Devlet Eliyle Kontrollü Kaosun Anatomisi: Kürt Sekülerleşmesinde PKK’nın Rolü

Devlet Eliyle Kontrollü Kaosun Anatomisi: Kürt Sekülerleşmesinde PKK’nın Rolü

Mayıs 22, 2025
konu yorum

 

Modern ulus-devletin kurucu paradoksu, “homojenleştirici modernleşme” ile “çok-katmanlı geleneksel toplum” arasındaki gerilimde saklıdır. ’nin kuruluş felsefesi, radikal bir yaklaşımla Osmanlı’nın dini/etnik mozaiğini tek tip yurttaşlık kimliğinde eritmeyi hedefledi. Ancak bu proje, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da iki temel engelle karşılaştı: Bir yanda Kürt toplumunun aşiret-din eksenli örgütlü yapısı, diğer yanda coğrafyanın jeopolitik kırılganlığı. Devletin bu bölgedeki otorite kurma çabası, yalnızca iç siyaset değil, aynı zamanda uluslararası sistemin sınırlandırmaları (Sevr sendromu, azınlık hakları baskısı) tarafından da şekillendi.

1925 Şeyh Said İsyanı, Cumhuriyet’in Kürt meselesine ilişkin algısını belirleyen bir kırılma noktası oldu. İsyanın hem dini (Nakşibendilik) hem de etnik (Kürt) motivasyonları, devleti çifte tehdit algısına sürükledi. Bu tarihten itibaren bölge, yalnızca “geri kalmışlık” değil, aynı zamanda varoluşsal bir güvenlik sorunu olarak kodlandı. Ancak ilginç olan, devletin zamanla bu güvenlikleştirme politikasını, pasif bir dirençle karşılaşmayacağı toplumsal dönüşüm kanallarına evriltmesiydi. Örneğin, 1930’larda uygulanan İskân Politikaları, yalnızca demografik kontrol değil, aynı zamanda aşiret bağlarını zayıflatma amacını taşıyordu.

PKK’nın 1980’lerde yükselişi, bu dinamikleri radikal biçimde değiştirdi. Örgütün Marksist-Leninist çizgisi, devletin Kürt toplumunu dönüştürme hedefiyle paradoksal bir paralellik taşıyordu: Her ikisi de aşiret, tarikat ve geleneksel feodal yapıları hedef alıyordu. Devlet-PKK çatışmasının yarattığı şiddet sarmalı, istemeden de olsa şu sonuçları doğurdu:

  • Zorunlu Göç: 1990’larda 3 milyona yakın insanın batıya göçü, kentleşmeyi hızlandırdı ve aşiret aidiyetlerini aşındırdı.

  • Eğitim Aracılığıyla Sosyalleşme: Devlet okulları, göçle gelen çocukları “Türklük” ve “” ideolojisiyle temas ettirdi.

  • Kadının Dönüşen Rolü: Geleneksel toplumda ikincil konumda olan , hem PKK’nın kadın gerillalarıyla sembolik düzeyde hem de kent yaşamında kamusal alana çıkarak dönüştü.

Devletin bu süreçteki rolü diyalektik bir nitelik taşır: Bir yandan PKK’yı terör örgütü olarak bastırırken, diğer yandan onun yarattığı toplumsal çözülmeyi, uzun vadeli modernleşme projesinin örtük aracına dönüştürdü. Örneğin, 1993’teki köy koruculuğu sistemi, aşiretleri devletle işbirliğine zorlayarak geleneksel otoriteleri araçsallaştırdı. Benzer şekilde, 2000’lerdeki AK Parti dönemi dindarlaşma politikaları bile, Kürtler arasında Nakşibendilik yerine devlet denetimindeki ’nı yaygınlaştırarak dini kontrol etme çabasıydı.

1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrası süreç, bu diyalektiğin kritik bir evresini temsil eder. Öcalan’ın demokratik konfederalizm söylemine kayması ve kadın hakları vurgusu, Kürt siyasi hareketini geleneksel milliyetçilikten post-modern bir aktivizme evriltirken, devlet de 2010’larda çözüm süreci ile bu dönüşümü yönetmeye çalıştı. Ancak Suriye İç Savaşı’yla patlak veren Rojava deneyimi, bu denklemi uluslararası boyuta taşıyarak karmaşıklaştırdı.

Günümüzde Kürt toplumundaki dönüşüm, istatistiklerin ötesinde sosyolojik bir devrim niteliği taşıyor. TÜİK verilerine göre, Türkiye genelinde kendini “dindar” olarak tanımlayanların oranı %60’ken, bu oran Kürtler arasında %45’e düşmüş durumda. Benzer şekilde, kentli nüfusun %75’i aşması (Diyarbakır, Şanlıurfa gibi geleneksel kalelerde bile metropolleşme oranı %65), yalnızca fiziksel bir yer değişimini değil, aidiyetlerin yeniden tanımlandığı bir kimlik krizini de beraberinde getirdi. Kadınların siyasete katılımı ise sembolik düzeyi aşan somut örneklerle kendini gösteriyor: 2015’te HDP milletvekillerinin %40’ının kadın olması, 2019’da Mardin ve Van gibi kentlerde kadın belediye eşbaşkanların seçilmesi, geleneksel toplumda ataerkil kodların kırılmasının siyasal yansımaları.

Ancak bu tablo, devletin çelişkili ikiliğini daha da görünür kılıyor. “Terörle mücadele” retoriği altında yürütülen operasyonlar, bir yandan PKK’yı hedef alırken, diğer yandan devletin asırlardır çözemediği feodal yapıları çözen bir işlev üstlendi. Örneğin, 1990’larda zorla boşaltılan 3.500 köy, aşiretlerin toprak temelli gücünü sıfırlarken; köy koruculuğu sistemi, aşiret reislerini devletin “ücretli müttefikleri”ne dönüştürerek geleneksel sadakati bölüştürdü. Bu süreç, Schmitt’in “düşmanın ontolojik işlevi” kavramını hatırlatıyor: Devlet, PKK’yı “mutlak düşman” ilan ederek, yalnızca meşruiyet alanını genişletmekle kalmadı, aynı zamanda Foucault’nun vurguladığı “üretken iktidar” mekanizmasını harekete geçirdi. Yani, çatışma ortamı, devlete toplumsal dokuyu yeniden biçimlendirme fırsatı verdi: Göçle gelen kentli Kürt gençleri, devlet okullarında Türklük ve laiklikle temas ederken; kadınlar, hem PKK’nın “cinsiyet eşitlikçi” söylemi hem de kentsel ekonomide edindikleri rollerle geleneksel statülerini aştı.

Bu ironinin diyalektiği ise şurada yatıyor: Devlet, “bölücü” olarak kodladığı bir örgütün, kendi modernleşme projesinin gizli taşıyıcısına dönüşmesine seyirci kaldı. Hatta zamanla bu dönüşümü kontrollü bir şekilde yönlendirdi. Örneğin, 2010’larda Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerdeki AVM sayısının %300 artması, sadece ekonomik kalkınma değil, tüketim kültürüyle bireyselleşen bir nesil yaratma stratejisiydi. Benzer şekilde, Diyanet’in bölgedeki cami sayısını 10 yılda 2 katına çıkarması, dini kontrol altına alma çabasıyla paraleldi.

Uluslararası perspektiften bakıldığında, bu durum  ve “özgürleştirici şiddet” paradokslarını tartışmaya açar. Avrupa Birliği raporları, Kürt kadınlarının siyasal katılımını övgüyle anarken, aynı sürecin yerinden edilme ve kültürel yabancılaşmayla nasıl iç içe geçtiğini görmezden geliyor. Öte yandan, Rojava’daki feminist komün modeli, Türkiye’deki Kürt hareketini radikalize ederek devletin “ılımlı dönüşüm” planlarını sekteye uğrattı.

Sonuç olarak, devletin “düşmanla dansı”, modernleşme teorilerinin öngöremediği bir simbiyoz yarattı: Bir yıkım aracı olan çatışma, aynı zamanda yeni bir toplum inşasının katalizörüne dönüştü. Bu, Clausewitz’in “savaşın politikanın başka araçlarla devamıdır” sözünü tersyüz eden bir gerçeklik: Türkiye’de savaş, politikanın üretken bir laboratuvarı oldu.

Latest from Hayati Esen

100 Yaşına Kadar Yaşamak İster misiniz? Daha Uzun Yaşamanın Pratik Yolları
Önceki Hikaye

100 Yaşına Kadar Yaşamak İster misiniz? Daha Uzun Yaşamanın Pratik Yolları

Erdoğan’dan Budapeşte Zirvesi Dönüşü Mesajlar: “Terörsüz Türkiye En Büyük Mirasımız Olacak”
Sonraki Hikaye

Budapeşte Zirvesi Sonrası Erdoğan’dan Çok Katmanlı Diplomasi Hamlesi

Git

Don't Miss