Küresel ekonomi yeni bir döneme giriyor: sermaye akışları daralıyor, nüfus dengeleri değişiyor, ideolojik fay hatları derinleşiyor. Bu tablo, yatırımcılardan devletlere kadar herkesin stratejisini yeniden düşünmesini zorunlu kılıyor.
LONDRA – Dünya giderek daha kırılgan ve karmaşık bir hâle gelirken, politika yapıcıların, iş dünyası liderlerinin ve yatırımcıların küresel ekonomiyi analiz ederken kullandıkları zihinsel modelleri gözden geçirmeleri kaçınılmaz hale geliyor. Bugünün küresel yapısını şekillendiren üç temel dinamik özellikle dikkat çekiyor: sermaye akışlarındaki dönüşüm, demografik değişim ve siyasal ideolojilerin yeniden yapılandığı bir çağ. Bu üçlü, daha parçalı ve yalıtılmış bir dünyaya kapı aralıyor.
Sermaye akışlarındaki değişim, büyük ölçüde düzenleyici önlemlerden –örneğin ABD’nin Çin yatırımlarına getirdiği yasaklardan– ve yatırımcıların daha yüksek getiri arayışından kaynaklanıyor. Şu an itibarıyla ABD, küresel hisse senedi piyasası değerinin yaklaşık %70’ini temsil ediyor ve 13 trilyon dolarlık küresel özel yatırım piyasasına akan fonların yine %70’inden fazlasını çekiyor. Son dönemlerdeki satış dalgalarına rağmen bu durum değişmedi. Çünkü ABD, yenilikçilikte lider, derin, likit ve yaygın bir sermaye piyasasına sahip; dolayısıyla yatırımcılar için hâlâ en cazip getirilerin adresi.
Ancak bir başka kritik gösterge daha var: Küresel borç seviyesi, dünya GSYH’sinin %237’sine ulaşmış durumda. Bu da şu soruyu gündeme getiriyor: Bu kadar borcun sahibi kim ve küresel finansal sistemde gizli kaldıraç mekanizmaları ne boyutta? Sadece ABD hükümeti 36 trilyon dolarlık (GSYH’nin %124’ü) borca sahip ve bu borcun önemli bir bölümüyle ilişkili olan Çin ile diplomatik ilişkiler ise giderek gerginleşiyor.
Bununla birlikte, gölge bankacılık sektörü ve buradaki gizli borç yükleri de küresel finansal istikrar için ciddi bir tehdit. S&P Global’e göre, 2022 sonu itibarıyla gölge bankalar 63 trilyon dolarlık finansal varlığa sahipti – bu da küresel GSYH’nin %78’ine karşılık geliyor. Daha da dikkat çekici olan, 2024’te ABD’deki mortgage işlemlerinin ve kaldıraçlı kredi faaliyetlerinin %70’inin gölge bankacılık üzerinden gerçekleştiği tespit edildi.
Tüm bu veriler, iş dünyası liderleri ve yatırımcılar açısından kritik bir soruyu gündeme getiriyor: Bu borçların asıl sahipleri kim ve sistemdeki asıl kaldıraç nerede saklı?
Küresel ekonomideki ikinci büyük kırılma noktası ise demografik dönüşümler. Birleşmiş Milletler’in projeksiyonlarına göre, dünya nüfusu 8,1 milyardan 2100 yılına kadar 11,2 milyara yükselecek. Şimdiden dünya nüfusunun %90’ı yoksul ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Afrika, Hindistan ve Orta Doğu gibi bölgeler ise doğurganlık oranlarında hâlâ 2,1 çocuk düzeyinde ya da üzerinde seyrediyor. Bu demografik yapı, söz konusu bölgeleri genç tutmaya devam edecek. Örneğin Afrika kıtasında nüfusun %50-60’ı 25 yaşın altında; OECD ülkelerinde ise bu oran yalnızca %20 civarında.
Buna karşın Avrupa ve Çin gibi bölgeler hızla yaşlanıyor. Eurostat verilerine göre Avrupa Birliği’nin nüfusu 2026’da 453,3 milyonla zirve yapacak, ardından kademeli olarak 2100’de 419,5 milyona düşecek. Çin’in nüfusu ise 1,4 milyardan 800 milyonun altına gerileyecek.
Bu tür nüfus eğilimleri, sadece toplumsal yapıları değil; gıda, enerji ve ham madde gibi temel alanlarda küresel talep ve üretimi de doğrudan etkiliyor. Örneğin büyük ve yoksul bir nüfusa sahip olan Hindistan, yenilenebilir enerjiden ziyade hâlâ kömür ve fosil yakıt kaynaklarına bağımlı.
Öte yandan demografik değişimler, finansal portföylerin yapısını da dönüştürüyor. Yaşlanan nüfuslar, sermaye piyasalarında riske açık “kapitalistlerden” istikrarlı, öngörülebilir gelirler isteyen “rantiyecilere” evriliyor. Bununla birlikte, emeklilik çağındaki kuşaklardan (baby boomer) genç kuşaklara (millennial) doğru büyük bir servet transferi bekleniyor. Cerulli Associates’in tahminine göre, bu transferin 2045’e kadar 84 trilyon doları bulması öngörülüyor.
Son olarak göz ardı edilemeyecek bir başka yapısal dinamik de ideolojik kutuplaşmanın küresel sistemdeki etkisi. Çok taraflılık (multilateralizm) çökerken; ticaret, sermaye hareketleri, göç ve fikir akışları parçalara ayrılıyor. Bu parçalanma artık ekonomik fiyatlamalara da yansımış durumda. ABD’nin en büyük çok uluslu şirketleri hâlâ gelirlerinin yarısından fazlasını yurt dışından sağlıyor. Ancak artık, ABD’nin geleneksel müttefiklik ağlarındaki gerilimler bu şirketlerin faaliyet alanlarını doğrudan etkileyebilir.
Genel olarak küreselleşmeden uzaklaşma (deglobalizasyon), şirketleri daha merkezileşmiş tedarik zincirlerine, işe alım süreçlerine ve ticaret modellerine yönlendiriyor. Bu durum, New York ve Londra gibi merkezlerden ucuza borçlanıp yüksek getirili pazarlara yatırım yapmayı sağlayan carry trade işlemlerini zora sokuyor. Aynı şekilde, karların ülkeye geri aktarılması da giderek güçleşiyor.
Yakın vadede, Trump yönetiminin tarifeleri ve sınır dışı politikaları tüketici ürünlerinden ücretlere kadar birçok sektörde enflasyon baskısını artırabilir. Enflasyonun yükselmesi, sermaye maliyetlerini yukarı çekecek ve bu da iş yatırımlarını baskılayacaktır. Uzun vadede ise hem deglobalizasyon hem de yapay zekâ ve kuantum bilişim gibi teknolojik gelişmeler, bu ideolojik bölünmeyi daha da derinleştirecektir.
Artık jeopolitik fay hatları, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir yeniden yapılanmanın da zeminini oluşturuyor. Devlet kapitalizmi ile piyasa kapitalizmi arasındaki mücadele büyüyor; aynı zamanda uluslararası ittifaklar ve bloklar yeniden şekilleniyor. BRICS+ gibi yeni oluşumlar, geleneksel çok taraflı kurumları baypas ederek küresel etki alanını genişletmeye çalışıyor. Bugün BRICS+ ülkeleri, dünya nüfusunun %45’ini ve küresel GSYH’nin %35’ini temsil ediyor. Ayrıca, pek çok emtia ve ticari ürünün fiyatlandırılmasında da artan bir rol oynuyorlar. Bu gelişmeler, küresel ölçekte uyum sağlamayı zorlaştırıyor. Eskiden kutlanan etkinlikler –örneğin Birleşmiş Milletler İklim Konferansları– bile artık etkisini yitiriyor.
Büyümenin yavaşladığı bir dünyada, ticaret, finans, din, enerji, göç ve yapay zekâ artık araçsallaştırılıyor. Bu da politika üretimini öngörülemez hale getiriyor. Artan karmaşa ve azalan görünürlük, sermaye ve insan kaynağı gibi stratejik kararların zaman ufkunu da kısaltıyor.
Artık yatırımcılar, iş dünyası liderleri ve politika yapıcılar, 5 yıllık döngüler yerine önümüzdeki 18 ayı öngörerek strateji geliştirmek zorundalar. Zira bu kadar hızlı değişen koşullar altında, hiçbir aktör uzun vadeli stratejilere körü körüne bağlı kalma lüksüne sahip değil. Uyarlanabilirlik, yeni küresel çağın en kıymetli sermayesi haline geliyor.
Kaynak Link: https://www.project-syndicate.org/