Goethe yalnızca bir şair ve edebiyatçı değil, aynı zamanda doğa bilimlerine ve bilgi teorisine dair özgün bir yaklaşım geliştirmiştir. Ancak Goethe’nin bilimsel dünya görüşü, hiçbir zaman tek bir ilkeye indirgenmiş veya bütünlüklü, sistematik bir yapı olarak ortaya konmamıştır. Onun bilimsel eserlerinde, şiirlerinde, düzyazılarında ve mektuplarında yalnızca tek tek düşünce kırıntıları ve izleri bulunur. Bu da Goethe’nin felsefesinin temel ilkelerinin, bütünsel ve bilimsel bir şekilde formüle edilemeyeceği anlamına gelmez. Tam tersine, Steiner’a göre, Goethe’nin düşüncesini bir arada tutan, işlerliğini sağlayan merkezi bir iç ilke mevcuttur; fakat bu ilke, her an tüm yaratımlarına içkin olduğu için, ayrı ve statik bir kavram olarak onun bilincinde ortaya çıkmamıştır.
Goethe yorumcularının görevi, bu merkezi ilkenin eserler içindeki tezahürlerini takip ederek, onun ideal hatlarını bilimsel tutarlılıkla ortaya koymaktır. Böylelikle, Goethe’nin dışa dönük çalışmalarını da gerçek anlamda değerlendirmek mümkün olur.
Kant ve Bilgi Sorunu
Steiner, modern epistemolojinin Kant’la birlikte yeni bir yol izlediğini belirtir. Kant’a göre, felsefe ancak bilginin nasıl mümkün olabileceği sorusunu sorarak işe başlamalıdır; varlıkların ne olduğu değil, bu varlık bilgisine nasıl ulaşabileceğimiz sorgulanmalıdır. Ancak Steiner, burada bir yanlışlık olduğunu savunur: Eğer “bilgi nasıl mümkündür?” diye sorulacaksa, öncelikle bilginin ne olduğunun saptanması gerekir. Çünkü Kant ve takipçileri, “bilgi”yi, dış dünyadan bağımsız bir gerçekliğin, bilincimize yansıyan bir tasviri olarak varsayar. Oysa, bilginin ne olduğunu bulmadan, onun mümkün olup olmadığını sormak anlamsızdır.
Goetheci Bilgi Anlayışı
Goethe’ye göre bilgi, salt duyusal deneyimin tekrarı değildir. Onun bilgi tanımı, John Stuart Mill’in deneyci yaklaşımından farklıdır. Mill’e göre, tüm kavramlar ve bilgiler duyusal deneyimin soyutlanmasından ibarettir. Goethe ise, duyusal deneyimin kendisinin “özsel” formunu gizlediğini, asıl gerçekliğin ancak bilme sürecinde açığa çıktığını savunur.
Goetheci bakışta, duyular aracılığıyla algıladığımız “verilen”, henüz tamamlanmamış bir gerçekliktir. Bilme süreciyle, duyusal veriye akıl yoluyla kavramsal bir bütünlük kazandırırız. Başka bir deyişle, doğa, salt algılandığı haliyle değil, insanın düşünsel katılımıyla “daha yüksek” bir düzeye ulaşır. Bilgi, duyusal yarı-gerçekliğe düşüncenin kattığı kavramsal tamamlamadır.
Algı, Kavram ve Bilme Süreci
İlk bakışta dünya, zaman ve mekânda dağılmış, ayrık olaylardan oluşan bir çoğulluk olarak görünür. Duyularımız bir taşın cama çarpıp yere düşmesini yalnızca görsel ve işitsel izlenimler dizisi olarak kaydeder. Fakat kavrayış sürecinde, bu çoğulluğu kavramlarla birleştirerek anlamlı bir bütün oluştururuz. Steiner, burada “matematiksel düşünme”yi örnek verir: Bir üçgenin iç açıları arasındaki bağıntı, salt algısal değil, kavramsal düşünmeyle açığa çıkar.
Bu süreçte düşünce, tıpkı gözün renkleri algılaması, kulağın sesleri işitmesi gibi, nesnel dünyadaki “ideaları” kavrar. Yani düşünce, nesnel gerçekliğe ek bir unsur katmaz, bilakis gerçekliğin tamamlayıcı bir parçası, onun algılanmayan boyutunu açığa çıkarır.
Duyusal Gerçeklik ve Kavramsal Tamamlanma
Steiner’a göre, duyuların sunduğu gerçeklik hiçbir zaman tamamlanmış, nihai bir biçim sunmaz; daima “bir yanıyla eksik”tir. İnsan zihni bu eksikliği, düşüncenin kavramsal gücüyle giderir. Bilgi, ancak bu iki yarının –duyusal ve düşünsel– birleşmesiyle ortaya çıkar.
Burada yaygın felsefi görüşlerden bir ayrışma başlar. Kant, Schopenhauer gibi düşünürlere göre, dış dünya ile iç dünyamız arasında aşılması imkânsız bir ayrım vardır: Nesnel gerçeklik kendi başınadır; zihnimiz ise yalnızca onun bir “görüntüsünü” üretir. Steiner ise, gerçekliğin özünü düşünceyle kavradığımızda, bu ikiliğin aşıldığını, duyusal algının kavramsal içerikle bütünleştiğini savunur. Farklı bireylerin “fikir dünyasına” bakış açıları değişse de, kavranan gerçeklik, içerik olarak aynıdır; tıpkı farklı gözlerin aynı nesneyi farklı açılardan görmesi gibi.
Kavram ve Algı Arasındaki İlişki
Steiner, kavramın “soyut”, algının ise “zengin ve canlı” olduğu yönündeki yaygın görüşü de reddeder. Ona göre, kavramlar da en az algılar kadar belirli, zengin ve bireyseldir; yalnızca kavrama ulaşmak için aktif bir düşünsel çaba gereklidir. Perseptin (algı nesnesi) zenginliği nicel, kavramın zenginliği ise niteliktir. Bilgi sürecinde insan, dış dünyadan aldığı “belirsiz ve eksik” malzemeyi, düşüncenin yaratıcı gücüyle işleyerek tam ve bütünlüklü bir gerçeklik tablosuna ulaşır.
Bilgi ve İnsanlık İlişkisi
Bu yaklaşım yalnızca doğa bilimlerinin değil, tüm bilimlerin temelini aydınlatır. Çünkü epistemoloji, diğer bilimlerin kavramlarının niteliğini ve işlevini de belirler. Steiner’ın Goetheci bilgi teorisi, yalnızca düşünce ve varlık arasındaki ilişkiyi formel olarak açıklamakla yetinmez; insanın evrendeki yerini, rolünü ve amacını da ortaya koyar.
İnsan, dünyadaki süreçleri düşüncesiyle tamamlar, yarım kalmış doğa olaylarını kavrayışıyla “taçlandırır”. Dinsel anlatımların insanı “Tanrının suretinde yaratılmış” olarak sunmasına karşılık, bilgi teorisi, Tanrının yaratmayı bir noktaya kadar getirip, insanı ise bu süreci tamamlayacak özne olarak var ettiğini ileri sürer. İnsan, bilme ve düşünme eylemiyle doğadaki “ilahi niyetleri” idrak eder ve bu niyetleri gerçekleştirmekle yükümlüdür.
Goetheci Bilgi Teorisinin Önemi
Goethe’nin bilgi teorisi, duyusal algı ile kavramsal düşüncenin organik birliğine dayanır. Steiner’ın ortaya koyduğu şekliyle, bilgi, ne salt deneyim ne de salt düşüncedir; ikisinin bir sentezidir. İnsan, duyularla aldığı yarım gerçekliği, düşüncesiyle bütünler ve böylelikle hem evrenin özünü kavrar, hem de kendi varoluşunun anlamına ulaşır.
Goetheci epistemoloji, bilginin, insanın evrenle kurduğu en derin ve yaratıcı ilişki olduğunu ortaya koyar. Bu yaklaşım, yalnızca bir felsefi görüş değil, insanın dünyadaki anlamının, rolünün ve sorumluluğunun da anahtarıdır.