Bilimsel düşüncenin evrimi, Antik Yunan’daki felsefi diyaloglardan Rönesans’ın özgür düşünce atılımlarına kadar, çoğulcu tartışmalarla beslenen bir süreçti. Örneğin, Galileo’nun Dünya’nın hareketi üzerine fikirleri, dönemin dogmalarına karşı çıkmasına rağmen, bilim çevrelerinde yavaş yavaş kabul gördü. Ancak günümüzde, Google Scholar, PubMed gibi akademik indeksleme sistemleri ve impact factor gibi metrikler, bilimsel çalışmaları “alıntı sayısı”, “indirme oranı” veya “üniversite sıralamaları” gibi niceliksel kriterlere göre filtreliyor. Bu algoritmik önceliklendirme, özellikle disiplinlerarası veya ana akımın dışındaki teorilerin görünürlüğünü otomatik olarak azaltıyor.
Peki bu yalnızca bilimsel bilgiyle mi sınırlı?
Hayır. Aynı algoritmalar, toplumsal ve dinî söylemler üzerinde de hükümran. Özellikle İslam’a dair dijital alanda oluşan içerikler, çoğu zaman bu algoritmik çerçevenin sonucudur. YouTube’da “İslam” kelimesini arattığınızda önerilen videoların bir kısmı, sizi doğrudan “radikalizm” tartışmalarına, “İslami terör” klişelerine götürür. Bu yönlendirme bilinçli değildir belki ama sistematik bir sonuç üretir: İslam, dijital evrende sıklıkla bir tehdit olarak görünür.
Algoritmik yapının dijital nefret söylemleriyle kesişimi
Akademide algoritmaların ve metriklerin yol açtığı tekdüzelik sorunu, toplumsal medya ekosisteminde bambaşka bir biçimde tezahür ediyor. Sosyal medya platformları, kullanıcı dikkatini maksimize etmek ve etkileşimi artırmak için içerikleri karmaşık algoritmalarla filtreliyor ve sıralıyor. Bu algoritmalar genellikle kullanıcıların en çok tepki verdiği (tıklama, beğeni, yorum vb. etkileşim getiren) içerikleri öne çıkarma eğiliminde. Ne var ki insanların yoğun tepki verdiği içerikler her zaman olumlu veya makul içerikler değildir; aksine, kutuplaştırıcı, provokatif veya nefret dolu söylemler insan psikolojisi gereği daha fazla dikkat çekebilir. Sonuç olarak dijital platformların algoritmaları, istemeden de olsa, nefret söylemini ve aşırı uç fikirleri besleyen bir mekanizma haline gelebilir.
Özellikle İslam’ın dijital medyada temsiline baktığımızda, uzun süredir devam eden önyargılar ve siyasi koşullar nedeniyle sistematik bir olumsuz çerçeveleme görüyoruz. On yıllardır süren “terörle mücadele” söylemi içinde İslam ve terör kavramlarının sık sık birlikte anılması, çevrimiçi ortamda da kendini tekrar ediyor. Algoritmalar ise mevcut içerik havuzundaki bu kalıp ilişkilere dayanarak kullanıcılara benzer içerikleri önermeyi sürdürüyor. Örneğin, bir kullanıcı YouTube’da İslam ve siyaset ile ilgili bir video izledikten sonra, öneri motoru onu kolaylıkla daha uç görüşlere sahip videolara yönlendirebiliyor. 2019’da Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki cami saldırısından hemen sonra, bir kullanıcı “Müslümanlar” kelimesini YouTube’da arattığında karşısına çıkan en popüler videolardan biri, hiçbir kanıta dayanmadan “Müslümanların çoğunluğunun radikal olduğu” iddiasını öne süren bir içerikti. Üstelik YouTube’un otomatik oynatma özelliği devreye girerek bu videonun ardından “Müslümanların gerçekte nasıl olduğu” iddiasıyla yayılan komplo videolarını ve “İslam’ı yok eden” içerikleri peşi sıra kullanıcıya sunmaya devam etti. Bir uzman bu durumu “tam bir eko odası (yankı odası) oluşumu” olarak nitelendiriyor: Aynı fikir defalarca karşınıza çıktıkça, giderek daha “gerçek” görünmeye başlar ve kullanıcılar yanlış bile olsa tekrarlanan iddialara inanmaya yatkın hale gelirler Özetle, platformun daha uzun izlenme süresi ve reklam geliri elde etme motivasyonu, algoritmayı keskin içerikleri ısrarla sunmaya iterek bir radikalleşme sarmalı yaratmıştır.
Nefret söyleminin algoritmik beslenmesi sadece YouTube ile sınırlı değil. Facebook, TikTok, Twitter gibi farklı mecraalarda benzer dinamikler gözlemleniyor. Bu platformların ortak noktası, hepsinin kullanıcıyı olabildiğince ekranda tutacak içeriği matematiksel olarak seçmeye çalışması. Maalesef aşırı uç fikirler, komplo teorileri ve nefret dolu paylaşımlar çoğu zaman daha fazla yorum ve paylaşım getirdiği için avantajlı konuma geçiyor. Akademik literatürde “algoritmik yankı odaları” ve “filtre balonları” olarak adlandırılan olgu tam da budur: Algoritma, kullanıcının halihazırdaki görüşlerini pekiştiren ve daha uç biçimlerine maruz bırakan bir içerik balonu yaratır. Örneğin, Facebook’ta bir kişi birkaç İslam karşıtı gönderiyle etkileşime girerse, algoritma onu benzer gruplara, sayfalara yönlendirebilir; karşısına giderek daha aşırı İslamofobik yorumlar çıkarabilir. Bu mekanizma, dijital nefret söylemlerini organik bir tartışma ortamı olmaktan çıkarıp, kendini tekrar eden ve gittikçe sertleşen bir döngüye dönüştürür.
İslam’ın dijital platformlarda terörle ilişkilendirilmesi ne yazık ki sıradanlaşmış bir önyargı kalıbıdır. Medyada ve popüler kültürde “Müslüman = terörist” gibi haksız genellemelerin yaygın oluşu, sosyal medyada da içerik üreticiler tarafından sıkça istismar ediliyor. “Dijital demonizasyon” diyebileceğimiz bir süreçle, Müslüman topluluklar çevrimiçi ortamda şeytanîleştiriliyor: Bilinçli bir kavramsal basitleştirmeyle her Müslüman potansiyel terörist gibi gösteriliyor. Bu basmakalıp çerçeveleme sonucu, özellikle Batı’da pek çok sıradan kullanıcı, İslam’ı şiddet ve aşırılıkla özdeşleştiren bir algıya maruz kalıyor. Tüm Arapların radikal İslamcı ve terörist olduğu şeklindeki cahilce genellemeler, sosyal medyada o kadar tekrar ediyor ki, geniş kitleler nezdinde gerçek sanılabiliyor. Bu yanlış ve yaygın imaj, diğer toplumların Müslüman coğrafyalardan uzak durmasına, onları bir tehdit olarak görmesine yol açıyor; nihayetinde Müslüman toplumların damgalanması, ırkçılık ve İslamofobi beslenmiş oluyor.
Algoritmalar bu süreçte önemli bir katalizör. Sosyal medya, gerçeğin inşasında kitleleri etkileyen bir büyüteç işlevi görüyor: Belirli söylemleri defalarca tekrar ederek, semboller ve sloganlar aracılığıyla kitlelerin algısını çarpıtabiliyor. Örneğin “İslam Avrupa’yı ele geçiriyor” veya “Müslümanlar ulusal güvenliğe tehdittir” gibi temalar, önce marjinal komplo teorileri olarak ortaya çıksa da, algoritmalar sayesinde milyonlarca kullanıcıya ulaşıp ana akım bir düşünceye dönüşebiliyor. Platformlar, kullanıcı tepkisini ölçmek için tasarlanmış algoritmalarla, kimi zaman farkında olmadan nefret söyleminin megafonu haline geliyor. Nitekim Amnesty International gibi kuruluşların raporları, Facebook algoritmalarının Myanmar’da Rohingya Müslümanlarına karşı nefreti nasıl körüklediğini, şiddeti adeta teşvik ettiğini ortaya koymuştu. Yine Hindistan’da, benzer şekilde WhatsApp ve Facebook üzerinden yayılan İslam karşıtı asılsız söylentilerin lynch girişimlerine yol açtığı biliniyor. Bu örnekler, dijital platformların algoritmik yapısının zararlı içeriklerle kesiştiğinde ne denli yıkıcı etkiler doğurabildiğini gösteriyor. Kısacası, tıpkı bilimsel bilgi üretiminde olduğu gibi, dijital kamuoyunda da algoritmalar kitlelerin ne göreceğini belirliyor – ancak burada sonuç, dezenformasyon ve nefret sarmalının güçlenmesi şeklinde tezahür ediyor.
Öneri algoritmalarının bu kendini pekiştiren döngüsü, dijital İslamofobinin yayılmasında başlıca etkenlerden biridir. Örneğin bir sosyal medya kullanıcısı, İslamofobik bir gönderiye tepki gösterdiğinde (ister olumlu ister olumsuz), algoritma bunu bir etkileşim sinyali sayıp benzer gönderileri daha çok sunabiliyor. Bu da kullanıcıyı daha fazla önyargılı içeriğe maruz bırakarak zamanla düşüncelerini katılaştırabiliyor. Sonuçta dijital platform, birçok kullanıcının zihninde “Müslümanlar tehlikelidir” gibi önyargıları normalleştiren bir alternatif gerçeklik balonu yaratmış oluyor.
Dijital İslamofobi örnekleri: YouTube, TikTok, Twitter
Algoritmik yönlendirmelerin pratikte nasıl İslamofobik içerikleri öne çıkarabildiğini somut örneklerle ele alalım. Büyük sosyal medya platformlarında son yıllarda yapılan analizler, bu konuda çarpıcı veriler sunuyor:
YouTube Örneği: YouTube uzun süre boyunca, kullanıcıları giderek daha aşırı içeriklere çeken öneri algoritması nedeniyle eleştirildi. Özellikle İslam ve göçmenlik konularında platformun tavşan deliği (rabbit hole) etkisi sıkça vurgulanır hale geldi. Bir kullanıcının ılımlı bir tartışma videosundan başlayıp, bir süre sonra kendini komplo teorisyenlerinin ve aşırı sağ propagandacıların videolarında bulabildiği sayısız anekdotla anlatılmıştır. Yukarıda değindiğimiz gibi, 2019’daki Christchurch cami katliamının hemen ardından bile YouTube’un algoritması kendini fazla değiştirmemişti: Saldırıdan sadece birkaç saat sonra bile, “Müslümanlar” araması yapan bir kullanıcıya en çok izlenen öneri videolarından biri, Müslümanların çoğunun radikal olduğunu öne süren, bilimsel temelden yoksun bir içerikticounterextremism.com. Bu video milyonlarca görüntüleme almıştı. Dahası, video bitiminde algoritmanın sıraladığı sıradaki içerikler yine İslam’ı “ifşa ettiğini” iddia eden veya İslam’a yönelik sert karalamalar içeren videolardı. YouTube’un otomatik oynatma ve öneri sistemi, kullanıcının durup düşünmesine fırsat vermeden bir eko odası yaratmıştı. Genç bir YouTube kullanıcısının anlatımı, bu süreci gözler önüne seriyor: Bill Maher ile Ben Affleck’in İslam üzerine tartıştığı makul bir videoyu izledikten sonra YouTube ona otomatik olarak İslam karşıtı komplolarıyla tanınan Paul Joseph Watson’ın içeriklerini önermiş, oradan da adım adım daha “sinsi” içeriklere yönlendirmişti. Kendisini sağ ideolojiye kaptırdığını fark eden bu kullanıcı sonradan görüşlerini değiştirse de, YouTube’un önerilerinin genç yaşta onu aşırı sağcılığa kaydırdığını itiraf ediyordu. Bu örnek, YouTube algoritmasının nasıl bir radikalleştirici etki yapabileceğine dair tipik bir vakadır. Eleştirilerin yoğunlaşması sonucu YouTube 2019’dan itibaren “zararlı yanlış bilgiler” içeren videoları daha az önermeye yönelik bazı adımlar attı; hatta komplo videolarının önerilerden gelme oranını %50’nin üzerinde azalttığını açıkladı. Ancak bu önlemler dahi tartışmalıdır ve platformun tamamen temizlendiğini söylemek mümkün değil. Özellikle İslamofobik içerikler, çoğu zaman “fikir özgürlüğü” paravanı ardında dolaşıma sokulduğu için, hala dolaşımdadır. Özetle, YouTube örneğinde algoritmik popülerlik mantığı, İslam’a yönelik aşırı söylemleri anaakımlaştırma etkisi göstermiştir.
TikTok Örneği: Son dönemin popüler platformu TikTok da benzer sorunlarla yüz yüze. Kısa video formatıyla ve güçlü keşfet algoritmasıyla tanınan TikTok, özellikle genç kitlelerin yoğun kullandığı bir mecra. Uluslararası Stratejik Diyalog Enstitüsü (ISD) 2021 yılında TikTok üzerindeki aşırı sağ ve nefret içeriklerini inceleyen bir rapor yayınladı. Bulgular, platformun içerik denetiminde ciddi açıklar olduğunu ve antisemitik (Yahudi karşıtı) ve İslamofobik içeriklerin kolayca milyonlarca izlenme alabildiğini gösteriyordu. Özellikle eski etnik çatışmalara dair nefret söylemleri TikTok’ta yeniden üretilip yayılmıştı: Örneğin Bosnalı Müslümanlara karşı 1995’te Srebrenica’da yapılan soykırımı inkâr eden veya bu katliamı gerçekleştirenleri öven videolar on binlerce kez paylaşılıyordu. ISD’nin örnek verdiği kliplerden biri, Avrupa’da Müslümanların çoğalmasına ilişkin komplo teorilerini desteklemek için kullanılmıştı. Bu videolarda “Avrupa’nın sistematik İslamlaşması” gibi yabancı düşmanı söylemler dile getiriliyor ve beyaz nüfusun tehlikede olduğu propagandası yapılıyordu. Hatta ISD raporunda, Christchurch’te 51 Müslümanı katleden terörist Brenton Tarrant’a övgüler düzen 30’dan fazla videonun TikTok’ta dolaştığı, bunların 10’dan fazlasının bizzat saldırganın kendi çektiği görüntüleri içerdiği belirtiliyor. Bu içeriklerden bazıları, saldırının video oyunlarıyla yeniden canlandırıldığı kliplerdi ve milyonlara ulaşmıştı. TikTok her ne kadar “topluluk kurallarımız gereği nefret söylemini yasaklıyoruz” açıklamaları yapsa da, pratikte platformda İslam düşmanlığını öven veya normalleştiren yüzlerce video tespit edildi. Bu da gösteriyor ki, kısa video algoritmaları dahi kullanıcıların hızlı tüketim alışkanlığını fırsat bilerek, denetimden kaçan nefret mesajlarını yayabiliyor. Üstelik TikTok’un görsel-işitsel efektleri ve trend müzikleri, nefret içeriklerine bir tür estetik kılıf kazandırarak genç izleyicilere sempatik gösterme riski taşıyor. Örneğin, raporda belirtilen bazı aşırıcı videolar nostaljik filtreler kullanarak “eski güzel günlerde çeşitlilik yoktu, ne güzeldi” mesajı veriyor; bu yolla çeşitliliğe karşı bir özlem duygusu aşılıyordu. Neticede TikTok örneği, yeni nesil platformların da İslamofobik söylemlerden azade olmadığını ve algoritmaların yaratıcı yollarla bu içerikleri öne çıkarabildiğini gözler önüne seriyor.
Twitter (X) ve Diğer Platformlarda Botlar ve Sahte Haberler: Dijital İslamofobinin yayılmasında sadece organik kullanıcıların değil, örgütlü bot hesaplar ve koordine kampanyaların da rolü büyük. Twitter, özellikle 2010’ların sonlarından itibaren siyasi manipülasyon amaçlı bot ağlarının faaliyet gösterdiği bir mecra olarak biliniyor. Bu ağlar, sahte hesaplar aracılığıyla belirli etiketleri (hashtag) trend listesine sokmak, yanlış bilgileri kitlesel olarak paylaşmak gibi taktikler kullanarak kamu algısını yönlendirmeye çalışıyor. İslamofobik propaganda da bu yöntemlerden nasibini almıştır. Örneğin 2016 ABD seçim sürecinde ortaya çıkan bulgular, Rusya merkezli bazı troll hesapların Amerikan toplumundaki fay hatlarını derinleştirmek için hem İslam karşıtı hem de İslam yanlısı aşırı uç mesajları bir arada pompaladığını ortaya koymuştu. Amaç, kutuplaşmayı körüklemekti. Benzer şekilde Hindistan’da da organize trol çiftlikleri, iktidardaki Hindu milliyetçi çevrelerin propaganda organı gibi çalışarak, sık sık Müslüman azınlığı şeytanîleştiren sahte haberler yaydılar.
Bu sahte içeriklerin gerçek dünyada tehlikeli sonuçlar doğurduğuna dair örnekler oldukça çarpıcıdır. COVID-19 pandemisi sırasında, Hindistan’da “Müslümanlar kasıtlı olarak koronavirüs yayıyor” şeklindeki komplo teorileri sosyal medyada ve WhatsApp gruplarında dolaşıma sokuldu. “Corona Jihad” etiketiyle internette yayılan bu iddialar, aslında Mart 2020’de Delhi’deki bir İslami cemaate ait toplantının salgın kaynağı gibi gösterilmesine dayanıyordu. Gerçekte benzer birçok toplantı, dini veya değil, salgının başlangıcında hastalığın farkında olmadan bulaşma noktası olmuştu; ancak Hindu milliyetçi çevreler ve onların dijital trol ağları sadece Müslüman grubun üzerine giderek, onları vatan hainliğiyle suçladı. Facebook ve Twitter’da sahte videolar, kurgulanmış görüntüler paylaşılarak Müslümanların halka tükürerek virüs yaydığı gibi asılsız hikayeler dolaştırıldı. Bunun sonucunda ülke genelinde pek çok yerde Müslümanlara yönelik saldırılar yaşandı. Örneğin Nisan 2020’de Delhi yakınlarında bir köyde 22 yaşındaki bir Müslüman genç, “bilerek Hindu mahallesine virüs bulaştırmaya geldiği” iftirasıyla bir grup tarafından linç edildi; saldırganlar genci döverek “CoronaJihad komplosunun bir parçası olduğunu” itiraf etmesini istediler. Bu insanlık dışı saldırının tamamen asılsız sosyal medya söylentilerine dayandığı sonradan ortaya çıktı. Ancak dijital dünyada ateşlenen İslamofobi, fiziksel dünyada gerçek şiddete dönüşmüştü. Bu örnek, sahte haberlerin (fake news) ve komplo teorilerinin dijitalde nasıl hızla yayılarak kitleleri galeyana getirebildiğinin acı bir dersidir. Benzer bir durum Avrupa’da da görüldü; örneğin COVID-19 kısıtlamaları sırasında İngiltere’de bazı aşırı sağ gruplar “Müslümanlar karantinaya uymuyor, camilerde toplanıp virüs yayıyor” şeklinde temelsiz iddialarla sosyal medyada nefret saçtılar.
Twitter’daki bot hesapların bir diğer taktiği de hashtag zehirleme ve trend manipülasyonudur. Örneğin #StopIslam (İslam’ı Durdurun) gibi açıkça İslamofobik bir etiket, çoğu sahte profillerce yüz binlerce tweet’le desteklenip dünya gündemine taşınabiliyor. Aynı anda sahte haber sitelerinden linkler paylaşarak, “Müslüman göçmenler şurada suç işledi” gibi gerçek dışı haberleri dolaşıma sokuyorlar. Nitekim bir araştırma, Instagram’da #StopIslam etiketi altında faaliyet gösteren bazı hesapların sürekli meme’ler (caps’ler), uydurma haberler ve spam içerikler yayınlayarak platformu nefret mesajlarıyla doldurmaya çalıştığını belgeledi. Bu hesaplar şikayet edildiğinde kapatılsa bile, hemen yenileri açılıyor ve aynı içerikleri yaymaya devam ediyorlar. Böyle bir dezenformasyon bombardımanı içinde sıradan kullanıcıların gerçek ile yalanı ayırt etmesi de zorlaşıyor. Neticede, dijital İslamofobi sadece organik bir önyargı meselesi değil; aynı zamanda çeşitli aktörler tarafından sistematik olarak üretilen ve yayılan bir olgu. Teknoloji şirketlerinin içerik denetleme politikaları bu hızla baş etmekte yetersiz kalabiliyor veya ekonomik çıkarlar nedeniyle tutarsız uygulanabiliyor (örneğin platformda etkileşim yaratan uç içerikleri tamamen yasaklamak işlerine gelmeyebiliyor).
Son olarak, dijital İslamofobik söylemlerin siyasi araçsallaştırılması konusuna değinelim. Dünyanın farklı yerlerinde, farklı ideolojik amaçlarla İslamofobi dijital bir silah gibi kullanılabiliyor. Avrupa’da bazı aşırı sağ partiler, göç ve entegrasyon sorunlarını istismar ederek sosyal medyada Müslüman karşıtı kampanyalar yürüttüler. Örneğin Fransa’da Ulusal Cephe (şimdi RN), yıllardır sosyal platformlarda “İslamlaşmaya dur de” temalı içeriklerle tabanını diri tutmaya çalışıyor. ABD’de Donald Trump’ın kampanyası döneminde Müslüman karşıtı videoların Twitter’da dolaşıma sokulup ardından bizzat Trump tarafından retweet edilmesi hala hatırlardadır (örneğin Britanyalı aşırı sağ bir grubun Müslümanları şiddet yanlısı gösteren videolarını paylaşmıştı). Bu tür eylemler, dijital nefret söyleminin bizzat üst düzey siyasilerce de benimsendiğini ve siyasi propaganda malzemesi yapıldığını gösteriyor. Sonuçta dijital İslamofobi örnekleri, ister bireysel algoritmik sapmalar ister organize manipülasyonlar şeklinde olsun, günümüzün somut bir gerçeği haline gelmiştir. İnternetin ilk zamanlarında beklenen “farklı kültürleri yakınlaştırma” ütopyasının yerine, yanlış yönetilen algoritmalar sonucunda “korku ve nefretin bulaşıcı yayılımı” distopyası belirmiştir. Bu durum, hem teknoloji şirketlerine hem de toplumlara, algoritmaların tasarımı ve denetlenmesi konusunda ciddi sorumluluklar yüklemektedir.
İsrail-Filistin bağlamında İslamofobik söylemlerin siyasal araçsallaştırılması
İslamofobik dijital söylemlerin en yoğun kullanıldığı alanlardan biri de Orta Doğu’daki siyasal çatışmaların propaganda boyutudur. Özellikle İsrail-Filistin çatışması bağlamında, İslamofobi uluslararası kamuoyunu şekillendirmek üzere sıkça başvurulan bir dil haline gelmiştir. Burada çeşitli aktörlerin – İsrail devlet kurumları, aşırı Siyonist gruplar, Batı’daki sağ popülist çevreler ve çevrimiçi trol orduları – amaçlı bir dezenformasyon kampanyası yürüttüğünü görüyoruz. Temel hedef, Filistinlilerin hak arayışını itibarsızlaştırmak, Filistin direnişini küresel terörizm parantezine alarak İsrail’in politikalarını meşrulaştırmaktır.
Özellikle 11 Eylül 2001 sonrası dönemde şekillenen “küresel terörle savaş” söylemi, İsrail tarafından kendi mücadelesine uyarlanmıştır. Filistinli gruplar, özellikle de Gazze’yi yöneten Hamas, dünya çapında “radikal İslamcı terör örgütleri” ile eş tutularak lanse edilmiştir. Böylece İsrail hükümetleri, Filistin topraklarında uyguladıkları askeri şiddeti uluslararası arenada meşru müdafaa ve terörle mücadele kisvesi altında savunabilmiştir. Batı medyasında da bu çerçeve uzun süre hakim oldu: İsrail’in Filistinlilere yönelik operasyonları çoğunlukla güvenlik paradigması içinde sunulurken, Filistin’in uğradığı haksızlıklar göz ardı edildi. Yakın zamanda, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın düzenlediği saldırı sonrasında İsrail’in Gazze’ye karşı yürüttüğü misilleme harekatı sırasında da benzer bir medya söylemi görüldü. Batıdaki pek çok ana akım medya kuruluşu, Gazze’de binlerce çocuğun ölmesiyle sonuçlanan ağır bombardımanı aktarırken İsrail’in eylemlerini “kendini savunma hakkı” çerçevesinde ele aldı; buna karşılık Filistin yanlısı sesler ya teröre destek ile yaftalandı ya da antisemitik olmakla suçlandı. Georgetown Üniversitesi’nin Bridge Initiative adlı programı tarafından Mayıs 2024’te yayımlanan bir analiz, Batı medyasının Filistin ile dayanışma gösteren üniversite protestolarını ele alış biçiminde bile yoğun bir İslamofobik ton bulunduğunu ortaya koydu. Bu analizde vurgulanan üç yaygın medya klişesi dikkat çekicidir: (1) “Bütün Filistinliler Hamas’tır” algısı – yani Filistinli siviller topyekûn terörist damgası yemektedir; (2) “Filistin’e destek veren herkes potansiyel terörist/aşırıcıdır” – küresel ölçekte Filistin haklarına sahip çıkan aktivistlerin radikal İslamcı ilan edilmesi; (3) “Filistin halkının haklarını savunan her ses antisemitiktir” – insan hakları temelinde eleştiriler getirenlerin bile Yahudi düşmanı olarak yaftalanması. Bu üç söylem, aslında İslamofobik önyargıların ve ırkçı stereotiplerin siyaseten kullanılması anlamına geliyor. Zira Filistinliler, etnik ve dini kimliklerinden ötürü kolektif suçlu ilan edilerek “öteki”leştiriliyor; onların destekçileri de zincirleme olarak kriminalize ediliyor.
Dijital medya da bu algı operasyonlarının ana cephesi haline gelmiş durumda. İsrail yanlısı mesajları ve İslam karşıtı içerikleri yaymak için örgütlü dijital kampanyalar yürütülüyor. Örneğin Temmuz 2024’te Al Jazeera’nın ortaya çıkardığı bir haber, İsrail Diaspora İşleri Bakanlığı’nın perde arkasından finanse ettiği milyon dolarlık bir dezenformasyon kampanyasını ifşa etti. Bu kampanya, 7 Ekim Hamas saldırısından hemen sonra başlatılmış ve özellikle ABD’li siyasetçileri hedef alarak Müslümanlara yönelik nefret içerikleri yaymıştır. Kampanya çerçevesinde İsrail hükümeti, Tel Aviv merkezli Stoic adlı bir pazarlama şirketine 2 milyon dolar fon aktarmış; bu şirket yapay zekâ kullanarak yüksek hacimde yanıltıcı çevrimiçi içerik üretip sahte hesaplar aracılığıyla sosyal medyaya sürmüştür. Araştırmacılar, Facebook, Instagram ve X (Twitter) platformlarında “Moral Alliance”, “Unfold Magazine” ve “Non-Agenda” gibi isimlerle faaliyet gösteren yüzlerce sahte hesap tespit etti; bu hesapların ortak noktası İsrail’in Gazze’deki eylemlerine destek veren paylaşımları hep bir ağızdan tekrar etmeleri ve aynı mesajları birçok hedef kişiye kopyala-yapıştır yöntemiyle göndermeleriydi. Bu koordineli ağ, görünüşte bağımsız medya sitelerinden alıntılar yapıyor izlenimi verse de gerçekte tek merkezden yönetilen bir yapay propaganda seli yaratmıştır. En endişe verici kısım ise, kampanyanın sadece İsrail’i desteklemekle kalmayıp açık İslamofobik içerik de üretmesidir. Yürütülen operasyon, Batı’daki aşırı sağ İslam düşmanı eğilimleri harekete geçirmek amacıyla Müslümanları hedef alan nefret mesajlarını da yaymıştır. Örneğin Kanada’da kurulmuş görünümlü “United Citizens for Canada” adlı sahte bir web sitesi, Müslüman göçmenleri ülke için tehdit ilan eden içerikler yayınlamıştır. Bu, İsrail bağlantılı bir kampanyanın, küresel İslamofobiyi kışkırtarak kendi siyasi ajandasına destek toplamaya çalıştığının kanıtıdır.
İsrail’in aşırı sağ çevrelerle bu konuda çıkar birliği içinde olması da dikkat çekicidir. Avrupa ve ABD’deki İslam karşıtı popülistler, uzun zamandır İsrail’i bir müttefik olarak görmektedir; çünkü İsrail’in İslamcı gruplara karşı mücadelesini, kendi ülkelerindeki Müslüman azınlıklara karşı ideolojik söylemlerine payanda yaparlar. İronik biçimde, yerleşik düzen karşıtı ve antisemitik geçmişi de olabilen Avrupa’nın faşizan partileri, İsrail ile yakınlaşmakta tereddüt etmemektedir. Temmuz 2024’te İsrail’in Diaspora İşleri Bakanı Amichai Chikli’nin Fransa’da aşırı sağcı lider Marine Le Pen’i açıktan desteklemesi bu trendin örneklerinden biridir. Analistler, bu tür olayların küresel Siyonizm ile küresel aşırı sağ arasındaki büyüyen ittifakın işaretleri olduğunu belirtiyor. Paylaşılan ortak payda, İslam’a ve Müslüman varlığına karşı duyulan histir. Aşırı sağ liderler, İslamofobik ajandalarını meşrulaştırmak için İsrail’in söylemlerini referans gösterirken; İsrail’deki bazı aşırı sağ politikacılar da uluslararası desteği garantilemek için bu kesimlerle flört etmektedir. Böylece İslamofobi, uluslararası siyasi bir yapıştırıcı haline gelmiştir: Bir yanda İsrail’in Filistin’e yönelik politikalarını haklı çıkarmak, diğer yanda Batı’daki yabancı düşmanlığını ve milliyetçiliği alevlendirmek için ortaklaşa kullanılmaktadır.
Bu bağlamda, dijital mecralarda üretilen içeriklerde belirgin bir motif, Filistin direnişini El Kaide, IŞİD gibi örgütlerle özdeş göstermektir. Sosyal medyada sıkça rastlanan bazı söylemler şunlardır: “Hamas = DEAŞ”, “Gazze’de teröristlerden başka kimse yok”, “Filistin’e özgürlük diyenler de terör destekçisi.” Bu tarz ifadeler, olayların tarihsel ve politik bağlamını tamamen silip meseleyi basit bir medeniyet çatışması narratifine indirger. Savaş propagandası, her iki tarafta da dini ve etnik temaları kullanagelmiştir; ancak İsrail-Filistin konusunda İslamofobi özellikle güçlü bir koz olarak devrededir. Çünkü İslamofobi, Batı’da belli kitlelerde zaten var olan korku ve önyargıları tetikleyebilecek bir duygusal yüke sahiptir. Böylece İsrail yanlısı çıkar grupları, Filistin halkına yapılanları eleştirenleri “terör yandaşı” olarak etiketleyip susturmaya çalışırken, bir taşla iki kuş vurmuş oluyor: Hem İsrail üzerindeki baskıyı azaltıyorlar hem de Müslüman azınlıklara karşı genel bir kuşku iklimi yaratarak aşırı sağ gündemi güçlendiriyorlar.
Trol çiftlikleri meselesine tekrar dönecek olursak: Yukarıda bahsettiğimiz Stoic firmasının kampanyası aslında modern bir trollük modelidir. Yüzlerce sahte profil ve yapay zekâ üretimi içerik ile bir illüzyon yaratılıyor – sanki tabandan büyük bir destek varmış, sanki birçok kişi aynı fikirdeymiş gibi bir algı pompalanıyor. Bu, dezenformasyon literatüründe “astroturfing” (yapay taban hareketi yaratma) diye bilinen yöntemdir. İsrail bağlamında da astroturfing kullanılarak, Amerikan kamuoyunu etkilemek üzere sözde haber siteleri ve sosyal medya sayfaları devreye sokuldu. Bu sayfalar, örneğin BM Filistinli Mültecilere Yardım örgütü UNRWA çalışanlarının 7 Ekim saldırısına karıştığına dair spekülatif iddialar gibi içerikleri kopyala-yapıştır yaydı.Ardından sahte hesaplar aynı metinleri yüzlerce kez paylaşarak Twitter’da ilgili kişilere iletti. Bire bir aynı cümlelerle gelen yüzlerce mesaj, hedef alınan siyasetçide “bu haberde bir gerçeklik payı olabilir” izlenimi yaratmayı amaçlıyordu.
Bu tür tekniklerin de ötesinde, İslamofobik dilin kurumsallaşması konusunda da endişe verici gelişmeler var. Örneğin, bazı Batılı ülkelerde Filistin’e destek gösterilerini bastırmak için hazırlanan resmi söylem setlerinde, bu protestoların “Yahudi karşıtı potansiyel şiddet olayları” olduğu öne sürüldü; protestocuların çoğu Müslüman öğrenci ise adeta bir güvenlik tehdidi gibi sunuldu. Oysa gösteriler büyük ölçüde barışçıl ve insan hakları temelliydi. İslamofobi burada eleştirel dayanışmayı bastırmanın kullanışlı bir aracı haline getirildi. Buna karşın, antisemitizm tehlikesi elbette gerçektir ve her tür ırkçılık gibi ciddiye alınmalıdır; ancak sorun, haklı Filistin eleştirilerini de otomatik olarak antisemitizm damgası ile geçersiz kılmaya çalışmaktır. Bu ikili tuzak – İslamofobi ve antisemitizm suçlamasının araçsallaştırılması – İsrail-Filistin tartışmasını zehirlemekte, yapıcı diyalog ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Sonuç olarak, İsrail-Filistin bağlamında İslamofobik söylem, çok katmanlı bir siyasi araç haline gelmiştir: Yerelde Filistinlileri gayriinsanî göstermek, uluslararası düzlemde Filistin’e destek hareketlerini kriminalize etmek, ve genel olarak İslam’ı terörle özdeşleştiren medeniyetçi anlatıyı güçlendirmek için kullanılmaktadır. Bu söylemin dijital medyada yayılması ise, günümüz bilgi çağının hem nimetleri hem de riskleriyle ilgilidir. İnternet, bir yandan mazlumun sesini duyurabileceği bir platform sunarken, öte yandan güçlü aktörlerin yalanları için de zemin hazırlayabiliyor. Algoritmalar ve troller, doğru yönetilmezse gerçeğin üzerini örten birer sis perdesi işlevi görebiliyor.
Son dönemde dünya genelinde düzenlenen “İslamofobiye hayır” temalı protestolar, bu dijital nefret dalgasına bir tepki niteliğindedir. Örneğin 2021’de Londra’da “No to Islamophobia, No to War” (İslamofobiye Hayır, Savaşa Hayır) sloganları taşıyan göstericiler, İslamofobik savaş propagandasının barışa engel olduğunu vurguladılar. İslamofobi ile mücadele, sadece Müslümanların değil, küresel barış ve adalet mücadelesinin bir parçası olarak görülmelidir.
Algoritmaların hayatımızdaki rolü arttıkça, hem bilgi üretimi hem de bilgi tüketimi alanında ön görülmeyen etkiler ortaya çıkıyor. Akademide atıf ve etki faktörü odaklı algoritmik kültürün bilimsel yaratıcılığı sınırlayabildiğini, keşif özgürlüğünü gölgeleme riski taşıdığını gördük. Bilimsel ilerleme, ancak çeşitlilik ve özgün fikirlerle mümkünken, metrik körlüğü bu çeşitliliğe ket vurabiliyor. Benzer şekilde, dijital platformlardaki öneri algoritmalarının da toplumsal algılar üzerinde muazzam bir güç biriktirdiğine tanık oluyoruz. Nefret söylemleri ve özellikle İslamofobik içerikler, algoritmaların etkileşim odaklı yapısıyla birleştiğinde, zehirli bir sinerji yaratıyor. Bunun sonuçları, online linç kültüründen gerçek hayatta şiddete kadar uzanabiliyor.
Kaynaklar:
-
Uluslararası Bilim Konseyi (ISC) – Araştırma değerlendirmesinin geleceği raporu (Türkçe özeti)tr.council.sciencetr.council.science
-
Scholarly Kitchen – “Old PhDs and the Matthew Effect” başlıklı makale, Kent Anderson (2010)scholarlykitchen.sspnet.orgscholarlykitchen.sspnet.org
-
Springer “Postdigital Science and Education” – Akademik aramalarda relevans sıralaması analizi (2024)link.springer.comlink.springer.com
-
MIT Sloan – “Industry now dominates AI research” haberi (2023)mitsloan.mit.edu
-
JusCorpus – “Social Media Algorithms in Fuelling Islamophobia” makalesi (2024)juscorpus.com
-
MDPI – “Dijital Medyada İslam’ın Şeytanlaştırılması: #StopIslam Instagram Örneği” çalışması (2020)mdpi.commdpi.com
-
Counter Extremism Project – Huffington Post alıntısı: “NZ katliamı sonrası YouTube hala İslamofobik videolar öneriyor” (2019)counterextremism.com
-
MPower Change – “YouTube: Stop promoting Islamophobia” kampanya metni (2019)act.mpowerchange.orgact.mpowerchange.org
-
Religion News – “TikTok’ta antisemitik ve İslam karşıtı içerik raporu” (2021)religionnews.comreligionnews.com
-
Instagram #StopIslam içerik analizi – MDPI makalesinden bulgular (2020)mdpi.com
-
Guardian – “Hindistan’da Müslümanlara yönelik COVID komplo teorileri” haberi (2020)theguardian.com
-
Middle East Monitor – “İsrail destekli İslamofobik dezenformasyon kampanyası” haberi (Temmuz 2024)middleeastmonitor.commiddleeastmonitor.com
-
Middle East Monitor – “İslamofobi, İsrail ve Avrupa aşırı sağı birleştiriyor” yazısı (Temmuz 2024)middleeastmonitor.com
-
Bridge Initiative (Georgetown) – “Batı medyasında Filistin protestoları ve İslamofobi” analizi (Mayıs 2024)bridge.georgetown.edu