İnsanın, bazen, seçim yapma yetisiyle tanımlandığı söylenir. Bizler yalnızca içgüdülerle harekete geçen varlıklar değiliz; ne yapacağımıza ve bunu nasıl yapacağımıza biz karar veririz. İnsan olmanın anlamı kısmen de budur.
Aydınlanma döneminin etkili Alman filozofu Immanuel Kant, bir zamanlar tartışmalı olan bu düşünceyi sağduyuya dönüştürenler arasında belki de en önemli figürdür. Kant’a göre insan hayatı, ardı ardına gelen tercihlerden oluşur. Ne yapacağımıza karar vermek, bizim yazgımızdır. Gerçekten de, Adem, Havva ve yasak elma hikâyesi geleneksel olarak kötülüğün dünyaya girişinin anlatısı olarak okunurken, Kant bu öyküyü bizim kendimizin farkına varan seçicilere dönüşmemizin hayati önemdeki başlangıcı olarak yeniden yorumlar:
“Doğal içgüdünün terk edilmesine neden olan ilk olay önemsiz bir şey olabilir. Ama bu, insanın aklını, tüm hayvanların sınırlandığı çerçevenin ötesine taşıyabilecek bir güç olarak fark etme yönündeki ilk çabasıydı. … Bu, doğanın sesine karşı gelerek —onun itirazına rağmen— özgür bir seçimi deneme yönündeki ilk girişimi için yeterli bir sebepti. … İnsan, kendi yaşam biçimini seçebilme gücünü keşfetti; hayvanlar gibi tek bir yola mahkûm olmadığını fark etti. Âdeta bir uçurumun kenarında duruyordu.”
Bu pasaj, seçim olgusunun çok uzun zaman önce evrene dahil olduğu ve o zamandan beri pek değişmediği gibi naif bir izlenim verebilir. Ancak Sophia Rosenfeld’in dikkat çekici yeni kitabı The Age of Choice: A History of Freedom in Modern Life (Seçim Çağı: Modern Hayatta Özgürlüğün Tarihi), bizi bu düşüncenin saflığına karşı uyarıyor. Alışveriş, flörtleşme ve oy kullanma gibi alanların tarihlerini inceleyen Rosenfeld, seçimin önceki biçimlerinden günümüzdeki haline evrimini anlatan büyüleyici bir anlatı sunuyor. Seçim, onun gösterdiği üzere, zaman içinde değişim geçirmiştir. Ve eğer Kant onun insan yaşamındaki merkezi konumu konusunda haklıysa, o zaman bizim de değişmiş olmamız gerekir.
Bugün insanlar, seçim kavramına uzun zamandır olmadıkları kadar çelişkili duygularla yaklaşıyor. Serbest piyasa ideolojisini sınırsız seçimi mutlak bir iyilik olarak yücelten neoliberalizm, artık çoğunlukla kaba tüketime, sinsice ilerleyen bir nihilizme ve genel bir anlam kaybına neden olmakla suçlanıyor. Bu eleştirileri paylaşan ama liberal-sosyalist özün neoliberal suyla birlikte lavaboya dökülmesinden endişe eden bizler için Rosenfeld’in kitabı, derinlemesine bir düşünme fırsatı sunuyor.
Gerçekten de, sınırsız piyasaların toplum üzerindeki etkilerinden kaygı duyanlar için bu dört yüzü aşkın sayfalık eserde bolca düşünsel malzeme mevcut. Çünkü modern çağda seçim, insanın gelişimini değil, bireysel bencilliği teşvik edecek şekilde dönüştürülmüştür. Bu dönüşümle birlikte kaybedilen şey, diğer insanların bakış açılarını dikkate alan, onların değer ve çıkarlarına önem veren bir seçim biçimidir. Bu tür bir seçimin kaybı, gerçekten de üzücüdür. Ve eğer sol, neoliberalizmin bireyleri yalnızlaştıran etkilerine yönelik yaygın memnuniyetsizliğe hitap etmek istiyorsa, bu kaybolan seçim anlayışını yeniden canlandırmanın yollarını aramalıdır.
Kitabın ele aldığı ilk ve en açık konu olan alışverişle başlayalım. Alışveriş, seçimi adeta başlı başına bir amaç haline getiren bir etkinliktir. Eskiden bir kişi, gerçekten ihtiyacı olan belirli bir ürünü almak için pazara gider, dükkân sahibinin yardımıyla uygun olanı seçerdi. Ancak “alışveriş” dediğimiz modern pratikle birlikte insanlar artık pazara belli bir şey almak amacıyla değil, herhangi bir şeyi —veya hiçbir şeyi— alma niyeti olmadan girmeye başladı. Seçmek ya da yalnızca bazı seçimleri düşünmek bile başlı başına bir eylem haline geldi. Günümüzde ise bu eylem adeta sosyallikten arınmış bir uç noktaya ulaştı: Artık çoğu zaman tek başımıza, internet üzerinden, herhangi bir satıcıyla hiç etkileşime girmeden alışveriş yapıyoruz.
Rosenfeld, alışverişteki bu dönüşümü zaman içinde belgeliyor ve bu alandaki çeşitli yeniliklerin piyasa davranışlarının doğasını nasıl dönüştürdüğünü gösteriyor. Örneğin, bir ürün için sabit fiyat belirleme fikri, 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış belirli bir gelişmeydi ve bu fikre bir miktar direniş gösterilmişti. Çünkü bu uygulama, “kişisel boyutu ortadan kaldırıyordu; özellikle de bir nesnenin diğerinden neden daha cazip olduğu konusunda birçok değişkenin değerlendirilmesi gereken durumlarda seçim yapmaya yönelik yardım olasılığını.”
Günümüzde alışverişin kişisel boyutunu önemsemek biraz nostaljik bir tavır gibi görünebilir. Ancak bu mesele, modern dönemin birçok siyasal düşünürüyle yankı buluyor. Örneğin, Adam Smith Ulusların Zenginliği adlı eserinde serbest piyasaları savunurken pazarı, bireylerin eşit koşullarda bir araya gelip karşılıklı fayda sağlayacak anlaşmalar yapmaya çalıştıkları bir alan olarak hayal etmişti. Bu süreç, diğer kişinin neye ihtiyacı olduğunu hayal etmeyi, onun çıkarlarına dikkat etmeyi ve onları tatmin etmeye çalışarak saygıya dayalı, insani bir ilişki geliştirmeyi gerektirirdi. Seçimlerin gerçekleştiği piyasa koşulları bu şekilde tanımlanmıştı: eşitlik, empati ve sosyallik temel hedeflerdi. (Nitekim siyaset felsefecisi Elizabeth Anderson’a göre kapitalizmin başlangıçta solcu bir pozisyon olarak görülmesinin nedeni de buydu.)
Ancak aradan geçen 250 yılda, piyasa bağlamındaki seçim anlayışı neredeyse tanınmaz hale geldi. Artık müşterisini tanımayan satıcılar, satıcıyı tanımayan müşterilere ürün satıyor; satıcı, müşterinin gerçekten ihtiyacı olup olmadığını ya da ürünü isteyip istemediğini önemsemiyor. Müşteri memnuniyeti ise “marka sadakati” yaratıyor ama insani yakınlık değil. Hem satıcılar hem de tüketiciler, piyasa ilişkilerine dar anlamda bireyci ve çıkar odaklı bir şekilde yaklaşmaları için teşvik ediliyorlar.
Ancak The Age of Choice yalnızca ekonomik yaşantımızla ilgilenmiyor. Kitap, bu bireyci ve yalnızlaştırıcı dinamiğin bizlerin yalnızca piyasa aktörleri olarak değil, toplumsal ve kültürel varlıklar olarak kimliğimize nasıl yayıldığını da detaylı biçimde ortaya koyuyor.
Romantizmin Evrimi
Sophia Rosenfeld’e göre, 19. yüzyıldaki balo salonu, romantik eş seçimi bağlamında seçim tarihinin önemli bir dönüm noktasını temsil eder. Tarih boyunca flörtleşme süreci, aile ve toplumun yönlendirmesiyle titizlikle planlanan bir ritüeldi. Ancak baloda erkekler kadınlara yaklaşarak dans kartlarına adlarını yazdırmaya başladıklarında, genç ve romantik ruhlar için bambaşka bir dünya açılmış oldu:
“[D]ans kartları… bizi, her iki cinsin de çok sayıda seçenek arasında tercih yapabildiği, yeni fırsatlarla dolu bir dünyaya yerleştirir. 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika kıtasındaki çeşitli sınıflardan insanlar, yalnızca seçim yapmaya yönelik özel alanlarla değil, aynı zamanda giderek daha çok yerleşik hale gelen ‘seçenek menüsü’ ilkesinin, yaşamın birçok yönünü yapılandıran temel şemaya dönüşmesiyle karşılaştılar.”
Seçeneklerin bu denli artması, kuşkusuz birçok açıdan özgürleştiriciydi. Ancak herhangi bir Jane Austen okuyucusunun da bileceği gibi, Viktorya dönemi flörtleşme normları serbest piyasa kurallarına hiç benzemiyordu. Resmî kurallar ve gayriresmî gelenekler, balodan önce, balo sırasında ve sonrasında karşı cinsle ilişkilerin her yönünü düzenlemeye başlamış; özellikle kadınların davranışları her an dikkatle izlenir hâle gelmişti.
Bronte Kardeşler döneminden Tinder çağına uzanan eşleşme sürecini, romantik özgürleşmeye doğru ilerleyen kesintisiz bir gelişim olarak görmek cazip olabilir. Gerçekten de, arkadaşlık uygulamaları sürece karışan aile üyelerini ve mahalle dedikoducularını büyük ölçüde devre dışı bırakmıştır (her ne kadar çevrim içi flörtleşmeye duyulan memnuniyetsizlik giderek artsa da). Ancak Rosenfeld kitabı boyunca, sınırsız seçimin tarihini koşulsuz bir ilerleme anlatısı olarak okumanın tehlikelerine dikkat çeker. 21. yüzyıl flörtleşmesine sadece kısa bir şekilde değinse de, bugünün romantik ortamı onun tanımladığı sürecin doğal bir nihai durağı gibi görünür. Çünkü neoliberal çağda flört, bir tür tüketici tercihi karakteri kazanmış, içeriği boşaltılmış ve bireyleri aşk hayatlarında bile piyasa mantığına uymaya teşvik eden bir forma bürünmüştür.
Akıllı telefon uygulamaları üzerinden flört etmek, sonuçta kendini “pazara sunmak” ve bir ürün gibi tanıtmaktır — biyo yazımı ve profil fotoğrafı seçimi için hazırlanan rehberlerin sayısındaki patlama, flört önerisinden çok işletme fakültesi reklamcılığına benzer. Kullanıcılar, tıpkı bir yemek siparişi uygulamasındaki menüye göz atar gibi, ilgilerini çekecek profilleri tarar. Ve buluşma gerçekleştiğinde ya da gerçekleşmeden önce birçok kişi eş adayını adeta bir yatırım gibi değerlendirir: Acaba bu kişi en iyi seçenek mi? Daha iyi alternatifler masada mı bırakılıyor? Arzu edilen ilişki, cinsellik ya da evlilik en verimli nasıl elde edilir?
Neoliberal “özgür seçim” anlayışına genel olarak sıcak bakanlar tüm bunlara omuz silkip şöyle diyebilir: “Aşkı ya da seksi neden süpermarketteki kola ya da sabundan farklı değerlendirelim?” Öte yandan, sağ kanattan bazı çevreler bu modern flört krizine, geçmişin geleneksel cinsiyet ve cinsellik normlarını sosyal denetim aracı olarak geri getirme çağrılarıyla yanıt verir.
Peki, gerçekten özgürleştirici bir alternatif neye benzerdi? Rosenfeld’in kitabı, bu tür soruları yanıtlamaktan çok, üzerine düşünmeye davet eden bir metindir. Ama 19. yüzyılın ütopyacı sosyalisti Charles Fourier bu konuda hem radikal hem eğlenceli önerilerde bulunmuştur. Evliliği bir kurum olarak eleştiren Fourier, cinselliğin bastırılmasının bireysel gelişimi engellediğini düşünüyordu. Le Nouveau Monde Amoureux (Yeni Aşklar Dünyası) adlı, ölümünden sonra yayımlanan eserinde; kadın-erkek, genç-yaşlı, güzel-çirkin herkesin birden fazla partnerle özgürce aşk yaşayabildiği bir dünya hayal etti. 1960’ların “çiçek çocukları” tarafından keşfedilen bu vizyon, çağının çok ilerisindeydi.
Ancak Fourier, savunduğu cinsel özgürlüğün serbest piyasa mantığına indirgenmesine şiddetle karşıydı. Ona göre “aşkta serbest piyasa” kaçınılmaz olarak yıkıcı bir rekabete yol açacak, yaşlıları, çirkinleri ve engellileri aşk bakımından mahrum bırakacaktı.
Bu nedenle insanlar yalnızca cinsel eğilimlerine göre değil, ruhsal ve entelektüel uyumlarına göre de eşleştirilecekti. Adaylara çeşitli seçenekler sunulacak, teklifleri reddetme hakkı daima korunacaktı — ama amaç, rekabete dayalı olmayan bu sistemde daha fazla kişinin daha geniş olasılıklara açık hale gelmesiydi.
Elbette, insanların çok eşli ilişkilere daha uygun olduğunu varsayması, yaşlılarla gençlerin eşleşmesinde güç dengesinin sorun olmayacağını düşünmesi ve herkesin cinsiyet fark etmeksizin bir araya getirilebileceğini varsayması nedeniyle Fourier’in sistemini tüm ayrıntılarıyla savunmak kolay değil. (Kaldı ki kendisi de muhtemelen bu öneriyi ciddi olmaktan çok ironik bir ruhla ortaya koymuştu — çünkü sistemin uygulanabilmesi için önce frengiyi ortadan kaldırmak gerektiğini de esprili biçimde belirtmişti.)
Ama onun önerisinde dikkate değer olan, aşkı sadece bir piyasa kararı olarak görmektense, yok edilen ya da göz ardı edilen değerleri koruma çabasıdır. Fourier’in amacı, romantik yaşamı yalnızca arzuların tatmini olmaktan çıkarıp, fiziksel ve ruhsal gelişime imkân veren bir sürece dönüştürmekti. Eş adaylarının bir algoritma değil, kişilik ve ihtiyaçları dikkatle değerlendiren insanlar tarafından önerilmesi gerektiğini savunuyordu — yani sizi kim olursa olsun birine tıklamaya veya durmaksızın “kaydırmaya” teşvik eden uygulamaların tam tersi bir yaklaşım.
Fourier’in temel sezgisi şuydu: Romantik eş seçimi, özel sermayenin çıkarlarına değil, ilerici toplumsal hedeflere hizmet eden normlar ve kurumlar tarafından şekillendirilmelidir. Mevcut libertaryen varsayımlarla şekillenmiş aşk düzenine karşı solcu bir meydan okuma için bir alan olup olmadığı sorusu, “seçim” kavramını ciddiyetle incelemeye başladığımızda sormamız gereken temel sorulardan biridir. Belki de ilk adım, aşk hayatlarımızı kâr odaklı şirketlerin eline teslim etmenin ne kadar akıllıca olduğunu sorgulamak olabilir.
Gizli Oy
1872 yılının Ağustos ayında, İngiltere’nin Pontefract kasabasında tarihte ilk kez gizli oyla bir seçim gerçekleştirildi. Bu oy kutusu, tarihsel bir yenilikti: Önceki dönemlerde demokratik oylamalar çoğunlukla gürültülü tartışmalar eşliğinde yapılır, halkın önünde el kaldırılarak sonuçlandırılırdı. Rosenfeld’in aktardığına göre, Pontefract seçimi için ülkenin dört bir yanından gazeteciler akın etmiş, olayı ilginç bir seyirlik olarak sunmuş, ardından —ileride siyasi yorumculuğun nasıl evrileceğine dair bir ipucu verircesine— artık gerekçelerini açıklamadan oy kullanan seçmenlerin iç dünyası üzerine spekülasyonlara girişmişlerdi.
Elbette gizli oy, bir miktar özgürlük kazandırmıştı. Artık birine rüşvet vermek ya da tehdit ederek belirli bir şekilde oy kullandırmak kolay değildi; çünkü kimin ne oy verdiğini bilmek imkânsız hale gelmişti. Ancak bu yeni uygulama aynı zamanda oylamayı kamusal bir sorumluluk eyleminden çıkarıp, kişisel bir tercih beyanına dönüştürmüş oldu.
Sonuçta, gizli oyun ulusal düzeyde ve ardından küresel ölçekte benimsenmesi, siyasal düşünce açısından yeni olan bazı varsayımların kökleşmesine yardımcı oldu. İlki şudur: Siyaset söz konusu olduğunda, “bağımsız” bireylerin de tüketim malları hakkında olduğu gibi belirli yargıları ve tercihleri vardır ve bunlar tespit edilebilir, ölçülebilir. Bu varsayımdan türeyen ikinci bir nokta ise bir sorun olarak karşımıza çıkar: Bu yargılar ve tercihler, kolektif iyilik hedeflense bile, büyük olasılıkla herkes tarafından paylaşılmaz. Çünkü bunlar büyük ölçüde bireysel değerlere, kişisel zevklere, arzulara ve vicdani kanaatlere dayanır.
Felsefi Bir Mercekten Bakıldığında
Oylama sürecine felsefi bir mercekten bakıldığında, oy sandığı, Jean-Jacques Rousseau’nun “bütün halkın, bütün halk hakkında karar vermesi” diye tarif ettiği demokratik ideali, giderek bir tür piyasa rekabetine dönüştürmektedir. Kişi artık oyunu kamusal bir eylem, yurttaşlarına açıklanabilir bir karar olarak değil; kişisel tercihlerini, sandıkta başkalarını alt ederek ileri taşımanın bir aracı olarak görmeye teşvik edilmektedir.
Kuşkusuz, kimsenin baskısına maruz kalmadan oy kullanma hakkı, özgürleştirici bir kazanımdır. Ancak bu kazanımın motor gücü olan sistem, seçmenin oy hakkıyla birlikte taşıması beklenen sivil ve toplumsal sorumluluk duygusunu bastırmaktadır. Bugün seçmenler elbette siyasal müttefikleri ve rakipleriyle saatlerce tartışabilir; ama giderek daha az insan, oyunun gerekçesini diğer yurttaşlarının yüzüne bakarak açıklamak gibi bir kamusal yükümlülük taşıdığına inanmaktadır. Seçmen kabinine girildiğinde, gerekçeniz ne kadar yetersiz, bencil, bilgisiz ya da öç alma güdülü olursa olsun, oy vermekte özgürsünüz. Diğer insanlara hesap vermek, artık ahlaki bir zorunluluk olmaktan çıkmış, oy verme eylemine tamamen dışsal bir meseleye dönüşmüştür.
Bu gidişat, demokrasi için iyiye işaret değildir. Ancak ne yapılacağı da çok net değildir; çünkü ulusal düzeyde kolektif tartışma forumları pek mümkün görünmemektedir. Yazara göre yerel siyaset, eğer canlı ve kapsayıcı ise, eşitler arasında yurttaşlık bağlarının kurulabileceği, ortak aklın geliştirilebileceği bir zemin sunar. Zaman içinde gelişen bu tür ilişkiler, insanların birbirinin ihtiyaçlarına ve değerlerine dikkat kesildiği, uzlaşma ve ortak hedefler etrafında kenetlenebildiği işbirliği kültürlerini teşvik edebilir.
Yerel siyasete katılım azaldığında genellikle şu hatırlatılır: Konut politikaları, çevre düzenlemeleri, eğitim gibi birçok önemli karar yerel düzeyde alınır. Ama belki yerel siyaset başka bir nedenle de güçlendirilmelidir: Çünkü orada, demokrasideki seçimin daha toplulukçu ve kamusal bir ruhla yeniden canlandırılması hâlâ mümkündür. Aynı şey sendikalar için de söylenebilir; ABD’de sendikaların zayıflaması, artan toplumsal yalnızlık ve işçi sınıfının sağa kayışıyla paralel ilerlemiştir.
Daha İyi Seçimler Yapmak
Süpermarkette, arkadaşlık uygulamalarında ya da oy kabininde olsun, neoliberal çağın eğilimi, bireyi diğerlerinin bakış açısından ve çıkarlarından yalıtan bir seçim anlayışına yönelmiştir. Ürün alıp satarken karşı taraftaki kişinin çıkarını düşünmeyiz. Aşkı, bir menüden ürün seçer gibi, kullanıcılarının iyiliğini umursamayan kâr odaklı algoritmalar aracılığıyla ararız. Oyumuzu ise yalnızca kendi isteğimizi gerçekleştirmek için verir, başkalarının siyasi bakış açılarına kendimizi yerleştirme zahmetine katlanmayız — ortak iyiyi birlikte aramak yerine.
The Age of Choice burada değinilmeyen birçok konuda da önemli içgörüler sunar: feminizm ve üreme hakkı, din ve inanç tercihleri, reklam psikolojisi gibi. Ancak en geniş düzeyde kitap, seçim yapan varlıklar olarak doğamızın tarih boyunca nasıl toplumsal ve ekonomik yapılarla iç içe geçtiğini düşünmeye bir davettir. Son birkaç on yılda, merkezinde bireyci ve piyasalaşmış bir seçim anlayışı bulunan bir düzen egemenlik kazanmış durumda. Bu anlayış, giderek daha fazla Amerikalı için itici hale geliyor. Seçimin insan hayatındaki merkezi rolü göz önüne alındığında, daha kolektif, daha toplumsal ve insani bir seçim düşüncesine yönelmek, içinde yaşadığımız çağın çok katmanlı krizlerine yanıt verebilmenin temel koşulu olabilir.
kaynak : jacobin.com