İran-İsrail 'Eşik Savaşı' Nükleer Gerginliğin Kurallarını Yeniden Yazdı

İran-İsrail ‘Eşik Savaşı’ Nükleer Gerginliğin Kurallarını Yeniden Yazdı

İsrail ile İran arasındaki gerilim, nükleer eşiğe dayalı savaşlar çağını başlatıyor. Bu analiz, önleyici saldırıların nükleer caydırıcılık üzerindeki yıkıcı etkisini, uluslararası hukukun zayıflamasını ve Orta Doğu'dan küresel düzeye yayılan kriz dinamiklerini ele alıyor.
Haziran 18, 2025
konu yorum

İsrail ile İran arasındaki çatışma, sadece bir Orta Doğu krizi olmanın çok ötesinde; küresel nükleer yayılma risklerini önümüzdeki on yıllar boyunca şekillendirme potansiyeline sahip tehlikeli bir dönemin başlangıcını işaret ediyor.

Her şey 13 Haziran 2025’te İsrail’in İran’daki nükleer tesislere ve diğer hedeflere düzenlediği saldırılarla başladı. Ancak bu durum artık nükleer güvenlik alanında uzmanların “eşik savaşı” olarak adlandırdığı yeni ve ürkütücü bir çatışma biçimine dönüştü. Bu tür bir savaşta, nükleer silaha sahip bir ülke, nükleer eşiğe gelmiş bir düşmanın bu eşiği aşmasını engellemek için doğrudan askeri güç kullanıyor. Tel Aviv ve Tahran’a ardı ardına füzeler yağarken – İran’da yüzlerce, İsrail’de en az 24 kişi hayatını kaybetmişken – uluslararası toplum, geleneksel caydırıcılık sistemlerinin gerçek zamanlı olarak çöktüğüne tanıklık ediyor.

Bu yeni dinamik, her iki tarafın da açık şekilde nükleer silahlara sahip olduğu Hindistan-Pakistan gibi klasik nükleer rekabetlerden farklı olarak, doğası gereği istikrarsız ve tırmanmaya açık bir kriz sarmalı yaratıyor. İran, İsrail saldırılarını nükleer silahlar olmadan caydıramayacağına giderek daha fazla inanıyor. Ancak nükleer silah edinme yolunda attığı her adım, İsrail’in daha da sert saldırılarını beraberinde getiriyor. Öte yandan İsrail, İran’ın nükleer bilgisini askeri yollarla tamamen ortadan kaldıramayacağını biliyor – sadece geciktirebilir. Fakat bu geciktirme, İran’ın nükleer silah edinme kararlılığını daha da güçlendirme riskini taşıyor.

Bu döngüde hiçbir taraf geri adım atamıyor, çünkü geri çekilmenin her biri için katlanılamaz sonuçları var: İsrail açısından, nükleer silah sahibi bir İran; İsrail’in bölgesel askeri üstünlüğünü sona erdirebilecek bir caydırıcılık gücü. İran açısından ise, rejimin yıkımına yol açabilecek yıkıcı İsrail saldırıları tehdidi. Bu ölümcül mantığın sonuçları sadece Orta Doğu’yu değil, tüm dünyayı etkileyebilir.

Önleyici Saldırı Eşiği Aşıldı

Gerilim giderek tırmanıyor. İranlı yetkililer İsrail’in saldırısını “savaş ilanı” olarak niteledi ve vurulan nükleer tesislerin “yeniden inşa edileceğini” duyurdu. İsrail ise operasyonun “gerektiği kadar süreceğini” açıkladı. Bu sert açıklamaların gölgesinde, ABD ile İran arasında yapılması planlanan nükleer müzakereler iptal edildi. Tahran, bu görüşmeleri artık “anlamsız” bulduğunu açıkladı. Diplomasiye kısa süreliğine açılan kapı – Trump’ın ikinci başkanlık döneminde birkaç aylığına yeniden aralanan pencere – böylece tekrar ve bu kez kasıtlı bir biçimde kapanmış görünüyor.

Ancak asıl tehlike, İsrail’in saldırısıyla birlikte uluslararası hukukta ve savaş normlarında önleyici savaş kavramının geçirdiği dönüşümde yatıyor. İsrailli yetkililer bu saldırıyı “ön alıcı” (preemptive) bir hamle olarak tanımlasa da, hukuki ve stratejik bağlamda bu tanım geçersiz. Gerçek bir “ön alıcı saldırı”, karşı tarafın saldırısının eli kulağında olduğu anlarda yapılan savunmadır – örneğin İsrail’in 1967’de, Arap ordularının saldırı hazırlığı yaptığı sırada başlattığı Altı Gün Savaşı gibi. Oysa “” (preventive strike), uzak gelecekteki potansiyel bir tehdidi bugünden bertaraf etmeye yöneliktir – tıpkı Japonya’nın 1941’de Pearl Harbor’a yaptığı saldırı gibi.

İsrail, İran’ın kısa sürede 15’e kadar nükleer bomba yapabileceğini ileri sürerek bu saldırıyı meşrulaştırmaya çalıştı. Ancak Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) Başkanı Rafael Grossi’nin saldırıdan önce yaptığı uyarı oldukça netti: Böyle bir saldırı, İran’ın nükleer kararlılığını caydırmak yerine güçlendirebilir, hatta İran’ı Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’ndan (NPT) çekilmeye zorlayabilir. Bu uyarı, sadece birkaç gün içinde gerçeğe dönüştü. 16 Haziran’da İran, 1968 tarihli NPT’den çıkmayı öngören bir yasa tasarısını Meclis gündemine aldığını açıkladı.

İsrail’in bu kararı, uluslararası hukuk sisteminin yıllardır süren aşınmasına dayanıyor. 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin Afganistan ve Irak’a yönelik askeri müdahaleleriyle başlayan süreçte, “önleyici savaş” kavramı fiilen meşrulaştırılmıştı. ABD’nin “teröre karşı savaş” stratejisi, egemenlik normlarını sarsmış; insansız hava araçlarıyla yapılan suikastlar ve sınır ötesi saldırılar yeni bir güvenlik doktrini haline gelmişti. Son yıllarda ise Gazze’deki operasyonlar ve diğer benzeri çatışmalar, uluslararası insancıl hukuk ihlallerinin çoğu zaman pratikte ciddi bir yaptırıma uğramadığını göstermiş oldu. İsrail açısından bu “hoşgörülü ortam”, İran’a saldırı için hem fırsat hem de gerekçe üretmiş görünüyor. Bu, Netanyahu’nun uzun süredir sürdürdüğü stratejik hedeflerinden biriydi.

Daha önce Rusya’nın Ukrayna’daki Zaporijya Nükleer Santrali’ne yönelik saldırıları, modern savaşta nükleer altyapının ne kadar savunmasız olduğunu ortaya koymuştu. Şimdi ise İsrail’in İran’a yaptığı saldırı, bu eğilimi daha da ileri taşıyor. Bu gelişme, Hindistan, Çin ya da ABD gibi diğer ülkelerin de benzer şekilde “önleyici saldırı” gerekçesiyle yeni nükleer programlara karşı harekete geçmesini meşrulaştırabilir. Ve bu da, küresel güvenlik sisteminin önümüzdeki yıllarda daha da istikrarsızlaşacağı bir süreci başlatabilir.

Saldırıdan Bölgesel Yangına: Yayılmacı Kriz

İsrail’in ilk saldırısı, beklenildiği gibi hızla tırmanan bir karşılık doğurdu. İran’ın misillemesi, 13 Haziran’da yüzlerce insansız hava aracı ve füze saldırısıyla başladı; ardından gelen günlerde bu saldırılar düzenli ve yoğun bir biçimde sürdü. 15 Haziran sabahına gelindiğinde, iki ülke enerji altyapılarına, askeri üslere ve sivil yerleşimlere karşılıklı saldırılar düzenliyordu. Çatışmanın kısa vadede sona ereceğine dair hiçbir işaret yoktu.

Yemen’deki Husiler, Tel Aviv’i hedef alan balistik füzelerle çatışmaya dâhil oldu. Ancak dikkat çeken bir eksiklik vardı: Ne Hizbullah, ne Hamas ne de İran’a bağlı Iraklı milisler bu çatışmaya katıldı. Bunun temel nedeni, bu grupların İsrail’in son aylarda gerçekleştirdiği operasyonlarla ciddi ölçüde zayıflatılmış olması. İran’ın bölgedeki geleneksel caydırıcı gücü olan bu “direniş ekseni”nin çökmesi, Tahran’ın stratejik hesaplarını köklü biçimde değiştirmiş durumda. Artık İran, vekil güçleri aracılığıyla misilleme yapma kapasitesini büyük oranda kaybettiği için, doğrudan İsrail saldırılarına daha açık hale geliyor. Bu da, nükleer silahları Tahran’ın gözünde tek güvenilir caydırıcı seçenek haline getiriyor.

Bu çatışma dinamiği, bir devletin saldırganlığı “önleme” adı altında meşrulaştırmaya çalıştığında neler olabileceğini gösteriyor. Saldırı sürecini başlatan İsrail, şimdi bu eylemin sonuçlarıyla yüzleşiyor. İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın “yıkılan tesislerin yeniden inşa edileceğini” açıklaması, İsrail’in nükleerleşmeyi durdurmak amacıyla yaptığı saldırının, tam tersine, İran’ın bu süreci daha da hızlandırmasına neden olabileceğini gösteriyor.

Taahhüt Tuzağı: Geri Adım Atılamayan Kısır Döngü

Bu noktada devreye, strateji literatüründe “taahhüt tuzağı” (commitment trap) olarak bilinen tehlikeli bir mekanizma giriyor. Her iki taraf da artan maliyetlerle karşı karşıya kalıyor ama geri çekilmek, stratejik ya da politik olarak kabul edilemez sonuçlar doğuruyor. İsrail için büyük bir açmaz söz konusu: Saldırılar İran’ın nükleerleşmesini önlemek yerine hızlandırabilir. Ancak geri adım atmak, nükleer bir İran’ı kabullenmek anlamına geliyor.

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “şu an yaşananlar, İran’ın önümüzdeki günlerde yaşayacaklarının yanında hiçbir şey” açıklaması, bu sürecin nasıl hızla tam ölçekli bir savaşa doğru evrilebileceğini açıkça ortaya koyuyor. Önleyici olduğu iddia edilen bir operasyon, bir anda bölgesel bir yangına ve geri dönüşü olmayan bir yıkıma dönüşebiliyor. Bu tuzakta, tarafların hiçbiri kazanmıyor – ve dünya, kaybedenlerin sayısının artmasına sadece seyirci kalıyor.

Korunmasız Devletler, Korunma Arayışı

Kurumsallaşmış nükleer güçler, masaya güç pozisyonundan oturabilirken, te duran devletler – İran gibi – çok daha sert bir ikilemle karşı karşıya: Ya önleyici saldırılara ve rejim değişikliği riskine açık kalacaklar ya da caydırıcılığın tek garantisi olan nükleer silaha ulaşmak için hızla ilerleyecekler.

Bu denklemde en net örnek Kuzey Kore’dir. Yıllardır süren yaptırımlara ve askeri tehditlere rağmen Pyongyang, nükleer programını tamamlayarak artık önleyici saldırılara karşı neredeyse dokunulmaz hale gelmiştir. İranlı liderler bu dersi dikkatle okuyor. Soru şu: İran da aynı dokunulmazlığa ulaşmadan önce, belirleyici bir önleyici darbeye maruz kalacak mı?

Geleneksel nükleer caydırıcılık teorisi, karşılıklı savunmasızlık durumunda rasyonel aktörlerin denge kuracağını varsayar. Ancak “eşik savaşları”, bu temel varsayımı geçersiz kılıyor. İran, teyit edilmiş nükleer silahlara sahip olmadığı için İsrail’i tam olarak caydıramıyor. İsrail ise, İran’ın nükleer programı ilerlediği sürece caydırıcılığa güvenemez hale geliyor. Bu durum, klasik “ya kullan ya kaybet” mantığını devreye sokuyor: İsrail, İran silahlanmaya yaklaştıkça önleyici harekât için daralan bir zaman penceresiyle karşı karşıya kalıyor; İran ise, yeni saldırılar yaşamadan önce programını hızlandırma baskısı hissediyor.

Bu karşılıklı tırmanışı daha da tehlikeli hale getiren bir diğer unsur ise etkin dış arabuluculuğun yokluğu. ABD Başkanı Donald Trump’ın tutumu, bu boşluğu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Başlangıçta diplomasiye öncelik veren ve “İran’ı bombalamak yerine anlaşma yapılmalı” diyen Trump, saldırılar başlayınca pozisyonunu dramatik biçimde değiştirdi. “Devamı gelecek. Hem de fazlasıyla,” uyarısında bulundu.

Trump’ın Truth Social’daki paylaşımı – “İki ay önce İran’a anlaşma yapmaları için 60 günlük süre verdim. Yapsalardı iyi olurdu!” – diplomatik girişimlerin eşik savaşları başlar başlamaz nasıl çöktüğünü gösteriyor.

Küresel Sonuçlar ve Yıkılan Normlar

İsrail’in “Yükselen Aslan Operasyonu”na verilen uluslararası tepkiler, nükleer tesislere yönelik saldırganlığın artık ne ölçüde normalleştiğini gözler önüne seriyor. Avrupa liderleri “azami itidal” çağrısı yaptı, ancak İsrail’in ilk saldırılarını açıkça kınayan olmadı. Rusya ve Çin saldırıları kınadı ama somut bir adım atmadı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ise sadece “gerilimin artmasından endişe duyduğunu” belirten açıklamalarla yetindi.

Bu tablo, küresel nükleer düzen açısından yıkıcı bir emsal oluşturuyor. Eşik savaşları modeli, onlarca yıl boyunca nükleer silahların yayılmasını caydırıcılıkla değil önleme mantığıyla yöneten sistemin temelini sarsıyor.

İran-İsrail arasında yaşanan bu eşik savaşı, diğer bölgesel rekabetler için de tehlikeli örnekler yaratıyor. Eğer önleyici saldırılar işe yararsa, başka ülkeler de benzer yollara başvurma eğilimi gösterebilir ve diplomatik nükleer silahsızlanma çabaları geri plana itilir. Öte yandan, İran’ın hızlı bir şekilde nükleerleşmesi durumunda, Suudi Arabistan gibi eşikte bekleyen başka ülkeler de kendi nükleer programlarını gizlice ve hızla ilerletmeye yönelebilir.

Eğer önleyici saldırılar nükleer yayılmayı önlemenin yeni standardı haline gelirse, uluslararası nükleer yönetişim mimarisi parçalanmaya başlar. Bu çöküşün ardından dünya, Soğuk Savaş’taki gibi sabit ve öngörülebilir bir denge değil, önleyici saldırılar ve hızlandırılmış döngüleriyle tanımlanan çok daha tehlikeli bir gelecekle yüzleşir.

Kaynak site: https://theconversation.com

Latest from DÜNYA

Almanya’da Ekonomik Durgunluk Derinleşiyor: Avrupa İçin Risk Mi?
Önceki Hikaye

Almanya’da Ekonomik Durgunluk Derinleşiyor: Avrupa İçin Risk Mi?

EBRD’nin Gözünden Avrupa’nın İstikrarı İçin Türkiye Neden Vazgeçilmez?
Sonraki Hikaye

EBRD’nin Gözünden Avrupa’nın İstikrarı İçin Türkiye Neden Vazgeçilmez?

Git

Don't Miss