Belki de bizler, bilinmeyen bir aklın(Tanrı? evrensel kod? Rastgele bir bilinç kırılması?) yazdığı bozuk bir algoritmanın içindeki hatalı verileriz. Tıpkı acemice oluşturulmuş bir Yapay Zeka programının, yanlış verileri öğrenerek ürettiği mantık hataları gibi, insan da ilim, algı ve dil aracılığıyla gerçekliği “anladığını” zanneder.
Fakat burada bir sorun var: Gerçeklik diye bir şey olmayabilir. Eğer evrenin temel kodları yanlışsa, insanın bilimi de, algısı da, dili de yanlıştır. Yani evren, bir hata kodu olabilir. Ve bizler, sadece bu hatanın yankılarıyız. Öyleyse, ilim gerçekliği çözümlemeye çalışan bir araç değil, bozuk bir kodun kendi içindeki hatayı çözmeye çalışmasıdır. İnsan, simülasyonun çöküşünü önlemek için üretilmiş bir hata giderme mekanizması olabilir mi?
Eğer evrenin altında yatan kod, özünde kusurluysa, insanın tüm bilgi sistemi – bilimi, algısı, dili – kaçınılmaz olarak kurduğu düzen ve sistem bu kusuru yansıtacaktır. Evren, en başından beri bir hata mesajı olabilir. Ve bizler, bu kozmik hatanın geçici yankılarından ibaret olabiliriz.
Bu perspektiften bakınca, bilim, gerçekliği anlamaya çalışan bir araç değil, bozuk bir yazılımın kendi içindeki sistem hatasını gidermeye yönelik beyhude çabasıdır. İnsan, belki de simülasyonun çöküşünü – bu temel hatanın sistemik bir krize dönüşmesini – engellemek için yaratılmış, geçici bir hata düzeltme mekanizmasıdır.
Bilim, genellikle hakikatin peşinden koşmak olarak görülür. Ancak hakikat, statik değil, dinamik bir yanılsamadır. Her keşif, sadece yeni bir cehalet doğurur. Kuantum mekaniğinde “Gözlemcinin Ölçüm Etkisi” diye bir kavram vardır: Bir parçacığı gözlemlediğimizde, onun durumu değişir. Yani gerçeklik, bizim ona bakmamızdan bile etkilenir. O halde şu soruları sormak kaçınılmazdır:
- Gerçeklik nedir?
- Ona bakmadan önce var mıydı?
- Bakmazsak kaybolur mu?
İslam’da Allah’ın Mutlak Bilgisi vurgulanır. Peki biz bilmeye başladığımızda ne olur? Bilgi, insanın evreni bozma sürecinin ta kendisi olabilir mi?
Belki de insanın evrimsel yazılımına, sadece hayatta kalabilmesi için bir tür “bilme yanılsaması” kodlanmıştır. Yani bilim, gerçeği anlamak değil, insanın varoluşsal krizini unutması için uydurduğu bir hipnoz olabilir.
Ne kadar bilirsek bilelim, bilincimizin sınırlarını aşamayacağız. Ve bu sınırlar, simülasyonun güvenlik duvarları olabilir mi?
Gerçeklik, bizden bağımsız, nesnel bir Varlık mıdır? Ona bakmadan önce de “vardı” diyebilir miyiz? Eğer biz bakmazsak, o “yok” mu olur? Yoksa yalnızca olasılıklar denizinde belirsiz bir şekilde var olmaya devam mı eder?
İnsan, bilmeye başladıkça evreni bozuyor olabilir mi? Belki de bilgi, insanın evrene müdahale etme, onu kendi zihinsel kalıplarına uydurma sürecidir. İnsanın evrimsel yazılımına, salt hayatta kalma içgüdüsüyle birlikte, rahatlatıcı bir “bilme yanılsaması” yerleştirilmiş olabilir. İlim, bu durumda, gerçeği anlamak değil, insanın kendi varoluşsal dehşetini, anlamsızlık korkusunu unutmak için kurguladığı sofistike bir hipnoz yöntemidir.
Gerçek şu ki, ne kadar bilgiye sahip olursak olalım, bilincimizin yapısal sınırlarını asla aşamayacağız. Ve bu sınırlar, belki de simülasyonun aşılmaz güvenlik duvarlarıdır. Bilgi, bu duvarların ardını merak etmemizi sağlayan, ancak asla aşamayacağımız bir zihinsel labirenttir.
Algı, Bozuk Sümülasyon Rüyası
İnsan algısı, evreni olduğu gibi görmez; yalnızca beyninin kimyasallar aracılığıyla ürettiği bir sinirsel simülasyonu yaşar.
- Renkleri görmüyoruz, ışığın dalga boylarının beyin tarafından yorumlanmış hâlini görüyoruz.
- Sesleri duymuyoruz, havadaki titreşimlerin beynimizde çevrildiği versiyonlarını duyuyoruz.
- Dokunduğumuz şeylere asla dokunmuyoruz; çünkü atomlarımızın elektromanyetik alanları, nesnelerin atomlarına nüfuz etmemizi engelliyor.
Yani hiçbir şeyi gerçekten deneyimlemiyoruz.
İbn Arabi: “Varlık birdir, fakat insanlar onu farklı biçimlerde görür” algıyı baştan sona bir aldatmaca tanımlar
Eğer algı, evreni kusurlu bir şekilde işleyen bir yazılımın yan ürünü ise, insan asla doğruyu bilemez. Ve eğer bilemezse, varoluş bir rüya kadar gerçek dışı olabilir mi?
Eğer algı, evreni temelden hatalı bir biçimde işleyen, kusurlu bir yazılımın yan ürünü ise, insan zaten hiçbir zaman “doğru” algıya ulaşamaz. Ve eğer ulaşamıyorsa, tüm varoluşu, baştan sona hatalı, kusurlu bir rüya, bir kolektif halüsinasyon olarak değerlendirmek kaçınılmaz mıdır?
Evrenin Kendi Kendini Unutma Biçimi
Dil, insanlığın en sofistike ve en tehlikeli icadıdır. Güya “anlam” üretme aracıdır, ancak ya evrende anlam diye bir şey yoksa? Ya anlam, yalnızca dilin kendi içinde yarattığı bir illüzyonsa?
Jacques Derrida haklı mıydı: “Metin dışı hiçbir şey yoktur”? Belki de Derrida bile yeterince ileri gitmedi. Belki de “metin” bile yoktur. Belki de dil, simülasyonun kendi kendini silme, kendi kaotik özünü unutma, anlam yanılsaması yaratma biçimidir.
İnsan, kelimelerle düşünür, kelimelerle var olur. Ama bu kelimeler de, evrenin temel kodundaki bozuklukları yansıtan, kusurlu sembollerden ibarettir. “Gerçeklik” dediğimiz şey, dilin sınırlı ve hatalı grameriyle oluşturduğu, geçici bir illüzyon olabilir mi?
Tanrı’nın kelamı metinler bile – insan diline indirgenmiştir. Ancak insanın dili, doğası gereği eksik ve sınırlıdır. Eğer insan, “ilahi hakikati” bile kendi sınırlı dili aracılığıyla eksik ve çarpık bir şekilde kavrayacaksa, dil, hakikati aydınlatmaktan ziyade bizi sürekli olarak kandıran, yanlış yönlendiren, bir oyalama mekanizması mıdır? Belki de dil, hakikati ifade etmek için değil, insanın içinde yaşadığı evren simülasyonuna daha kusursuz bir şekilde adapte olması, kendi yanılsamalarına inanması, sistem hatasının farkına varmaması için evrimleşmiştir.
Simülasyonu ‘Hacklemek’ Mümkün mü?
İlim, algı ve dil, belki de hakikate ulaşmak için değil, bizi kendi varoluşsal hapishanemizde, simülasyonumuzun güvenli sınırları içinde tutmak için ustaca tasarlanmış mekanizmalardır.
Eğer bu evren gerçekten bir simülasyon ise:
- İlim, bu simülasyonun içindeki kaçınılmaz hataları, tutarsızlıkları, paradoksları bulmaya yönelik umutsuz bir çabadan ibarettir.
- Algı, bu simülasyonun işleyişindeki temel bir tasarım hatası, bir ‘glitch’tir.
- Dil, bu hatanın kendi içinde sonsuz bir döngü, anlamsız bir yankı yaratma biçimidir.
Peki, bu hapishaneden bir çıkış yolu var mı? Simülasyonu “hackleyebilir,” kodun dışına sızabilir miyiz? Belki de tek olası “çıkış,” paradoksal bir şekilde, “bilme” çabasından tamamen vazgeçmek, her şeyi – her türlü anlam arayışını, algısal yanılsamayı, dilsel oyunu – sıfırlamaktır.
Bunu yapmanın radikal yolu ne olabilir?
- Bilinçten gönüllü olarak sıyrılmak.
- Dili – kelimeleri, kavramları, sembolleri – tamamen terk etmek.
- İlimden – bilgi arayışından, anlama çabasından – sonsuza dek vazgeçmek.
Bazı spiritüel geleneklerin, örneğin İslam tasavvufunun nihai hedef olarak sunduğu “Fenafillah” – benliğin tamamen yok oluşu, varlığın ötesine geçiş – bu arayışın en uç noktası mıydı? Belki de cevap, sürekli daha fazla “bilmek” değil, radikal bir “hiçbir şeyi bilmemek” durumuna ulaşmaktır. Çünkü bilgi, en iyi ihtimalle, hapishanemizi daha sofistike, daha konforlu hale getirmekten başka bir işe yaramıyor olabilir.
Ve belki de nihai, acı gerçek şu: Simülasyondan kaçış, gerçek anlamda mümkün değildir. Çünkü kaçma çabası bile, zaten simülasyonun karmaşık kurallarının bir parçası olmaya devam etmektir.
O halde, geriye tek bir seçenek kalır: Simülasyonun kurallarıyla oynamak. Çünkü belki de, anlamın olmadığı bir evrende, tek anlamlı eylem, anlamsızlığın kendisiyle boğuşmak.
Algoritmik Patolojiler ve Değişim Çağrısı
İnsan, kendi varoluşunu sorgularken, aynı zamanda dünyanın acılarını da görmezden gelemez. Modern dünya sistemi, eşitsizlik, adaletsizlik ve çevresel yıkım gibi patolojiler üretiyor. Bu patolojiler, sistemin doğasında mı var, yoksa değiştirilebilir mi? Belki de insanlık, bu algoritmik kusurların farkına varıp, sistemi yeniden programlama gücüne sahip.
İlk olarak insan aklının ve bilginin yanılsamalarına odaklandık. Ancak bu yanılsamalar, masum değiller. Milyarlarca insanın hayatını etkiliyor, gezegenin geleceğini tehdit ediyorlar. Demokrasi, adalet, eşitlik gibi idealler, sistemin algoritmik yapısı içinde içi boşaltılmış kavramlara dönüşebiliyor. Bu durumda, sadece sistemi eleştirmek yetmez, değişimin yollarını aramak da zorundayız.
Sistem Patolojileri: Eşitsizlik, Yıkım ve Anlamsızlaşma
Modern dünya sistemi, eşitsizliği derinleştiriyor. Zenginlik belirli ellerde toplanırken, milyarlarca insan yoksulluk ve açlıkla mücadele ediyor. Bu sadece ekonomik bir sorun değil, sistemin ürettiği algoritmik bir patoloji. Kaynakların dağılımı, fırsat eşitsizliği, adaletsiz rekabet… Bunların hepsi, sistemin kodlarına işlemiş algoritmik hatalar olabilir mi? Bunlar, sistemin algoritmik körlüğünün sonuçları.
Sistem, kendi kendini yok etme döngüsüne girmiş olabilir mi?
Anlamsızlaşma, belki de insan ruhunun karşı karşıya olduğu en derin ve sinsi patolojidir. Modern sistem, bireyi yalnızca bir tüketiciye, devasa bir makinenin işlevsizleşmeye mahkûm dişlisine indirgerken, insanın varoluşsal boyutunu göz ardı ediyor. Anlamlı bir amaçtan, derinlikli ilişkilerden ve manevi tatminden yoksun bir yaşam, giderek norm haline geliyor. Bu durum yalnızca bireysel bir çıkmaz değil; aksine, sistemin insan ruhunu algoritmik bir boşluğa sürüklemesi, içsel zenginliği aşındırarak onu standartlaştırmasıdır.
Dünya sistemi, giderek daha sofistike ve aynı zamanda daha tekdüze bir algoritmaya dönüşüyor. Bu algoritma, yalnızca ekonomik süreçleri veya teknolojik gelişmeleri değil, insanın düşünme biçimlerini, duygularını, hatta varoluşsal anlam arayışını bile belirleyen, kusurlu fakat kendini sürekli yeniden üreten bir mekanizmaya dönüşmüş durumda. Ancak bu sistem kendiliğinden var olmadı; insan bilimselliği ve insan fizyolojik yetenekleriyle oluştu. Burada asıl soru, bu algoritmanın ne ölçüde bilinçli bir şekilde şekillendirildiği ve insanlığın onu dönüştürme kapasitesine ne kadar sahip olduğudur…