Hırvatistan, Kosova ve Arnavutluk’un Tiran’da imzaladığı savunma iş birliği bildirisi, Balkanlar’daki dengeleri yeniden tartışmaya açtı. Her ne kadar söz konusu bildiri, bölgesel istikrarı ve ortak tehditlere karşı hazırlığı hedeflediğini ifade etse de, bu hamlenin Sırbistan’da yarattığı rahatsızlık ve sonrasında gelen açıklamalar, bölgedeki güvenlik mimarisinin kırılganlığını bir kez daha gözler önüne serdi.
1990’lı yılların savaş hafızası hâlâ canlıyken, bölgedeki herhangi bir askeri ittifak veya savunma mutabakatı, tarafsız bir teknik gelişme olmaktan çok, siyasi ve tarihsel bir anlam kazanıyor. Bu bağlamda Tiran’daki üçlü bildiri, sadece savunma sanayi iş birliği değil; aynı zamanda Sırbistan’ın çevresinde oluşan yeni güvenlik kuşağının sembolik bir ilanı niteliğinde.
Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic’in tepkisi bu nedenle stratejik bir refleks olarak okunmalı. Vucic, bildirinin NATO’ya bildirilmeksizin imzalanmasından rahatsızlık duyduğunu ifade ederken, üç ülkenin bu adımı “silahlanma yarışı” olarak değerlendirdi. Sırbistan’ın Macaristan’la benzer bir savunma paktı kurma arayışında olduğuna dair iddialar da bu tabloya eklenince, Balkanlar’da karşılıklı güven yerine karşılıklı şüphe ve hazırlığın hakim olduğu bir yeni döneme girildiği söylenebilir.
Öte yandan Türkiye’den alınan SİHA’lar, Balkan ülkelerinin savunma stratejilerinde önemli bir yer tutmaya başladı. Bayraktar TB-2’nin Kosova, Arnavutluk ve Hırvatistan ordularının envanterine girmesi, teknolojik anlamda dışa bağımlılığı çeşitlendirme arayışının yanı sıra, Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik etkinliğinin de altını çiziyor. Bu gelişme, Sırbistan’ın Rusya, Çin, İsrail ve Fransa ile yürüttüğü askeri iş birlikleriyle beraber değerlendirildiğinde, bölgedeki eksen kaymalarının artık daha net gözlemlenebileceği bir aşamaya geçildiği anlaşılmakta.
Burada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir mesele de, Floransa Anlaşması’nın fiilen geçerliliğini yitirmiş olması. 1996’da bölgedeki ağır silahların sayısını sınırlandıran bu anlaşma, bugün artık ne siyasi ne de teknik düzeyde işlevselliğe sahip. Bu durum, silahlanma yarışını sadece sayısal değil, teknolojik bir rekabete dönüştürmüş durumda. Artık odak, kaç tank olduğunda değil, bu tankları kim komuta ediyor ve hangi sensör sistemleriyle entegre olduğunda.
NATO’nun bölgedeki konumu da bu süreçte yeniden değerlendirilmeli. Arnavutluk’taki Kuçova Üssü, Bulgaristan ve Romanya’daki ABD destekli üsler, Karadeniz ve Balkanlar hattını birleştiren yeni bir savunma kuşağının parçaları. Bu hat boyunca, NATO üyesi ülkelerden oluşan askeri bir çizgi inşa edilirken, Sırbistan’ın askeri tarafsızlık söylemiyle kendi güvenlik mimarisini kurmaya çalışması bölgede paralel savunma sistemlerinin doğmasına neden oluyor.
Bosna Hersek ise bu resmin en zayıf halkası. Etnik temelli üçlü yönetişim yapısı, merkezi bir savunma stratejisi geliştirmeyi imkânsız hale getiriyor. Sırp Cumhuriyeti entitesinin açıkça ayrılıkçı söylemlerde bulunması ve Bosna Hersek Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılma talebini dillendirmesi, ülke içindeki güvenlik risklerini artırıyor. Bu noktada bölgesel istikrarın Bosna merkezli kırılabileceği ve domino etkisi yaratabileceği olasılığı artık daha ciddi şekilde gündemde.
Sonuç olarak, Balkanlar’da yaşanan gelişmeler, klasik anlamda bir savaş hazırlığı değil; ancak uzun vadeli bir güvenlik bloklaşmasının ayak sesleri olarak okunabilir. Bu bloklaşma, ister NATO merkezli ister bağımsız eksenlerde olsun, geçmişten gelen çatışmaların gölgesinde inşa edildiği için herhangi bir kriz anında hızla sertleşme potansiyeli taşıyor.
Bu nedenle bölgeye dair değerlendirmeler artık yalnızca silah sayılarına ya da bütçe oranlarına değil; stratejik ittifaklara, teknolojik altyapıya ve siyasi söylemlerin uyumuna bakılarak yapılmalı. Balkanlar, bir kez daha askeri değilse de diplomatik anlamda bölünmüş bir haritaya dönüşüyor.