ABD Başkanı Donald Trump, ikinci döneminde yeni bir siyasetçi ve yetkili kadrosuyla çevrili. Seçim kampanyasında Amerikan siyaset sahnesini “yozlaşmış elitlerden” arındırma vaadinde bulunmuş olsa da, göreve geldikten sonra siyasi sadakati en büyük öncelik haline getirerek kendisine bağlı elitleri yükseltmeyi tercih etti. Medyanın, Trump’ın Kanada’yı ABD’nin 51. eyaleti yapma ve Grönland’ı ilhak etme söylemlerine ya da Elon Musk’ın Avrupa’daki aşırı sağ partilere verdiği desteğe odaklanması, aslında yeni siyasi elitin federal hükümeti dönüştürmeye yönelik iddialı planını gölgede bıraktı.
20 Ocak’ta göreve başlamasının ardından Trump, Demokrat elitlere ve onların politikalarına şiddetle karşı çıkan MAGA (“Make America Great Again”) hareketinin en sadık Cumhuriyetçi elitleriyle iş birliği yaptı. Partisinin yürütme ve yasama organları üzerindeki hakimiyeti (en azından 2026 ara seçimlerine kadar) ve Trump’ın atadığı muhafazakar eğilimli üç yargıcın bulunduğu Yüksek Mahkeme ile sağa kayan federal yargı, Trumpizmin yeni dönemini şekillendiren unsurlar haline geldi. Ancak Trumpist hareketin siyasi projesi, genel olarak elitizme karşı bir savaş vermekten ziyade, liberal demokrasilere özgü belirli bir elit grubunu hedef alıyor.
Tipik popülist propaganda, “Size ihanet eden ve aldatan elitlere karşı halkın sesi benim” söylemi üzerine kuruludur. Bu retorik, halkın çıkarlarının, geleneksel elitlerin aracılığı olmaksızın, doğrudan popülist bir lider tarafından savunulabileceği iddiasına dayanır.
Siyaset teorisyeni John Higley, bu elit karşıtı söylemin arkasında “güçlü liderler” ile onların siyasi başarısından nemalanan “aslansı elitler” arasında bir ilişki gördüğünü belirtiyor. Ona göre bu durum, Batı demokrasilerinin geleceğini tehdit eden önemli bir olgudur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD siyasetinde demokratik elitizm konusunda genel bir uzlaşı bulunuyordu. Bu ilkeye göre, kitlesel demokrasilerde elitlerin arabuluculuğu kaçınılmazdır ve iki temel kritere dayanmalıdır: seçim sonuçlarına saygı (seçimlerin özgür ve rekabetçi olması) ve siyasi kurumların görece özerkliği. Ancak 1990’lardan itibaren artan siyasi kutuplaşma, bu uzlaşıyı giderek daha fazla sarsmaya başladı.
2016 başkanlık seçim süreci, hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat cephede elit karşıtı söylemin yükselişine sahne oldu. Bernie Sanders ve Elizabeth Warren gibi Demokrat senatörlerin popülist çıkışları, Trump’ın sağ cepheden yürüttüğü söylemle örtüşen noktalara sahipti. Bu söylemlerin temelinde, ABD’nin doğu ve batı kıyılarında yoğunlaşan prestijli finans, siyaset ve akademik kurumlara duyulan öfke ve “derin devlet” komplo teorisi bulunuyordu.
Trump’ın 2020 seçimlerinde aldığı yenilgiyi asla kabul etmemesi, siyasi düşmanlığı daha da derinleştirdi. Özellikle teknoloji devlerinin siyasi iletişim süreçlerine doğrudan müdahil olması –ki bu durum Cumhuriyetçi kanatta daha büyük yankı uyandırdı– demokratik elitizmin reddini daha da güçlendirdi.
Trump’ın Yukarıdan Gelen Popülizmi: Elitlerin İsyanı
ABD’li tarihçi Christopher Lasch’ın (1932-1994) ortaya attığı elitlerin isyanı kavramı, demokrasinin elitler eliyle ihanete uğrayabileceği fikrini uzun yıllardır tartışmaya açmıştır. Antropolog Arjun Appadurai’ye göre bu durum, günümüz popülizminin belirleyici özelliklerinden biridir. Eğer 20. yüzyıl kitlelerin isyanı çağıydıysa, Appadurai’ye göre 21. yüzyıl tam tersine, elitlerin isyanı ile karakterize edilmektedir.
Bu perspektif, yalnızca Macaristan’da Viktor Orbán, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan ve Hindistan’da Narendra Modi gibi popülist otokrasilerin yükselişini değil, aynı zamanda köklü demokrasilerde de popülist liderlerin seçim başarılarını (ABD’de Donald Trump, İtalya’da Giorgia Meloni, Hollanda’da Geert Wilders) açıklayan önemli bir çerçeve sunmaktadır.
Trump popülizmi, çoğunlukla sıradan Amerikalıların elitlere karşı bir isyanı gibi görünse de, Appadurai’nin işaret ettiği gibi, Trump’ın Kasım seçimlerindeki zaferinin ardından oluşan yeni iktidar dinamiği, gerçekte Beyaz Saray’ı yaklaşık dört yıl boyunca elinde bulunduran Demokrat elitin yerini, onları iktidardan indiren yeni bir elitin aldığı gerçeğini gölgeliyor.
Bu yeni alter elit, yalnızca geleneksel Demokrat elitleri değil, aynı zamanda ılımlı Cumhuriyetçileri de dışlamayı hedefliyor. Liberal değerleri ve “uyanıklık” (wokeness) olarak adlandırılan sosyal adalet ideolojisini itibarsızlaştırmayı, onların siyasi mirasını ve kurumsal gücünü kırmayı amaçlıyor. Trump’ın destekçileri tarafından şekillendirilen bu yukarıdan gelen popülizm, onun ilk döneminde görülenlerden çok daha derin bir etkiye sahip olabilir ve Amerikan demokratik yapısında uzun vadeli dönüşümlere yol açabilir.
“Muskoligarşi” Fikrinin Ötesinde
Trump’ın yeni döneminde şekillenen elit yapılanmasıyla ilgili en ilginç teorilerden biri de Muskoligarşi kavramıdır. Bu terim, Trump’ın Hükümetin Verimliliği Departmanı (Department of Government Efficiency – DOGE) olarak adlandırdığı yapının başına geçmesini istediği Elon Musk etrafında kümelenen ekonomik elitleri ifade ediyor. Jeff Bezos, Mark Zuckerberg ve Marc Andreessen gibi teknoloji baronlarının da dahil olduğu bu ağ, ultra zenginlerden oluşan bir oligarşi ile politik gücü elinde tutan bir yönetici sınıfın birleşimi olarak görülüyor.
Financial Times köşe yazarı Martin Wolf’a göre bu durum, plüto-popülizm (plutocratic populism) adı verilen bir olgunun göstergesi. Eski Başkan Joe Biden’ın veda konuşmasında “aşırı zenginlik oligarşisi” ve “teknolojik-endüstriyel kompleksin potansiyel yükselişi” hakkında uyarılarda bulunması da bu gelişmelerle örtüşüyor.
Ancak bazı gözlemciler, Muskoligarşi teorisine ihtiyatla yaklaşıyor. Trump’ın yeni elit yapısının sosyolojik açıdan oldukça farklı gruplardan oluştuğunu ve bu kesimlerin tek bir ideolojik çerçeveye tam olarak oturtulamayacağını savunuyorlar. Ortak noktaları, Trump’a duydukları siyasi sadakat olsa da, zamanla bu birlikteliğin kırılgan hale gelebileceği belirtiliyor.
Fakat şu bir gerçek ki, bu yeni elit karşıtı elit, belli bir misyon etrafında birleşiyor: federal hükümeti, Demokratların ve Washington’daki köklü bürokrasinin boyunduruğundan kurtarmak. 1981’de Ronald Reagan, başkanlık yemin töreninde “Devlet sorunumuzun çözümü değildir, aksine kendisi sorunun ta kendisidir” diyerek, devlete karşı temkinli yaklaşan muhafazakar elitizmin temel taşlarını döşemişti. Trump’ın elit karşıtlığı da bu anlayıştan ilham alıyor ve şu basit siyasi programı savunuyor.
Amerikan demokrasisini “derin devletten” kurtarmak.
Bu hareketin nasıl bir dönüşüm yaratacağı ise, önümüzdeki yıllarda şekillenecek politik dinamiklerle doğrudan bağlantılı olacak. Trump’ın etrafında şekillenen yeni elit sınıf, gerçekten anti-elitist bir yapıya mı sahip, yoksa yalnızca gücü yeniden dağıtan bir elit dönüşümü mü yaşıyoruz? Amerikan siyasetinin geleceği, bu sorunun yanıtında saklı.
ABD’nin “seçilmemiş ve hesap vermeyen bir elit” ile genel çıkarları bozan “içeridekiler” tarafından kuşatıldığı iddiasının temelsiz olduğu kanıtlanmış olsa da, bu söylem yeni Trump yönetiminde hâlâ baskın bir yer tutuyor. Bu komplo teorisini en uç noktaya taşıyan isimlerden biri, FBI başkanlığı için düşünülen Kash Patel oldu. Eski avukat, federal yönetimi hedef alan Hükümet Gangsterleri adlı kitabında, elit Demokratların adalet önüne çıkarılması için “tasfiyeler” yapılması gerektiğini savunuyor. Kitabında, Biden, eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve eski Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in de aralarında bulunduğu yaklaşık 60 kişilik bir liste sunarak, onların siyasi bir operasyonla tasfiye edilmesini gerektiğini öne sürüyor.
Bunun yanı sıra, Beyaz Saray Yönetim ve Bütçe Ofisi’nin başına, 2021’de Biden yönetiminin devralınmasını engellemeye çalıştığı bilinen Russell Vought’un getirilmesi, Trump yönetiminin alacağı sert yönelimin bir başka göstergesi olarak dikkat çekiyor.
Devleti siyasi sadakat etrafında yeniden şekillendirmek
“Elit karşıtı” yeni seçkinler, federal yönetimi kökten değiştirme hedefleri doğrultusunda, muhafazakâr düşünce kuruluşu Heritage Foundation tarafından hazırlanan Project 2025 adlı 900 sayfalık program raporuna güveniyor. “400’den fazla akademisyen ve politika uzmanının” katkısıyla hazırlandığı belirtilen bu belge, Trump yönetiminin devlet mekanizmasını köklü bir şekilde dönüştürme planının temelini oluşturuyor. Programın eski direktörü Paul Dans, “daha önce hiçbir hareketin bu kadar kapsamlı bir plan oluşturmak için bir araya gelmediğini” belirterek, yeni yönetimin yalnızca politika değişiklikleri yapmayı değil, devletin işleyişini de kendi lehine yeniden düzenlemeyi amaçladığını söylüyor.
Bu çerçevede, federal memurların yeni yönetime tam bir bağlılık göstermesi gerektiği fikri öne çıkıyor. Ancak bu yaklaşım, Trump’ın ilk döneminde de gündeme gelmişti. Görev süresinin sonuna doğru, “politikayla ilgili pozisyonlarda çalışan” ve “sadakatsiz” olarak görülen federal memurların kolayca işten çıkarılmasını sağlayan bir kararname yayımlamıştı. Bu karar, Biden tarafından iptal edilmişti. Ancak Trump, göreve döndüğü ilk gün bu iptali geri almak için yeni bir kararname imzalayarak, federal yönetimi daha önce hiç olmadığı kadar sıkı bir şekilde kendi kontrolü altına almayı hedefledi.
Bu yeni elit grubu, sadece Reagan dönemindeki neoliberal devlet küçültme anlayışını benimsemiyor. Amaçları, devletin boyutunu küçültmekten öte, onu tamamen kendi siyasi vizyonlarına göre yeniden inşa etmek. Asıl hedefleri, geçici bir siyasi zafer değil, daha kalıcı bir dönüşüm: demokratik elitizmin yerine popülist elitizmi yerleştirmek.
Trump’ın elit karşıtı söylemi ironik bir şekilde kendi yeni elitini yaratırken, bu yeni düzenin uzun vadede Amerikan demokrasisi üzerinde nasıl bir etki yaratacağı belirsizliğini koruyor. Mevcut kurumlar, Trump yönetiminin devleti popülist bir çerçevede yeniden şekillendirme girişimine nasıl yanıt verecek? Bu sorunun yanıtı, yalnızca Trump’ın ikinci dönemini değil, Amerikan siyasetinin geleceğini de belirleyecek.
Laura Hood Politika Editörü ve Editör Yardımcısı, The Conversation UK