Coğrafi odağı Orta Doğu’da yer alsa da Nakba’nın hafızası ve anlamı Filistin’in çok ötesine uzanıyor; sömürgeleştirme, diktatörlük, zorunlu göç ve süren direnişle yoğrulmuş Latin Amerika’da da derin karşılıklar buluyor. İsimler, diller ve coğrafyalar farklı olsa da duygusal zemin şaşırtıcı derecede tanıdık: yurdundan edilmenin acısı, anıyı koruma mücadelesi ve adalet arayışındaki ısrar.
Filistin’deki mülteci kamplarından Guatemala’daki yerli topraklarına kadar köklerinden koparılma ve hayatta kalma deneyimleri, bu uzak bölgeleri birbirine bağlıyor. Burada dayanışma yalnızca siyasi değil, aynı zamanda kişisel bir bağ. Nakba, Filistin’in hikâyelerinde yaşadığı kadar Latin Amerikalı yüreklerde de yaşıyor; anmayı bir direniş biçimine dönüştürerek unutulmaya, suskunluğa ve tarihsel haksızlığa karşı güçlü bir savunma oluşturuyor.
Anı yalnızca geçmiş değildir
Filistinliler her Mayıs’ta Nakba Günü’nü anarken kayıpları için sadece yas tutmuyor, aynı zamanda unutulmaktan koruyorlar. Nineler 1948’deki bombaların sesini hatırlıyor, genç sanatçılar ise hiç görmedikleri ama hâlâ “evleri” diye adlandırdıkları köylerin resimlerini yapıyor. Anı, tarihin silinmesine izin vermemek için yapılan bir başkaldırıya dönüşüyor.
Latin Amerika da tarihsel hafızaya derin bağlılık gösteriyor; Arjantin, Şili, Brezilya ve Guatemala gibi ülkelerde askeri diktatörlüklerin hayatta kalanları sessizlik ve inkâra karşı güçlü hareketler inşa ettiler. Arjantin’in Plaza de Mayo Anneleri’nin kaybolan çocuklarının fotoğraflarıyla düzenledikleri haftalık yürüyüşlerinden, Guatemala’daki yerli yaşlıların devlet destekli katliamları sözlü tarihe aktarmalarına dek Latin Amerika’da anı pasif bir eylem değil, bir isyan biçimi. Bu hareketler, anmanın siyasal bir eylem olduğunu ve unutuşun haksızlığın sürmesine yol açtığını savunuyor; bölge genelinde anı, resmi anlatı silmeye çalıştığında gerçeği canlı tutmanın yolu haline geliyor.
Evini kaybetmenin acısı
Bir Filistinli mülteciye neyi özlediğini sorarsanız yasemin bahçelerini, taş evleri ve bir gecede ortadan kaybolan komşuları duyarsınız. Nakba, sadece bir kayıp değildi; ailelerin ve yerlerin şiddetli bir parçalanmaydı. Birçoğu, asla geri dönmelerine izin verilmeyen evlerin anahtarlarını hâlâ saklıyor.
Kolombiya, El Salvador ve Peru’da da sayısız insan; savaş, şirket açgözlülüğü ve onları “harcanabilir” gören hükümetler tarafından topraklarından sürüldü. “Dönüş” fikri yalnızca siyasi değil, duygusal. Bir yere aidiyet duymak, çalınanı geri almakla ilgili—sadece toprak değil, onur da.
Bugün Gazze’de tüm mahalleler yerle bir edildi. Elektrik yok denecek kadar az, su içilemez halde ve umut ince bir kıvılcım gibi titriyor. Yine de insanlar kalıyor; molozlar arasında kazarak, bombalanmış evlerden kitapları kurtararak, birbirlerine tutunarak direniyor.
Her örnekte, topluluklar anlatılamaz acılarla yaşamayı ve suskunluğa teslim olmamayı öğrendi. Gazze’deki Filistinliler, Latin Amerika’daki hayatta kalanlar gibi çok az şeyle nasıl direnileceğini keşfetti: şarkılarla, hikâyelerle ve anıyla.
Acıdan sanat doğar
İnsan ruhu tuhaf ve güzel bir güç taşır: kederi şarkıya, sürgünü şiire, yıkımı ise yaratılışa dönüştürebilir. Filistin’de nakış (tatreez), sessiz bir direniş biçimine dönüşür; her bir iplikte kaybolan köylerin hatırasını işler. Mahmoud Darwish gibi şairler, kalp kırıklıklarını kuşaklar boyu yankılanan dizelere çevirirken, Elia Suleiman gibi yönetmenler ve Naji Al-Ali gibi sanatçılar işgal eleştirisini sinemayla ve hicivle örerek kimliği korur.
Latin Amerika’da Violeta Parra ve Mercedes Sosa gibi sanatçıların protesto şarkıları, diktatörlük yıllarında suskunluğu yararak ezilenlere nefes oldu. Diego Rivera ve David Alfaro Siqueiros’un duvar resimleri, sokakları halkın tarihine dönüştürdü. Eduardo Galeano ve Gabriel García Márquez gibi yazarlar; hafıza, direniş ve sömürgecilik eleştirisini eserlerinin dokusuna işledi. Her iki bölgede de sanat, yalnızca ifade değil—hayatta kalmaktır. “Hâlâ buradayız. Hâlâ hissediyoruz. Hâlâ hayal kuruyoruz” der.
Kıtalararası dayanışma
Latin Amerika’daki gösterilerde Filistin bayrağını, yerel pankartlarla yan yana dalgalanırken, duvar resimlerinde, yerli ponçoların nakışlarında sık sık görebilirsiniz. Dayanışma sadaka değildir. Bağlantıdır. Tanımadır. “Mücadelen senin, mücadelem benim” demektir.
1970’ler ve 80’lerde, Küba ve Nikaragua’daki devrimci yönetimler, emperyalizme karşı küresel mücadele kapsamında Filistin davasını destekledi. Bugün Buenos Aires’ten La Paz’a kadar öğrenciler, sanatçılar ve insan hakları grupları bu mirası sürdürüyor—Filistin moda olduğu için değil, halkında kendilerini gördükleri için.
1948’den 2025’e: Felaket hiç bitmedi
1948’de başlayan süreç aslında hiç durmadı. Çöken apartman blokları, kanlı çocuklar ve aşırı kalabalık okullarda barınmaya çalışan ailelerin yürek parçalayan görüntüleriyle süren Gazze soykırımı, yeni bir öykü değil; Nakba’nın doğrudan devamı. 1948’de başlayan şiddetin, zorunlu göçün ve insanlıktan çıkarılmanın yeni bir bölümü sadece.
Latin Amerikalılar bu sürekliliği iyi anlar. Askeri diktatörlüklerden günümüz maden ve tarım şirketlerinin toprak gaspına kadar yoksulların, yerli halkların ve marjinalleştirilen grupların maruz kaldığı şiddet, on yıllara yayılır. Nasıl ki Nakba Gazze’de hâlâ sürüyorsa, Operasyon Condor’un, iç savaşların ve sömürgeleştirmenin hayaletleri de Latin Amerika’da bugünle iç içe dolaşır.
Nakba 1948’de başladı ama hiç bitmedi. Filistinliler için bir ev yıkıldığında, bir çocuk tutuklandığında, bir aile dönüş hakkından mahrum bırakıldığında devam ediyor. Latin Amerika’da da tarih dinlenmiyor, hafıza hâlâ saldırı altında ve adalet hâlâ tamamlanmamış durumda.
Ama bu bölgelerin paylaştığı bir şey daha var: yanılgısız bir umut. Unutmakta değil, hatırlamakta kök salmış bir umut. Çünkü hatırladıkça köprüler inşa edilir. Ve o köprülerden geçilir—yavaşça ama ısrarla—onurun hayal değil, bir hak olduğu bir geleceğe doğru.
Kaynak: middleeastmonitor.com