Hindistan-Pakistan Ateşkesi Yanıltmasın: Güney Asya’da Normlar Yıkılıyor, Gelecek Daha Tehlikeli

Hindistan-Pakistan Ateşkesi Yanıltmasın: Güney Asya’da Normlar Yıkılıyor, Gelecek Daha Tehlikeli

2025’teki Hindistan-Pakistan ateşkesi, yüzeyde bir sakinlik sunsa da Güney Asya'da hızla değişen askeri stratejiler, nükleer belirsizlik ve çok alanlı savaş dinamikleri bölgenin geleceğini daha riskli hale getiriyor.
Mayıs 12, 2025
konu yorum

Hindistan ve Pakistan bu senaryoyu daha önce de yaşadı: Hindistanlıların hayatını kaybettiği bir terör saldırısını, Güney Asya’yı topyekûn savaşın eşiğine getiren bir dizi misilleme ve gerilim adımı izliyor. Sonrasında ise bir gerilimi düşürme süreci başlıyor.

Bu genel kalıp, son krizde de büyük ölçüde tekrarlandı. Son adım olarak, 10 Mayıs 2025’te bir ateşkes ilan edildi.

Ancak bu son gerilim, bazı önemli açılardan geçmişten farklılıklar gösteriyor. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’de 26 kişinin öldüğü ölümcül saldırıyla başlayan süreç, ilk kez iki nükleer rakip ülkenin birbirlerinin toprakları içindeki hedeflere doğrudan füze saldırıları gerçekleştirmesiyle dikkat çekti. Ayrıca, gelişmiş füze sistemleri ve insansız hava araçlarının kullanılması da bir ilk oldu.

Nükleer rekabetler –özellikle Hindistan ve Pakistan arasındaki– üzerine çalışan bir araştırmacı olarak, uluslararası egemenlik normlarının aşınması, ABD’nin bölgeye olan ilgisinin ve etkisinin azalması ve gelişmiş askeri ve dijital teknolojilerin birikiminin, Güney Asya’da herhangi bir tetikleyici durumda hızlı ve kontrolsüz bir tırmanma riskini ciddi şekilde artırdığını uzun süredir dile getiriyorum.

Bu gelişmeler, her iki ülkede de yaşanan iç siyasi değişimlerle eşzamanlı olarak ortaya çıktı. Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin hükümetinin benimsediği Hindu milliyetçiliği, ülkedeki toplumsal gerilimleri daha da körükledi. Öte yandan Pakistan’ın güçlü Genelkurmay Başkanı General Seyyid Asım Munir, Pakistan’ın kıta Müslümanları için, Hindistan’ın ise Hindular için bir yurt olduğu görüşünü savunan “iki millet teorisi”ni benimsedi.

Bu dinî çerçeveleme, iki ülkenin askeri operasyonlarına verdikleri isimlerde dahi kendini gösterdi. Hindistan, operasyonuna “Sindoor Harekâtı” adını verdi – evli Hindu kadınların kullandığı kırmızı toz boya olan sindoor’a yapılan bir gönderme ve Keşmir saldırısında dul kalan kadınlara yönelik kışkırtıcı bir ima taşıyor. Pakistan ise karşı operasyonuna Kur’an’dan Arapça bir ifade olan “Bunyan-un-Marsoos” adını verdi – “sağlam yapılı bina” anlamına geliyor.

Washington’un Rolü

Hindistan-Pakistan rekabeti, 1947-48, 1965 ve 1971’de yaşanan çok sayıda savaşta on binlerce insanın hayatına mal oldu. Ancak 1990’ların sonlarından itibaren, Hindistan ile Pakistan savaşın eşiğine geldiğinde tanıdık bir gerilimi azaltma senaryosu devreye giriyordu: Yoğun diplomasi – genellikle ABD öncülüğünde – gerilimin düşürülmesine yardımcı oluyordu.

1999’da Başkan Bill Clinton’ın doğrudan arabuluculuğu, Pakistan güçlerinin Hindistan kontrolündeki Keşmir’deki Fiili Kontrol Hattı’nı geçerek başlattığı sınırlı savaş olan Kargil çatışmasını, Pakistan’a geri çekilme baskısı yaparak sona erdirdi.

Benzer şekilde, 2001’de Hindistan Parlamentosu’na düzenlenen ve Pakistan merkezli Leşker-i Tayyibe ile Ceyş-i Muhammed adlı gruplarla bağlantılı olduğu öne sürülen teröristlerin gerçekleştirdiği saldırının ardından, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage, İslamabad ve Yeni Delhi arasında yoğun mekik diplomasisi yürüttü ve savaşın önüne geçildi.

2008’de Mumbai saldırılarında Leşker-i Tayyibe bağlantılı teröristlerin 166 kişiyi öldürmesinin ardından da ABD’nin hızlı ve üst düzey diplomatik müdahalesi, Hindistan’ın tepkisini sınırlayarak gerilimin büyümesini önledi.

En son 2019’daki Balakot krizinde – Keşmir’in Pulwama bölgesinde 40 Hint güvenlik görevlisinin öldüğü intihar saldırısının ardından – Amerikan diplomatik baskısı çatışmayı sınırlı tutmada etkili oldu. Eski ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, anılarında şu ifadeyi kullandı: “Dünya, Hindistan-Pakistan rekabetinin 2019 Şubat’ında nükleer bir felakete ne kadar yaklaştığını tam olarak bilmiyor.”

Kashmir (Keşmir) nerede?

Diplomatik bir boşluk mu?
Washington’un barış yapıcı rolü anlamlıydı: Hem etkisi vardı hem de çıkarı.

Soğuk Savaş döneminde, ABD, Hindistan’ın Sovyetler Birliği ile kurduğu ilişkilere karşı denge unsuru olarak Pakistan’la yakın ittifak kurdu. 11 Eylül terör saldırılarından sonra ise ABD, “teröre karşı savaş”ın ön cephesi olarak gördüğü Pakistan’a on milyarlarca dolarlık askeri yardım aktardı.

Aynı zamanda, 2000’li yılların başından itibaren ABD, Hindistan’ı stratejik bir ortak olarak geliştirmeye başladı.

İstikrarlı bir Pakistan, ABD’nin Afganistan’daki savaşı için kritik bir ortaktı; dostane bir Hindistan ise Çin’e karşı stratejik bir denge unsuru olarak görülüyordu. Bu durum, ABD’ye Hindistan-Pakistan krizlerinde etkili bir arabulucu rolü üstlenmek için hem motivasyon hem de meşruiyet sağladı.

Ancak bugün, Amerika’nın diplomatik odağı Güney Asya’dan belirgin biçimde uzaklaşmış durumda. Bu süreç Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başladı, ancak 2021’de Afganistan’dan çekilmenin ardından hız kazandı. Son dönemde ise Ukrayna ve Orta Doğu’daki savaşlar, Washington’un diplomatik çabalarını tüketmiş durumda.

Başkan Donald Trump’ın Ocak 2025’te göreve gelmesinden bu yana, ABD ne Yeni Delhi’ye ne de İslamabad’a bir büyükelçi atadı; Güney ve Orta Asya İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı da henüz onaylanmadı. Bu unsurların, ABD’nin arabuluculuk rolünü ciddi biçimde sekteye uğrattığı açık.

Trump, 10 Mayıs’taki ateşkesin “ABD’nin aracılığıyla yürütülen uzun gecelik müzakereler sonucunda” sağlandığını söylese de, Hindistan ve Pakistan tarafından yapılan açıklamalar ABD’nin rolünü küçümseyen, doğrudan ikili görüşmelere odaklanan bir ton taşıyordu.

Eğer Washington’un Hindistan ile Pakistan arasındaki arabuluculuk rolü gerçekten zayıflamışsa, bu boşluğu kimin –veya birinin– dolduracağı belirsiz. Başka yerlerde arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışan Çin, Pakistan’la olan sıkı ittifakı ve Hindistan’la yaşadığı sınır çatışmaları nedeniyle tarafsız bir arabulucu olarak görülmüyor. İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler son krizde devreye girmeye çalıştıysa da, ABD ya da Çin’in nüfuzuna sahip değiller.

Bu dış arabuluculuğun yokluğu, elbette başlı başına bir sorun değil. Tarihsel olarak, özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Pakistan’a verdiği destek gibi dış müdahaleler, Güney Asya’daki dengeleri bozmuş ve tarafları daha sert tutumlara itmiştir. Ancak geçmiş deneyimler, özellikle Washington kaynaklı baskıların zaman zaman etkili olabildiğini de gösteriyor.

Normların Aşınması
Son yaşanan gerilim, başka bir dinamikle iç içe gelişti: Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve özellikle 2001 sonrası dönemde ın giderek aşınması.

Amerika’nın “teröre karşı savaşı”, egemen devletlere yönelik önleyici saldırılar, insansız hava araçlarıyla hedefli suikastlar ve birçok hukukçu tarafından işkence olarak sınıflandırılan “ileri sorgulama teknikleri” gibi uygulamalarla uluslararası hukuk çerçevesini ciddi biçimde zorladı.

Daha yakın dönemde ise İsrail’in Gazze, Lübnan ve Suriye’deki askeri operasyonları, uluslararası insancıl hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle yoğun eleştiri alsa da, bu ihlallerin sonuçları oldukça sınırlı kaldı.

Kısacası, jeopolitik normlar aşınmış durumda ve bir zamanlar “kırmızı çizgi” kabul edilen askerî eylemler artık neredeyse hiçbir hesap verme zorunluluğu olmadan aşılıyor.

Hindistan ve Pakistan açısından bu durum hem fırsat hem de risk anlamına geliyor. Her iki ülke de başka yerlerdeki davranışlara atıfta bulunarak kendi agresif hamlelerini meşrulaştırabiliyor – ki bu hamleler önceki yıllarda aşırı bulunurdu: ibadethanelere yönelik saldırılar ve egemenlik ihlalleri gibi.

Çoklu Alan (Multi-domain) Savaşı

Ancak bu son krizi geçmiştekilerden esas ayıran unsur, çatışmanın “çoklu alanlı” (multi-domain) bir doğaya sahip olması. Artık mesele, Keşmir sorununun ilk 50 yılında olduğu gibi sadece Fiili Kontrol Hattı (LoC) üzerindeki geleneksel askeri çatışmalarla sınırlı değil.

Her iki ülke de 2019 krizine kadar Fiili Kontrol Hattı’nı fiilî bir askeri sınır olarak büyük ölçüde gözetmişti. Ancak o tarihten itibaren tehlikeli bir evrim yaşandı: önce sınır ötesi hava saldırıları başladı, ardından çatışma konvansiyonel ordu, siber alan ve enformasyon savaşını kapsayacak şekilde yayıldı.

Gelen haberler, Çin yapımı Pakistan J-10 savaş uçaklarının Fransız üretimi gelişmiş Rafale jetleri de dahil olmak üzere çok sayıda Hint uçağını düşürdüğünü bildiriyor. Bu, yalnızca ikili bir çatışma değil; aynı zamanda Çin ve Batı silah sistemlerinin bir tür vekâlet çatışması biçiminde test edildiği büyük güçler rekabetinin bir başka cephesine dönüşmüş durumda.

Ayrıca, radar sistemlerini hedef almak üzere tasarlanmış “gezici drone”ların (loitering munitions) kullanılması, sınır ötesi saldırıların teknoloji açısından ne kadar sofistike hale geldiğini ortaya koyuyor.

Siber alan da çatışmanın büyük ölçüde genişlediği bir başka cephe oldu. “Pakistan Siber Kuvveti” adlı bir grup, birçok Hindistan savunma kurumunu hacklediğini, personel verilerine ve sistem erişimlerine ulaştığını iddia etti.

Aynı anda, Hindistan’daki sosyal medya ve yeni gelişen sağcı medya, kritik bir propaganda cephesi haline geldi. Hindistan’da aşırı milliyetçi çevreler Müslümanlara ve Keşmirlilere yönelik şiddeti körükledi; Pakistan’da da Hindistan karşıtı söylemler çevrim içi ortamda yoğunlaştı.

Şimdilik Akil Sesler Baskın Geliyor

Bu dönüşüm, geleneksel kriz yönetimlerinin hesaba katmadığı birçok yeni tırmanma yolu (escalation pathway) yarattı.

En endişe verici olan boyut ise nükleer risk. Pakistan’ın i, ülkenin varlığı tehdit edildiğinde nükleer silah kullanmayı içeriyor. Bu nedenle Hindistan’ın konvansiyonel üstünlüğünü dengelemek için kısa menzilli taktik nükleer silahlar geliştirmiş durumda. Öte yandan Hindistan, uzun süredir benimsediği “ilk kullanmama” (no-first-use) politikasını resmî olarak olmasa da fiilî olarak geri çekmiş görünüyor. Bu da doktrinsel belirsizlik yaratıyor.

Şu an için –ateşkes ilanının da gösterdiği üzere– daha itidalli seslerin üstün geldiği anlaşılıyor. Ancak normların aşınması, büyük güç diplomasisinin zayıflaması ve çoklu alan savaşlarının yükselişi bu son krizi tehlikeli bir kırılma noktası haline getirdi.

Bundan sonra ne olacağı, nükleer rakiplerin bu yeni tehlikeli ortamda çatışma sarmalını nasıl yönettiklerini –ya da yönetemediklerini– bize gösterecek.

Yararlanılan kaynak link: theconversation.com

Latest from DÜNYA

Cenevre’de Ticaret Ateşkesi: ABD ile Çin Arasında Yeni Bir Dönem Başlıyor mu?
Önceki Hikaye

Cenevre’de Ticaret Ateşkesi: ABD ile Çin Arasında Yeni Bir Dönem Başlıyor mu?

Papa 14. Leo’nun Barış Çağrısı: Samimi Mi, Diplomatik Mi?
Sonraki Hikaye

Papa’nın Türkiye Ziyareti: Vatikan’ın Yeni Türkiye’yi Tanıma Girişimi mi?

Git

Don't Miss