Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin üçüncü yıldönümünde, BM Genel Kurulu bu hafta Washington ile Batılı müttefikleri arasında büyük bir diplomatik ayrışmaya tanıklık eden özel bir oturum düzenledi. Bu ayrışma, Başkan Donald Trump yönetimi altında yeni jeopolitik blokların ortaya çıkmasıyla birlikte transatlantik ilişkilerde değişen ittifakları gözler önüne serdi.
BM Genel Kurulu kararları hukuki olarak bağlayıcı olmasa da küresel duyguların bir yansıması olarak görülüyor. Bu nedenle, Avrupa destekli Ukrayna oylamasının sonucu özellikle çarpıcıydı. ABD, geleneksel olarak yakın olduğu Avrupa müttefiklerine karşı durarak Moskova’nın saldırganlığını kınayan bir karara karşı çıktı.
Oylama, Ukrayna’nın dışarıda bırakıldığı ABD ve Rusya yetkilileri arasında yapılan doğrudan görüşmelerin ardından gerçekleşti ve Trump’ın Washington’da Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile yaptığı görüşmeyle aynı zamana denk geldi. Ukrayna oylamasındaki bu ayrışma, 2003 Irak Savaşı’ndan bu yana BM’de Batı güçleri arasındaki en büyük bölünme olarak görülüyor ve belki de daha kritik bir boyut kazanıyor.
Irak Savaşı döneminde, Batı güçleri—özellikle ABD ile Fransa ve Almanya gibi AB ülkeleri—işgale karar verme konusunda derin fikir ayrılıkları yaşamıştı. Bu ayrışma, Batılı müttefikler arasında önemli bir sürtüşmeye neden olmuş, ancak esas olarak Irak’ta savaşa gidip gitmeme konusunda politik bir anlaşmazlık olarak kalmıştı. Ukrayna meselesindeki bölünme ise yalnızca bir politika anlaşmazlığından öte, Batı ittifakı içinde temel bir paradigma değişikliğinin işaretini veriyor.
Trump’ın geri dönüşü ise hem Türkiye hem de AB için yeni zorluklar getirdi. Trump’ın ilk döneminde ABD ile Avrupa, Orta Doğu barış sürecinden İran nükleer anlaşmasına kadar birçok uluslararası konuda farklı taraflarda yer aldı. İlk Trump yönetiminin İran nükleer anlaşmasından çekilme kararı ve Brüksel ile yaşanan ticaret anlaşmazlıkları, AB-ABD ilişkilerine ciddi bir darbe vurmuştu. En kötü döneminde Avrupa yetkilileri “Böyle dostlarla, düşmana kim ihtiyaç duysun?” diye sorgulamalarda bulunmuştu. Bugün ise benzer endişeler Avrupa başkentlerinde dile getiriliyor ve geleceğe dair artan belirsizlik gözlemleniyor.
Trump’ın politikaları nedeniyle Avrupa sokaklarında artan anti-Amerikan duygularının Türkiye’de de paralellik gösterdiği gözlemleniyor. Ankara ile Washington arasındaki en önemli meselelerden biri, PKK’nın bir kolu olan Kürt YPG’nin egemenliğinde bulunan Suriye Demokratik Güçleri’ne Amerika’nın verdiği destek. ABD ve AB tarafından terör örgütü olarak tanımlanan PKK ile Türkiye son kırk yıldır mücadele ediyor. Öte yandan, Türkiye ile AB arasında hâlâ çözülmeyi bekleyen, çoğunlukla yapısal nitelikte olan sorunlar bulunuyor.
Trump yönetiminin politikaları artık giderek artan riskler oluşturuyor ve bu durum Türkiye ile Avrupa’nın ortak çıkarlarını tehdit ediyor. Bu durum, Avrupa’yı ABD ile başa çıkmak için kolektif bir eyleme ihtiyaç duyulduğunu fark ettirdi. Böylece AB’nin duruşu, Türkiye ile Avrupa’nın siyasi ve ekonomik olarak birbirine bağımlı olduğunu göstermekle kalmıyor; aynı zamanda Ankara ile Brüksel’in ortak bir tehdide karşı ikili sorunlarını bir kenara bırakabileceğini de ortaya koyuyor.
Burada, 1980’lerde Stephen M. Walt tarafından ilk öne sürülen “tehdit dengesi” teorisi akla geliyor. Bu teori, devletlerin ittifak davranışlarının, diğer devletlerden algıladıkları tehditlere göre belirlendiğini savunur. Hem Türkiye hem de AB, aynı gemide oldukları, ortak zorluklarla karşı karşıya kaldıkları ve Amerikan dalgalarıyla birlikte baş etmek zorunda oldukları hissine kapılıyorlar.
Ukrayna oylamasına geri dönersek, ABD’nin muhalefetine rağmen karar kabul edildi. 93 ülke lehine, 18 ülke aleyhine ve 65 ülke çekimser kalırken, 17 ülke oy kullanmamayı tercih etti. Bu dağılım, küresel güç dengesinde belirgin bir bölünmeyi ortaya koyuyor ve çoğunluğun Rusya’nın Ukrayna işgaline karşı durduğunu gösteriyor.
Ancak, bu oylamayı Şubat 2023’te gerçekleştirilen benzer bir oylamayla karşılaştırdığınızda, bir değişim olduğu açıkça görülüyor. 2023’te, 141 ülke Rusya’nın işgalini kınama lehine oy kullanırken, bu bloğun başında ABD yer aldı. ABD’nin oy verme düzenindeki farklılık, Rusya’ya yönelik yaklaşımları konusunda artan US-AB ayrışmasının temelindeki daha geniş çaplı değişiklikleri gözler önüne seriyor.
Ankara, Rusya’nın Ukrayna işgalini kınamada Avrupa başkentleriyle aynı çizgide yer alarak BM Genel Kurulu’nun her iki kararına da lehine oy verdi. Ancak bu savaş süresince Türkiye, Moskova ile Batı arasında kritik bir denge unsuru olarak önemli bir rol oynadı; Türk ve Rus liderler arasındaki yakın kişisel diplomasinin desteğiyle bu denge sağlanabildi. BM’deki oylama, Ankara’nın ABD yerine AB ile daha yakın hizalandığını açıkça ortaya koyuyor. Türkiye’nin bu tutumu, transatlantik ittifaka yönelik dış politika yaklaşımında kayda değer bir değişimin işareti niteliğinde.
Türkiye, bölgedeki hem ABD hem de AB vizyonları açısından büyük önem taşıyor. Washington açısından Türkiye, Soğuk Savaştan bu yana kritik bir stratejik müttefik ve “örnek” bir ortak olarak öne çıkmış; ABD’den sonra NATO içindeki en büyük ikinci orduya sahip. Avrupa için ise Türkiye, kıtanın güvenlik çerçevesinin vazgeçilmez bir parçası olup, Avrupa bloğunun kuruluşundan bu yana üyelik adayı olarak değerlendiriliyor.
Tarihi olarak, Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkileri paralel yollar izlemedi; ancak bu ilişkiler birbirine yakından bağlıydı. Fakat bu dinamik değişti; ABD ile AB arasındaki artan uçurumlar, Ankara’yı önümüzdeki dört yıl boyunca tarafsız kalmaya yönlendirecek güçlü teşvikler oluşturdu. Önümüzdeki yıllar, Türkiye’nin ABD ve AB’nin çelişen çıkarları arasında konumunu belirlemede kritik bir rol oynayacak.
-Yazan: Dr. Sinem Cengiz- Kaynak Link