Son dönemde Suriye’deki hapishanelerden çıkan acı dolu görüntüler, insan hakları ihlallerinin ve baskının insanlığın tarihi bir zaafı olarak varlığını bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Suriye örneği sadece bölgesel bir trajedi değil, aynı zamanda dünyanın dört bir yanındaki birçok baskıcı rejimin ve otoriter hükümetin hapishanelerinde yaşanan benzer Vahşetlerin de hatırlatıcısı. Bu tür insanlık dışı uygulamalar, baskının sadece belirli bir tarihsel dönemin veya coğrafyanın sorunu olmadığını, insanlığın karanlık yönlerinin zamandan ve mekândan bağımsız olarak devam ettiğini açıkça gösteriyor. Özellikle Suriye’deki son gelişmeler, bir anlamda uluslararası toplumun insan hakları ve özgürlükleri, siyasi ikiyüzlülükler ve küresel çürüme konusundaki derin çelişkilerini ortaya koyuyor.
İnsanın tarihsel ve toplumsal gelişimi ne kadar ilerlerse ilerlesin, vahşet ve acımasızlık gibi karanlık yönler insan doğasında derin kökler salmaya devam etmektedir. Medeniyet ve uygarlığın ilerlemesiyle insanlık bir yandan gelişirken, diğer yandan insanlığın geçmiş çağlarda sergilediği vahşi ve zorlayıcı yönler varlığını sürdürmektedir. Tarih bunun sayısız örneğiyle doludur. Suriye’deki hapishanelerden gelen vahşi görüntüler yalnızca günümüzün bir yansıması değil, aynı zamanda insan doğasının karanlık yönlerinin bir kez daha yüzeye çıkmasıdır. Zulüm, belirli bir döneme veya coğrafyaya özgü bir olgu olmanın ötesinde, insanlık tarihi boyunca farklı biçimlerde kendini gösteren bir kötülük ve sistematik baskı biçimi olmuştur. Toplumlar, devletler ve bireyler çeşitli güç dinamikleri altında birbirlerine karşı bu zulümleri sürdürmüşler ve tarih boyunca farklı coğrafyalarda benzer insanlık dışı eylemler gerçekleştirilmiştir.
Bu zulmün temeli, yalnızca bireysel kötülükle açıklanamayacak kadar geniştir. Zalimlik aynı zamanda toplumsal ve politik yapılarla iç içe geçmiş bir olgudur. Savaşlar ve iç karışıklıklar sırasında, devletler bazen sadece güçlerini göstermek için bazen de güçlerini pekiştirmek için sivillere karşı acımasız işkenceler kullanırlar. Bu tür uygulamalar, insan onurunu hiçe sayan ve bireyleri nesnellikten bir metaya dönüştüren bir vahşet biçimidir. Dünya ne kadar “medeni” olursa olsun, zulüm ve vahşet en karanlık köşelerde devam eder ve bu çirkinlikler yeniden canlanır.
Zulmün kökeninde bireylerin güç ve kontrol arzusu yatar. Bu arzu aynı zamanda toplumsal korku ve güvensizliklerden de beslenir. Rejimler güçlerini sürdürebilmek için işkence ve baskıyı meşrulaştırmaya ve normalleştirmeye çalışırlar. Ancak zulmün yayılması küresel ölçekte adaletsizliğin, eşitsizliğin ve insan hakları ihlallerinin derinleşmesine yol açar. Gücün doğrulukla özdeşleştirildiği bir ortamda, zayıfların ezilmesi her geçen gün daha da sistematik hale gelir. Sonuç olarak zulüm yalnızca bireysel bir yıkım değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı tehdit eden devasa bir çürümedir.
İşkence, tarihsel olarak her dönemde ve toplumda baskıcı rejimler tarafından kullanılan, insan onurunu ve özgürlüğünü ihlal eden bir araç olmuştur. Hukukun temeli insan haklarının korunması ve adaletin sağlanmasıdır. Ancak tarih, güçlünün yönetimini sürdürmek için işkencenin ne kadar yaygın ve sistematik bir şekilde kullanıldığını göstermektedir. Orta Çağ’da işkence yasal bir yöntem olarak kabul ediliyordu. Avrupa’daki cadı avları sırasında, şüphelilere işkence uygulanıyordu ve bu uygulamalar yalnızca cezalandırma amaçlı değil, aynı zamanda gücü pekiştirme ve toplumu sindirme amaçlıydı. 16. ve 17. yüzyıllardaki cadı avları, işkencenin hem itiraf alma hem de halkı sindirme aracı olarak nasıl meşrulaştırıldığını göstermektedir.
İşkence, 20. yüzyılın faşist rejimlerinde de benzer amaçlarla kullanıldı. Nazi Almanyası’nda Gestapo tarafından gerçekleştirilen işkenceler yalnızca savaş esirlerine değil, aynı zamanda toplumun her kesiminden bireylere karşıydı. Savaş sırasında, bu tür zulümler gizli soruşturmalar, siyasi muhalefeti bastırma ve korku yaratmayı amaçlayan stratejilerin bir parçasıydı. Yasanın hiçe sayılması ve işkencenin meşrulaştırılması, faşist rejimlerin halk üzerinde uyguladığı baskıyı güçlendiren araçlardı.
1980’ler Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısını derinden etkileyen hak ihlalleriyle dolu bir dönemdi. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe, ülkede rejim değişikliğine yol açarak sivil hakların ihlaline ve devletin otoriterleşmesine neden oldu. Darbeden hemen sonra ilan edilen sıkıyönetim, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına, hukukun üstünlüğünün ihlaline ve insan hakları ihlallerine yol açtı. Özellikle işkence, zorla kaybetmeler ve idam cezaları dönemin en karanlık insan hakları ihlalleri arasında yer aldı. Askeri yönetim, muhalifleri susturmak için gözaltında işkence yaptı ve binlerce insan hayatını kaybetti. Ayrıca birçok insan adil yargılanmadan idam edildi. Bu dönem, insan hakları açısından Türk siyasal tarihinin en acılı ve gerici yıllarından biriydi.
Modern çağda, işkence hala birçok otoriter rejim tarafından uygulanmaktadır. 2010’ların başında Suriye’deki iç savaş sırasında Esad rejiminin gerçekleştirdiği işkenceler sadece fiziksel değil aynı zamanda psikolojik yıkıma da neden oldu. Bu tür işkenceler uluslararası hukukun ihlalini teşkil ediyor ve dünya çapında milyonlarca insanı olumsuz etkiliyor. Guantanamo, Irak ve diğer savaş bölgelerindeki benzer uygulamalar, işkencenin modern dünyada hala yaygın ve meşru olduğunu gösteren somut örneklerdir.
İşkence, yalnızca bir bireyin değil, aynı zamanda bir toplumun ve hatta tüm insanlığın değerlerini tehdit eden bir olgudur. Hukukun üstünlüğü yalnızca yazılı kurallarla değil, aynı zamanda bu kuralların insan haklarını koruyacak şekilde işlemesiyle de sağlanabilir. Bu nedenle işkence hiçbir koşulda meşrulaştırılamaz.
İsrail’in askeri stratejileri ve uyguladığı savaş yasaları, özellikle Filistin topraklarında yaşananlar bağlamında, uluslararası toplumda ciddi tartışmalara neden olmuştur. İsrail, zaman zaman sivillere saldırarak, sivillerin savaşta korunması gerektiğini ve yalnızca askeri hedeflerin hedef alınması gerektiğini öngören Cenevre Sözleşmelerini ihlal etmektedir. Bu durum, uluslararası hukuka aykırı olarak, sivil yaşamlarını tehdit eden büyük kayıplara yol açmaktadır. Özellikle Gazze Savaşı sırasında yaşananlar, savaş yasalarına ilişkin uluslararası normların nasıl hiçe sayıldığını ve savaşın sivil nüfus üzerindeki yıkıcı etkilerini ortaya koymaktadır.
Mülteci sorunu, yalnızca bugün değil, tarih boyunca savaşlar, etnik çatışmalar ve baskıcı rejimler sonucu insanlık dışı koşullarda zorla yerinden edilen milyonlarca insanın trajedisini sembolize ediyor. Suriye, Irak ve Libya’daki savaşlar dünya çapında büyük mülteci hareketlerine neden oldu ve bu insanlar hem savaşın etkilerinden hem de mülteci olarak karşılaştıkları insan hakları ihlallerinden büyük zarar gördüler. Mültecilerin karşı karşıya kaldığı bu durum, uluslararası toplumun kolektif sorumluluğunu gerektiriyor.
Batı, insan hakları konusunda öncü bir duruş sergilese ve evrensel değerler önerse de uygulamada ciddi çifte standartlar sergiliyor. Batılı ülkeler insan hakları ihlallerine karşı kayıtsız kalıyor ve ekonomik ve jeopolitik çıkarları doğrultusunda tutarsız bir yaklaşım sergiliyor. Batılı güçlerin 19. yüzyıldaki sömürge uygulamaları, kölelik ve soykırım gibi insanlık dışı eylemler bu çifte standartların temellerini attı. Batılı ülkeler bugün bile sömürge geçmişlerinin mirasını taşıyor.
Örneğin, ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahaleleri, özellikle 2003’teki Irak işgali, binlerce sivilin ölümüne yol açtı ve Batı’nın insan hakları savunuculuğuna zarar verdi. Guantanamo’daki işkenceler ve adil yargılama ihlalleri de Batı’nın bu konudaki ikiyüzlülüğünü gösteriyor.
İsrail-Filistin çatışmasında Batı, İsrail tarafından işlenen şiddet konusunda genellikle sessiz kalıyor veya bu eylemleri “güvenlik” gerekçesiyle meşrulaştırıyor. Gazze’ye yapılan saldırılar ve sivil katliamları, Batı’nın insan hakları anlayışındaki çifte standartları ortaya koyuyor.
Batı, insan hakları ihlalleri konusunda hassasmış gibi görünürken, ticari ve ekonomik ilişkilerde bu değerlerden ödün verebiliyor. Özellikle Çin ile olan ticari ilişkiler, Batı’nın Çin içindeki insan hakları ihlallerine göz yummasına neden oluyor. Çin’in Tibet ve Sincan’daki baskıları Batı tarafından çoğunlukla görmezden geliniyor.
Batı’nın insan hakları konusunda sergilediği çifte standartlar, küresel insan hakları savunuculuğuna olan güveni ciddi şekilde zedeliyor.