Modern dünyada dürüstlük, neredeyse kutsal bir erdem gibi sunulur. Her yerde “doğruyu söylemek” telkin edilir. Ama gerçekten de bu kadar basit mi? Gerçeklik dediğimiz şey, sandığımız kadar net ve tek katmanlı mı? Yoksa yalan, hayatın karmaşık çok katmanlı yapısında bazen bir gereklilik, hatta fazilet mi? Bu sorular, beni her zaman derinden düşündürmüştür. Çünkü yalan, sadece bir aldatmaca değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin, toplumsal düzenin ve hatta varoluşumuzun bir parçası gibi geliyor bana.
Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi, insan kendi gerçekliğini inşa eder. Bu inşa sürecinde yalan, bazen bir tuğla, bazen de bir çimento görevi görür. Toplumsal dokumuzu şekillendiren efsaneler, masallar, ölüm gerçeğine rağmen “ölmeyecek gibi yaşamak” ve umut dolu sözler… Bunlar, belki de en büyük yalanlardır; ama aynı zamanda zamanın ve mekânın bükülmesi gerektiğini de göstermez mi? Sanki yalan, bazen gerçekliği başka bir gerçeğe dönüştüren bir araçtır. Peki, bu araç olmasa, hayatın sertliğine nasıl dayanırdık?
Ancak bu noktada, yalanın “iyi niyetli” görünen halleri bile bizi derin bir ikileme sürüklüyor. Gerçekliğin kendisi ne kadar inşa edilebilir, yoksa sadece algılarımızın bir yansıması mı? Jean Baudrillard’ın simülasyon teorisi, bu soruyu daha da karmaşık hale getiriyor. Ona göre, gerçeklik diye bir şey yok; sadece simülasyonlar var. Medya, ideolojiler, sosyal medya… Hepsi, gerçekliğin yerine geçen birer simülakr.
Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon adlı eserinde, Modern dünyada gerçekliğin yerini simülasyonların aldığını savunur. Ona göre, artık gerçeklik ile onun temsili arasındaki sınırlar belirsizleşmiş, hatta ortadan kalkmıştır. Medya, reklamlar, popüler kültür ve dijital teknoloji gibi unsurlar, hakikati birebir yansıtmayan ancak gerçeğin yerine geçen imgeler üretir. Bu imgeler zamanla o kadar baskın hale gelir ki, insanlar gerçekliği artık doğrudan değil, bu simülasyonlar aracılığıyla deneyimler. Gerçeklik, simülasyonların gölgesinde kaybolurken, yalan da bu bulanık zeminde kendine yeni bir rol bulur.
Peki, bu simülasyonların içinde yalan nerede duruyor? Bir siyasetçinin “halkın yararı için” söylediği yalan, gerçekten de yararlı mı? Yoksa bu, sadece iktidarın bir oyunu mu? Yalan, simülasyonların içinde gerçekliğin bir parçası haline mi geliyor, yoksa onu tamamen yok eden bir araç mı?
Kantçı etik, yalanı kategorik olarak reddeder, çünkü eğer bir kere yalan söylemeyi meşrulaştırırsak, doğruluk kavramı anlamını yitirir ve toplum güvenilmez hale gelir. Ama John Stuart Mill’in faydacılığı, yalanı sonuçlarına göre değerlendirir. Eğer bir yalan, daha büyük bir mutluluk getiriyorsa, o yalan ahlaken kabul edilebilir olabilir. Peki, hangisi doğru? Kant’ın katı ahlakçılığı mı, yoksa Mill’in esnek faydacılığı mı?
Ancak günümüz dünyasında bu tartışma daha da karmaşık hale geldi. “hakikat sonrası” (post-truth) çağında yaşıyoruz. Artık gerçekler değil, duygular ve inançlar belirleyici. Sosyal medyada yayılan yalanlar, kitleleri peşinden sürükleyebiliyor. Bir yalan, bir anda milyonlarca insanın gerçeği haline gelebiliyor. Bu durum, yalanın etik boyutunu daha da bulanıklaştırıyor. Çünkü artık yalan, sadece bireysel bir tercih değil, toplumsal bir silah haline geldi.
Sonuç olarak, yalanın ahlaki boyutu, sadece niyet ve fayda ile değil, toplumsal etkileri ve uzun vadeli sonuçlarıyla da değerlendirilmeli. Modern dünyada yalan, artık sadece bireysel veya toplumsal bir etik sorunu değil, bilgi çağının en büyük paradokslarından biri. Peki, tekrar soralım: bir yalan hangi koşullarda etik değer taşır? Yoksa yalan, hangi niyetle söylenirse söylensin, ahlaki anlamda her zaman bir yozlaşma mıdır?
Ben, bu sorulara net bir cevap verebilirim. Belki de vereceğim cevapların yalan karşısında bir anlamı olmayacaktır. Ama şunu biliyorum: Yalan, insanlık tarihi kadar eski bir olgu. Ve belki de onun varlığı, gerçekliğin ne kadar karmaşık ve çok katmanlı olduğunu gösteriyor. Belki de yalan, gerçekliğin bir yansımasıdır. Ve belki de, yalanı anlamak, gerçekliği anlamaktan geçer.
Ya da fazilet, gerçekliği/hakikati anlamaktır…