Modern Devletin Gölgesinde Kimlik İnşasının Çatışmalı Serüveni: Eşitlik, Asimilasyon ve Direniş

Modern Devletin Gölgesinde Kimlik İnşasının Çatışmalı Serüveni: Eşitlik, Asimilasyon ve Direniş

Mayıs 26, 2025
konu yorum

Modern devlet, sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda iddialı bir kimlik projesidir. Yurttaşlık, aidiyet ve meşruiyet ilişkilerini yeniden tanımlama amacı güden bu proje, her toplumda farklı şekillerde tezahür etse de, modern devletin “makbul vatandaş”ı tarif etme çabasının merkezinde yer alır. Bu bağlamda, Türkiye ve Fransa, cumhuriyetin kimlik inşası serüvenini anlamak için iki önemli model sunar. Biri, devrimle taçlanmış, köklü bir geleneğin ürünü; diğeri ise imparatorluğun küllerinden doğmuş, radikal bir dönüşümün eseri. Her ikisinin de ortak hedefi, tek ve bölünmez bir ulus yaratmaktı.

Modernleşme, tarihin hiçbir döneminde pürüzsüz bir yolculuk olmadı. Aksine, çoğu zaman köklü toplumsal, siyasal ve kültürel sarsıntılarla, kanlı devrimlerle ve bitmek bilmeyen kimlik krizleriyle kendini gösterdi. Bu sancılı sürecin en somut örneklerinden ikisi, modern ulus-devletin inşasında öncü rol oynayan Fransa ve bu modeli kendi koşullarına uyarlamaya çalışan Türkiye’dir. “Modernleşme, bütün toplumlarda büyük krizlerle yaşandı; bu Türkiye’ye mahsus bir sorun değil,” önermesi, bu iki ülkenin tarihine yakından bakıldığında net bir şekilde doğrulanır.

Fransız Devrimi: Özgürlük Adına Tekleşme

1789’da patlak veren Fransız Devrimi, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi evrensel değerleri yalnızca Fransa’ya değil, tüm dünyaya ilham verecek bir biçimde sahneye çıkardı. Ancak bu parlak kavramların ardında yatan temel hedef, bölünmez, yekpare ve merkezi bir ulus-devlet inşa etme arzusuydu. Devrim, çok kültürlü bir imparatorluktan miras kalan çeşitliliği bir zenginlik değil, bir tehdit olarak gördü. Bu nedenle, devrimci cumhuriyetin ilk işi, farklılıkları törpülemek, yerel kimlikleri merkeze boyun eğdirmek oldu.

Paris merkezli bir “ideal Fransız” kimliği oluşturulmaya çalışılırken Breton, Bask, Alsaslı, Korsikalı gibi etnik ve dilsel topluluklar kendi kültürel varoluşlarıyla birlikte sistematik olarak dışlandı. 1794’te Abbé Grégoire’ın hazırladığı rapor, bu yaklaşımın ideolojik manifestosu niteliğindeydi. Grégoire, yerel dilleri (patois) “cumhuriyetin düşmanı” ilan ediyor, bu dillerin ortadan kaldırılmasının “uygar yurttaş” yaratmanın ön koşulu olduğunu savunuyordu. Devrim için “tek dil, tek millet, tek vatandaşlık” ilkesi, özgürlüğün değil, disiplinin ve homojenliğin teminatıydı.

Ancak yukarıdan dayatılan bu kimlik mühendisliği uzun süre karşılıksız kalmadı. Devrimsel dönüşümler, özellikle dindar ve kırsal bölgelerde büyük tepkiyle karşılandı. 1793-1796 yılları arasında yaşanan , bu tepkinin en dramatik tezahürüydü. Katolik inançla yoğrulmuş halk, zorunlu askerlik uygulamasına, radikal laiklik dayatmalarına ve merkezi otoritenin sertleştirilen politikalarına isyan etti. Bu, Fransız Devrimi’nin yalnızca aristokrasiye ve krala değil, kendi halkına da karşı savaştığı bir iç çatışmaya dönüştü.

Vendée, yalnızca bir isyan değil, aynı zamanda devrimci şiddetin yönünü halkın kendisine çevirdiği bir dönemeçti. Cumhuriyetçi kuvvetlerin yürüttüğü bastırma operasyonları, on binlerce insanın ölümüyle sonuçlandı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ayrım gözetmeksizin katledildi; köyler yakıldı, tarlalar talan edildi. Devrimin “aydınlanmacı” yüzü, bu katliamların gölgesinde karanlığa bürünürken, özgürlük adına yapılan devrim, kendi yurttaşları üzerinde bir zorbalık aygıtına dönüşüyordu.

Laiklik ve Kimlik Tartışmaları: Bitmeyen Bir Mücadele

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan göçmen nüfus, Fransa’da nı bambaşka bir boyuta taşıdı. Müslüman göçmenlerin kamusal alandaki varlığı, başörtüsü yasakları, cami tartışmaları ve son yıllarda yaşanan terör saldırıları, laikliğin başlangıçtaki birleştirici işlevinden uzaklaşıp ayrıştırıcı bir araç hâline geldiğini gösterdi. “Makbul Fransız” kimliği, seküler, beyaz ve Batılı değerlere sahip biri olarak tanımlanırken, bu tanımın dışında kalanlar sistematik olarak “öteki”leştirildi.

Bu ayrımcı yaklaşımın kökleri yalnızca göçmen karşıtlığında değil, aynı zamanda Fransa’nın sömürge geçmişinde de aranmalıdır. Cezayir Krizi (1954–1962), Fransız cumhuriyetinin eşitlik ve yurttaşlık iddialarındaki çelişkileri gözler önüne serdi. Sömürgecilik mirasının ağır bedeli, Fransız yurttaşlığının ne denli dışlayıcı ve seçici biçimde uygulandığını ortaya koydu. Paris’te 1961 yılında yüzlerce Cezayirli göstericinin polis tarafından katledilmesi, cumhuriyetin kendi içinde taşıdığı derin yaraların somut bir ifadesiydi.

Fransız Devrimi, bir yandan modern ulus-devletin kurucu mitini yaratırken, öte yandan bu mitin ne pahasına inşa edildiğini de gösteren kanlı bir laboratuvardı. Bugün hâlâ devrim ideallerinin büyüsüne kapılanlar için bu tarihin hem idealist hem trajik yönlerini birlikte düşünmek bir zorunluluktur.

Türkiye Cumhuriyet’in Kimliği: Eşitlik Miti ve Asimilasyon

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu, çok dinli ve çok dilli yapısından modern bir ulus-devlete geçerken, bu dönüşümün fikrî ve idari zeminini büyük ölçüde Fransız Cumhuriyet modelinden ilhamla kurdu. Ancak bu model, Anadolu’nun kendi tarihsel, etnik ve sosyolojik gerçeklikleriyle birleştiğinde, benzer sorunlar farklı biçimlerde tezahür etti. Kurucu kadrolar için öncelik, parçalı ve dağınık bir imparatorluk bakiyesinden tek kimlikli, merkezi ve modern bir yurttaş tipi yaratmaktı. Bu hedef, Batılılaşma idealinin siyasal yüzünü oluşturuyordu.

Fransız modelinde olduğu gibi, Türkiye’de de “” ilkesi, farklılıkları tanımaktan değil, onları hukuk önünde tekleştirmekten geçti. 1924 Anayasası’nın 88. maddesiyle herkesin “Türk” sayılması, bu yaklaşımın hukuki teminatıydı. Böylece, dil, etnisite ya da din fark etmeksizin herkesin resmi kimliği aynılaştırıldı. Ama bu tanım, yurttaşlık bağını güçlendirmekten çok, etnik kimliklerin üstünü örten bir ideolojik çerçeveye dönüştü.

Bu politik yönelim, özellikle Kürtler başta olmak üzere Arap, Laz, Çerkes, Gürcü ve diğer etnik topluluklarda ciddi bir rahatsızlık yarattı. Çünkü bu “eşitlik”, farklılıkların tanınması üzerine değil, onların inkârı ve zamanla asimilasyonu üzerine kuruluydu. Anadilde eğitim, yerel kültürel pratikler ya da kolektif kimlik talepleri, ya bölücülükle ya da gericilikle suçlandı. Devletin resmi ideolojisi, farklı olanı kendi potasında eritmekle modernleşmeyi eşanlamlı hale getirdi.

Ayrıca bu kimlik inşası sadece etnik değil, dini ve mezhebi alanda da tek tipleştirici bir karakter taşıyordu. Alevilik, gayrimüslim cemaatler ve hatta geleneksel tarikat yapıları, laikliğin tanımı etrafında kontrol altına alınmaya çalışıldı. Bu durum, sadece kimlik alanında değil, aynı zamanda aidiyet duygusunda da derin kırılmalara yol açtı.

Sonuçta ’nin kuruluşu, bir ulus inşası kadar, bu ulusun ne olmadığına dair de keskin çizgiler çekmeye dayandı. “Türk” kimliği anayasal bir çatı olarak sunulsa da, bu kimliğin altı, çoğu zaman Sünni-Hanefi-Müslüman ve Batılılaşmış bir üst sınıf profiliyle dolduruldu. Tıpkı Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, Türkiye’de de evrensel eşitlik söylemi, pratiğe geçtiğinde belirli kimliklerin bastırılması pahasına işlerlik kazandı. Bu da modernleşmenin hem kurucu hem dışlayıcı karakterini beraberinde getirdi.

Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek var: Tüm toplumsal devrimler, beraberinde kaçınılmaz olarak direnişi, çatışmayı ve bu çatışmalardan doğan yeni uzlaşmaları getirir. Peygamberlerin tebliğleri de, Marksist devrimler de, modern ulus-devlet projeleri de — her biri yeni bir insan ve toplum tasavvurunu hayata geçirmek isterken — bu tasavvura direnen topluluklarla karşılaştı. Bu direnişler, sadece eski düzenin kalıntılarını savunmakla kalmadı; aynı zamanda yeni düzenin sınırlarını da şekillendirdi.

Türkiye özelinde de bu durum fazlasıyla geçerlidir. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki isyanlar — başta Şeyh Said ve Ağrı isyanları olmak üzere — sadece bir karşı çıkış değil, aynı zamanda devletin nı yeniden biçimlendirme sürecinde belirleyici oldu. Direniş bastırıldı, ama aynı zamanda devletin “ne kadar ilerleyebileceği” konusunda da bir sınır çizdi. Dahası, Cumhuriyet pragmatist bir refleksle, bu isyanların ortaya koyduğu gerçekliği görmezden gelmedi; aksine, belirli dönemlerde bu direnişleri kendi modernleşme stratejilerine entegre etmeye çalıştı.

Örneğin kırsal bölgelerdeki direniş, bir noktadan sonra devletin kalkınmacı politikalarla bu alanlara nüfuz etmesine zemin hazırladı. Eğitim seferberlikleri, yol ve altyapı çalışmaları, devletin “yurttaşlaştırma” projesinin araçları haline geldi. Böylece direniş, bastırıldığı kadar, dönüştürüldü de. Direnişle kurulan bu gerilimli ilişki, Cumhuriyet’in sadece yukarıdan aşağıya bir reform hareketi olmadığını; aynı zamanda toplumsal müzakereler ve zorlamalarla şekillendiğini gösterir.

Bu nedenle Cumhuriyet tarihine sadece bir baskı ve inkâr öyküsü olarak değil, aynı zamanda direnişle yeniden şekillenmiş bir dönüşüm süreci olarak da bakmak gerekir. Her isyan, sadece bastırılmış bir kalkışma değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in sınırlarını, kapasitesini ve esnekliğini sınayan bir momenttir.

Latest from Hayati Esen

Soğuk Bir Sadakat: Türkiye’de Buzdolabı Seçimi Neden Bu Kadar Önemli?
Önceki Hikaye

Soğuk Bir Sadakat: Türkiye’de Buzdolabı Seçimi Neden Bu Kadar Önemli?

Bu PIN’lerden Birini Kullanıyorsanız Hemen Değiştirin!
Sonraki Hikaye

Bu PIN’lerden Birini Kullanıyorsanız Hemen Değiştirin!

Git

Don't Miss