1973’te yayımlanan Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu’nun “Dar Zamanlar” üçlemesine açılan kapı. Bir otel odasında geçen bir buçuk saatlik bir intihar girişiminin ardındaki geriye dönüşler, cumhuriyetin aydınlanma ümidinin; aile ve geleneğin dar kalıplarıyla nasıl çatıştığını gözler önüne seriyor. Aysel adlı doçentin yalnızlığı, modernleşme serüveninin kadına sunduğu imkânlarla dayattığı normların arasındaki uçuruma ayna tutuyor.
Otel odasındaki tek kişilik sandalyeye sıkışan Aysel, eğitim yoluyla topluma kazandırılmış bir “akademisyen” kimliğinin, ev ve yuva kavramıyla örtüşmediğini anladığı anda kırılma yaşıyor. Cumhuriyet’in laik, batıcı eğitim sistemi ona mesleki başarı kapılarını ardına kadar açarken; aile içindeki geleneksel değerler cinselliği tabu, kadını ise “cinsel nesne” olarak tanımlıyor. İyi bir vatandaş, aydın bir birey olmak ve tam bir kadın kimliğine ulaşmak arasındaki ara yol tıkanmış görünüyor.
Romanın güçlü yanı, bu yapısal çelişkiyi içselleştiren bir kadının zihnindeki fırtınayı iki katmanlı zaman akışıyla sunması. Gerçek zaman dilimi, Aysel’in otel odasında ölüm düşüncesiyle geçen o tekdüze buçuk saati; zihinsel zaman ise çocukluğundan üniversite yıllarına, ilişkilerinden mesleki kırılma noktalarına kadar bellekteki kırıntıları resmediyor. Bu teknik, modern roman anlatısının imkânlarını kullanırken okuru karakterin öznel deneyimine doğrudan ortak ediyor.
Kadın özgürlüğü tartışmaları, harfi harfine burada çarpışıyor: Bir yanda modern, laik cumhuriyet ideolojisi; diğer yanda ailede sürdürülen muhafazakâr normlar. Ne idealize edilen “aydın kadın” ütopyası ne de kapatılıp kalıplara sokulan geleneksel rol, Aysel’e gerçekten nefes aldıracak bir çıkış sunmuyor. Jale Parla’nın ifade ettiği gibi, “yaşamla ölüm arasındaki eşitlik” anında bireysel krizler ile toplumsal dönüşümlerin kesiştiği trajik bir nokta beliriyor.
Oysa roman yalnızca bireysel travmayı anlatmakla kalmıyor; Türkiye’nin modernleşme macerasının kadın üzerinde yarattığı ikilemleri de gözler önüne seriyor. Osmanlı’nın son dönemlerinden cumhuriyet eğitim reformlarına, darbelerin, kırklardan yetmişlere uzanan keskin toplumsal dönüşümlere dek uzanan süreç, bu bir kimlik buhranına zemin hazırlıyor. Ağaoğlu, yerli aidiyetleri ve evrensel özgürlük ideallerini aynı potada eritememenin bedelini bir kadının psikolojisinde somutlaştırıyor.
Okur, Aysel’in pencere pervazında beliren Anıtkabir siluetine baktığı sabah uyanışında, suçluluk ve görev bilincinin arasında sıkışmış bir yurttaşın yükünü hissediyor. “İntihar özgürleştirici bir eylem değil,” diyen karakter, hayata yeniden dönmeye karar veriyor. Peki, Aysel o andan sonra kendine hangi rolü biçebilecek? Ne “aydın” ne de “kadın” tanımı, onun özgürlük özlemini tam olarak karşılayabiliyor.
Ölmeye Yatmak, bu soruları bugün de canlı tutuyor. Modernleşmenin dışarıdan dayatılan kalıpları, kadının kimlik inşasını nasıl biçimlendiriyor? Gelenekle modernite arasındaki kısır döngüden çıkış var mı? Adalet Ağaoğlu’nun cesur anlatımı, tam da bu soruları sorduruyor; cevabı ise her okuyucunun kendi belleğinde bulacağı kırıntılarda saklı. Çünkü gerçek dönüşüm, sadece toplumsal kurumların değil, bireyin iç dünyasındaki çatlakları onarmaktan geçiyor.