Türkiye’deki sağcı hegemonya, yüzeysel siyasi tercihlerin ötesinde, Aydınlanma değerleri ve Cumhuriyet’in kurucu felsefesine yönelik organik bir reddiyenin ürünüdür. Cumhuriyet projesi, dini otoriteden bağımsız kamusal alan inşası ve halk egemenliği temelinde şekillenen radikal bir dönüşümü simgeler. Yeni siyasal hareketlerin bu epistemolojik zemine nüfuz edememesi, hem tarihsel sürekliliği kıran hem de meşruiyet krizini derinleştiren bir entelektüel kırılma yaratmıştır. Bu kopuş, hareketleri ideolojik olarak “savrulan” konumuna mahkûm etmiştir.
Devlet aygıtının merkez-sağ ideolojiyle kurduğu organik birliktelik, yalnızca geçici bir politik yönelim değil, kalıcı bir rejim mimarisine dönüşmüş durumdadır. Bu ideolojik iç içelik, alternatif siyaset üretme kanallarını sistematik olarak tıkanmaya uğratmakla kalmamakta, aynı zamanda siyasal tahayyülün sınırlarını da daraltmaktadır.
Medya, eğitim sistemi ve yerel yönetimlerdeki monolitik yapılanma, muhalif sesleri bastırmakla yetinmeyip çoğulcu demokrasinin kurumsal zeminine doğrudan müdahale etmektedir. Farklılıkları zenginlik değil tehdit olarak kodlayan bu yapı, temsil fikrini sadece teknik bir yönetişim meselesine indirgerken, yurttaşlığın katılımcı ve dönüştürücü boyutunu da etkisizleştirmektedir.
Sivil toplumun bağımsızlığını yitirmesi ve neredeyse tümüyle devletleştirilmesi, demokratik denetim mekanizmalarının felce uğratılmasına yol açmıştır. Kamu kaynaklarının iktidar lehine ideolojik bir araç olarak seferber edilmesi ise, muhalif hareketlerin yalnızca siyasal değil, aynı zamanda maddi ve mekânsal olarak da örgütlenmesini imkânsızlaştırmaktadır.
Bu tablo, siyasal çoğulculuğun yalnızca temsil düzeyinde değil, gündelik yaşamın tüm dokularında kuşatıldığını ve demokratik tahayyülün radikal biçimde sınırlandığını göstermektedir. Neticede, sistem içi muhalefet dahi denetimli bir normlar rejiminin parçası hâline gelirken, sistem dışı alternatiflerin meşruiyet zemini tamamen ortadan kaldırılmaktadır.
Günümüz toplumsal hareketleri, neoliberalizmin atomize edici, bireyciliği kutsayan ve tüketimi merkezî norm haline getiren hegemonyasına karşı güçlü bir alternatif sosyal tahayyül geliştirmekte ciddi bir yetersizlik sergilemektedir. Direnişin teorik cephesi, çoğu zaman üniversite duvarları içinde hapsolmuş akademik soyutlamaların ötesine geçememiş, sokaktaki somut hayatla olan bağını büyük ölçüde yitirmiştir. Üretilen kavramlar, maruz kalınan tahakküm biçimlerini açıklamakta etkili olabilir; ancak bu kavramsallaştırmalar, örgütlü bir dönüşüm pratiğine evrilemediği sürece kuramsal birer yankı odasına dönüşmektedir.
Örgütsel düzlemde ise hareketler, iki uç arasında bocalamaktadır: Bir yanda, merkeziyetçi ve hiyerarşik yapılar, katılımcılığı bastıran bürokratik bir katılıkla hareketin dinamizmini öldürmektedir. Öte yanda ise postmodern dönemin “lidersizlik”, “yatay örgütlenme” ve “özne çoğulluğu” idealleri, çoğu zaman stratejik karar alma süreçlerinin felce uğramasına, dağınıklık ve eylemsizlik haline yol açmaktadır.
Bu ikilem, alternatif bir toplumsal tahayyülün hem fikri hem de örgütsel zeminde kurulamamasına neden olmakta; hareketler, sistem karşıtlığı iddiasına rağmen sistemin sınırlarını aşamayan bir döngüde hapsolmaktadır. Sonuç olarak, ne sokağı dönüştürebilecek bir tahayyül üretilebilmekte, ne de bu tahayyülü taşıyacak sürdürülebilir bir örgütsel yapı inşa edilebilmektedir.
Kamusal Zihnin Kuşatılması: Medya, Eğitim ve Sembolik Şiddet
Ana akım medyanın neredeyse mutlak düzeyde denetim altına alınması ve eğitim sisteminin milli-muhafazakâr bir ideolojik çerçevede yeniden inşa edilmesi, kamusal bilinci yalnızca yönlendirmemekte, aynı zamanda sistematik biçimde manipüle etmektedir. Bilgiye erişim ve eleştirel düşüncenin ön koşulu olan çoğulculuk, bu yeni düzende yerini dogmatik anlatılara, ideolojik sadakate ve kültürel tek tipleştirmeye bırakmıştır. Bu durumu son aylarda sokak gösterilerinde rahatlıkla gözlemleme imkanı bulduk. Yabancı düşmanlığı, etnik ve dini ayrımcılığı körükleyen sloganlar. Nefret dilinin her türü…
Yönlendirilmiş tarih anlatıları, seçici bellek politikaları aracılığıyla toplumsal hafızayı şekillendirirken; etnik ve dini farklılıklar üzerinden inşa edilen kutuplaştırıcı söylemler, kamusal alanı ortak bir zeminden yoksun bırakmaktadır. Popüler kültür ise, artık yalnızca bir eğlence aracı değil, iktidarın sembolik yeniden üretiminde kullanılan güçlü bir ideolojik aparat haline gelmiştir. Televizyon dizilerinden sosyal medyaya kadar uzanan bu kültürel hegemonya, bireyin dünyayı algılama biçimini kökten dönüştürmektedir.
Bu bütünlüklü ideolojik operasyon, yalnızca mevcut düzeni tahkim etmekle kalmamakta; aynı zamanda alternatif siyasal tahayyülün toplumsal düzeyde karşılık bulmasını da yapısal olarak imkânsızlaştırmaktadır. Sembolik şiddet, burada doğrudan fiziksel baskıdan çok daha etkili bir iktidar aracına dönüşmekte; zihinlerin şekillenmesi, alternatifin tahayyül dahi edilememesiyle sonuçlanmaktadır. Böylece, sadece düşüncenin değil, tahayyülün de sınırları çizilmiş olur.
Taklitçilik Tuzağı ve Kadro Krizi: İdeolojik Erozyonun Anatomisi
Yeni toplumsal ve siyasal hareketler, iktidarın belirlediği hegemonik dilin sınırlarında konuşmaya zorlandıkça, kendi özgün söylem ve kimliklerinden uzaklaşmaktadır. Sağ popülizmin yükselişiyle birlikte, milliyetçi vurgular, dini referanslarla meşrulaştırılan muhafazakâr değerler ve otoriter güvenlik söylemi, yalnızca iktidar bloğunun değil, muhalif hareketlerin bir kısmının da retorik dağarcığını şekillendirmiştir. Bu taklitçi yönelim, kısa vadeli meşruiyet kazanma arayışının bir uzantısı olarak görülse de, uzun vadede hareketlerin ideolojik omurgasını aşındırmakta ve inandırıcılıklarını köklü biçimde zedelemektedir.
Bu ideolojik savrulmanın eşlikçisi olarak, özellikle sol-sosyalist gelenekten gelen entelektüel ve örgütsel birikim, ya sistem tarafından kooptasyona uğrayarak pasifize edilmiş, ya da mevcut siyasal düzlemin daralması karşısında umut ve etki gücünü yitirerek siyaset dışına itilmiştir. Böylelikle, hem düşünsel hem de kadrosal anlamda bir tükenme yaşanmıştır.
Ortaya çıkan bu kadro krizi, hareketleri yalnızca temsil yetisinden değil, analiz, örgütlenme ve alternatif üretme kapasitesinden de yoksun bırakmıştır. Teorik derinliği olmayan ve pratik deneyimden beslenmeyen yapılar, iktidarın ideolojik taktiklerini taklit etmek dışında bir yol bulamadıkça, yalnızca mevcut düzenin pasif aktörleri haline gelmektedir. Neticede, siyasetin asli dönüştürücü işlevi yerini, stratejik pozisyon arayışlarına ve sembolik muhalefet gösterilerine bırakmaktadır.
Radikal Demokrasi İçin Beş Stratejik Direksiyon
İçine sıkışılan ideolojik ve örgütsel kısır döngüyü kırmak, yalnızca reaksiyoner reflekslerle değil, yapısal direnç ve özgün siyasal tahayyülün birleşimini gerektirir. Radikal Demokrasinin olanaklarını yeniden açığa çıkaracak bir siyaset, hem yerel hem küresel düzlemde çok katmanlı bir stratejiyle inşa edilmelidir. Bu bağlamda, beş temel eksen öne çıkmaktadır:
1. Yerel Bilgi ve Dayanışma Ağları:
Sistemin merkezden inşa ettiği hegemonik bilgi rejimine karşı, mahalle akademileri, bağımsız sendikalar ve üretim-tüketim kooperatifleri aracılığıyla alternatif bir kamusal alan oluşturulmalıdır. Bu yapılar, yalnızca bilgi üretimi değil, aynı zamanda gündelik yaşamın yeniden örgütlenmesi bakımından da dönüştürücü potansiyel taşır. Yerel bilgi, evrensel tahayyülün zemini olabilir.
2. Dinamik ve Yatay Örgütlenme Biçimleri:
Geleneksel dikey hiyerarşilerin ataletinden ve karizmatik liderliğe bağımlılıktan uzak, ağ tabanlı, esnek ve katılımcı örgütlenme modelleri geliştirilmelidir. Genç kuşağın dijital reflekslerini, sosyal medya okuryazarlığını ve hareket kabiliyetini merkeze alan mobilizasyon biçimleri, siyasal enerjinin yeniden dolaşıma sokulmasında hayati önemdedir.
Dijital Direniş Ekosistemleri:
Devletin ve sermayenin yoğunlaştırdığı gözetim ve sansür mekanizmalarına karşı, blockchain tabanlı gazetecilik yapılabilecek, bilgi üretim, medya platformlarına kadar uzanan alternatif dijital altyapılar kurulmalıdır. Bu mecralar, hem ifade özgürlüğünü hem de kolektif hafızayı koruma işlevi görebilir.
4. Sınıfsal ve İdeolojik İttifaklar:
Kimlik siyasetini aşındırmadan, sınıfsal temelli mücadelelerle hak mücadelesi arasında çapraz kesen, eşitlikçi ve dayanışmacı koalisyonlar inşa edilmelidir. Bu ittifaklar, yalnızca sembolik değil, pratik eylem birlikteliğine dayalı olmalı; siyasal alanı yeniden kuracak müşterekler yaratmalıdır.
5. Ahlaki Üstünlük ve Siyasal Dilin Yeniden İnşası:
Popülist söylemin kışkırttığı korku, nefret ve düşmanlaştırma dili karşısında; hak temelli, eşitlikçi, katılımcı ve çoğulcu bir siyasal söylem geliştirilmelidir. Ahlaki üstünlük, yalnızca etik bir duruş değil; kitlelerle kurulan ilişkiyi dönüştürebilecek kurucu bir siyasal güçtür.
Yeni siyasal hareketler, ancak tarihsel devrimci ruhu çağın koşullarında yeniden yorumlayarak meşruiyet kazanabilir. Bu, eylemle teoriyi, yerelle evrenseli, özgürlükle adaleti harmanlayan diyalektik bir siyaset gerektirir. Aksi halde, mevcut siyasal dili meşrulaştıran “sözde muhalefet” rolünü aşamayacaklardır.