oluşumu açıkça istemediğini her fırsatta dile getiriyor.
Bu gerilim ortamında Amerika Birleşik Devletleri ilginç bir pozisyonda. Görünürde sessiz, ancak perde arkasında bir arabuluculuk yürütüyor. Türk ve İsrail yetkililerinden gelen eş zamanlı açıklamalar – “Suriye üzerinden çatışmaya girmeyiz” yönündeki ifadeler – bu arabuluculuğun ürünleri olabilir. Trump’ın “Ben arabulucu olabilirim” cümlesi, boşuna söylenmiş bir siyasi nezaket değil, sürdürülen bu gizli diplomasinin dışa yansıyan kırıntısı.
Trump yönetiminin pozisyonunu belirleyen bir diğer faktör ise İsrail’in kendini savunma konusundaki yetersizliği. ABD için İsrail artık bir “maliyet kalemi” haline gelmiş durumda. 4 milyar dolarlık yıllık yardımın karşılığını sorgulayan bir Washington var karşımızda. Üstelik Çin’in Hayfa Limanı’ndaki yatırımları gibi stratejik tehditler de İsrail üzerindeki Amerikan sabrını zorluyor.
Diğer tarafta, Türkiye’nin tavrı dikkat çekici bir dönüşüm geçiriyor. Bir yıl önceki sert söylemlerden uzak, daha temkinli ve diplomatik bir çizgi izleniyor. Türkiye, Suriye’de askeri üs kurmadı, beklenen operasyonları yapmadı. Belli ki Washington’la örtük bir anlayış birliği oluşmuş durumda. Hakan Fidan ve Erdoğan’ın açıklamaları, bu sürecin parçası olarak okunmalı.
Ancak dikkat çeken bir diğer gelişme de Gazze üzerinden yaşanıyor. İsrail’in oradaki sivil nüfusu göçe zorlama çabası, 21. yüzyılda utanç verici bir sürgün senaryosunu gündeme getiriyor. Trump bu fikri hâlâ canlı tutuyor. “Gazze iyi bir gayrimenkul olabilir” diyor. Sanki bir halktan değil, bir arsadan söz ediyor. ABD, bu projeye Körfez ülkelerini ikna etmeye çalışıyor ama Ürdün ve Mısır hâlâ büyük engeller.
Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki, Suriye artık sadece bölgesel bir kriz değil. Çin’den İran’a, Amerika’dan Körfez ülkelerine kadar birçok aktörün hesap yaptığı büyük bir satranç tahtası. Ve bu tahtada Türkiye sessiz ama stratejik bir oyun kurucu olarak konumlanıyor.
Antalya Diplomasi Forumu: Bölgesel Barışın Umudu mu?
Suriye Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’de düzenlenecek uluslararası bir foruma katılacak olması, diplomasiye yeni bir soluk getirebilir. Ancak bu yakınlaşmanın İsrail ve ABD nezdinde nasıl karşılanacağı belirsizliğini koruyor. Forum, bölgesel aktörlerin diyalog kapısını aralarken, Suriye’deki anayasa reformları ve İran’ın rolü gibi engeller de masaya yatırılacak. Belki de uzun süredir konuşulan ama dile getirilmeyen mutabakatlar, Antalya’da açıklanacak. Ama unutulmamalı: Her şeyin merkezinde Gazze ve Suriye halkı var. Diplomasi sessiz ilerliyor, ama sahadaki bombalar hâlâ çok ses çıkarıyor.
Sonuç: İstikrarsızlık Kimin İşine Yarar?
İsrail’in Suriye’deki hamleleri, kısa vadede askeri kazanımlar sağlasa da, uzun vadede bölgenin istikrarsızlığını besliyor. ABD’nin çekilme eğilimi, Rusya ve Çin’in artan etkisiyle birleştiğinde, Ortadoğu’da yeni bir güç boşluğu riskini doğuruyor. Türkiye’nin dengeli diplomasisi ve uluslararası platformlardaki inisiyatifi, çatışmaları önlemede kilit rol oynayabilir. Ancak İsrail’in “güvenlik” adı altında sürdürdüğü politikalar, insani bedelleri artırırken, bölgeyi yeni bir kaosa sürüklüyor.