İnsan hakları… Modern dünyanın altın yaldızlı ama içi boş bir kâsesi. Herkesin dilinde, ama kimsenin gönlünde yer etmeyen, bir avuç toprak kadar ağır; bir tüy kadar hafif! İnsan, “hak” dediği o cevheri ararken, aynada gördüğü yüzü, kendi fıtratını, yaratılış gayesini ne kadar hatırlıyor? Bugün insan hakları adı altında sunulan pek çok hezeyan, insanı yalnızca bir “birey” seviyesine indirgeyip, onu hem tarihinden hem toplumundan, hem de Rabbi’nden koparıyor. Oysa insan haklarının kitabı, ilk sayfasını Nebi Âdem ile açar. Çünkü Nebi Âdem, insan olmanın sırrıdır; O, hakkın ilk şahididir.
Nebi Âdem… Topraktan var edilen ve semaya ruh üfleyen ilk insan! Onun varlığı, insana bahşedilmiş en büyük hak olan “varlık hakkı”nın mührüdür. Ve bu hak, yalnızca nefes almak için değil, hakikati aramak ve o hakikatte yücelmek içindir. Ama ya şimdi? İnsan hakları, insanı kanatlandıran bir hakikat değil; onu nefsinin ve dünyanın kölesi yapan bir pranga hâline gelmiş. İnsan, kendine emanet edilen hakları, nefsin pazarı ve dünyanın mezadında harcıyor.
Nebi Âdem’in dünyaya gönderilişi, yalnızca bir kişinin değil, bir türün sınavıdır. Bu sınavın özü, insanın kendi hakları ile başkalarının hakları arasındaki dengeyi bulmasında gizlidir. Nebi Âdem’in hikâyesi, bu hassas teraziyi öğreten bir derstir. Ancak Kabil’in Habil’e kıydığı gün, terazinin kefesi bozulmuş; insanlık, hakkın ve adaletin yolundan sapmıştır. Kabil, yalnızca bir kardeşin canına değil, insan haklarının ilahi özüne de hançer saplamıştır. Ve bugün, modern dünyanın insan hakları diye savunduğu her değer, Kabil’in mirası olan nefsin gölgesindedir.
Ey insan! Bunca medeniyet, bunca kanun, bunca manifesto; neden her köşe başında zulüm, her sokakta adaletsizlik var? Güçlünün zayıfı ezdiği, zenginin fakiri köleleştirdiği bu dünya, Nebi Âdem’in mi oğlu Kabil’in mi mirası? Hak, yalnızca talep değil; sorumluluk! İnsan, kendi hakkını savunduğu kadar, başkalarının hakkını da korumadıkça, Nebi Âdem’in mirasına ihanet eder.
Nebi Âdem’in bize bıraktığı iki büyük hazine vardır: Yaşama hakkı ve hakikati arama hakkı. Ancak modern insan, yaşama hakkını yalnızca biyolojik bir varoluşa indirgemiş; hakikati arama hakkını ise tamamen unutturmuştur. Oysa Nebi Âdem’in sesi, kulağımıza şöyle fısıldar: “Ey insan! Ruhunu unutma, fıtratına dön!” İnsan, yalnızca bedenden ibaret değildir; ruhunun hakkını gözetmeyen bir anlayış, insan hakları değil, insanın yıkımıdır.
Bugün insan hakları, Nebi Âdem’in değil, Kabil’in mirasını taşır gibi! Çünkü fıtrattan uzaklaşmış bir insan, hak talep etmeyi bilir ama hak etmeyi asla öğrenemez. Oysa hak, ancak fıtrata sadakatle anlam kazanır. Fıtrat, Allah’ın insana bahşettiği ilahi bir düzen, bir ahenk, bir dengedir. Bu denge bozulduğunda, hak kavramı da hükmünü yitirir. Nebi Âdem’in hikâyesi, bize bu dengeyi hatırlatır: Hak, hem bir emanet hem bir imtihandır.
Hak, yalnızca Hak’tan gelir! Nebi Âdem’den miras kalan bu büyük sırra sahip çıkmak, hak talep etmenin ötesinde bir hikmet arayışı gerektirir. Bu arayış, adaletle, merhametle ve fıtratın yolunu takip etmekle mümkündür. İnsan haklarının sahici bir anlam kazanması, Nebi Âdem’in izinden gitmekle başlar; çünkü o, fıtratın ilk şahididir.