Modern devlet formlarında, siyasal alan yalnızca seçimsel temsiliyetle tanımlanmaz; aynı zamanda yönetimsel rasyonalite, bürokratik işleyiş ve ideolojik formasyonun iç içe geçtiği karmaşık bir düzlemdir. Türkiye örneğinde ise bu düzlem, giderek “devlet-muhafazakâr teknokrat” olarak adlandırılabilecek özgül bir siyasal kimlik tarafından şekillendirilmektedir.
Bu kimlik bir fikir olmaktan çok bir işleyiş tarzıdır; yerelden merkeze örülen dikey bir tahakküm mekanizmasıdır. Yalnızca normatif değil, aynı zamanda epistemolojik bir tercihi temsil eder: halk iradesi, bilgiyle değil yönlendirmeyle ilişkilendirilir; siyasal özne, karar veren değil verilen kararı içselleştiren bir “kitle” olarak kavramsallaştırılır. Böylece teknokratik bilgi, halkın tahayyülünün yerine ikame edilir.
Devletin bekası adı altında kutsanan bu yapı, temsil fikrini içerikten arındırarak formda dondurur. Seçim, artık alternatiflerin yarıştığı değil, bir meşruiyet referandumu işlevi gören ritüeldir. Bu ritüelin gerisinde yükselen ise, otoriter bir epistemolojidir: yalnızca bilenin konuştuğu, bilenin de devletle özdeşleştiği bir bilgi rejimi.
Bu bilgi rejimi, muhalefeti epistemik sapma olarak tanımlar. Her siyasal tahayyül, ancak deformasyona uğratılarak dolaşıma girer.
-
İslamcılık, tarihsel derinliği yerine radikal uca indirgenerek teşhir edilir.
-
Sol, sistematik düşünce yerine şiddetle özdeşleştirilir.
-
Liberalizm, çoğulculuğun savunusu olmaktan çıkar, dış mihrakların sesi olarak damgalanır.
Bu operasyonlar salt ideolojik değil, ontolojik bir nitelik taşır: düşüncenin doğrudan varlık hakkı inkâr edilir. Böylece kamu alanı, fikirlerin değil onların karikatürlerinin dolaştığı bir simülasyon alanına dönüşür.
Bu süreçte siyaset, içerikle değil simgesel düşmanlıklarla tanımlanır. Kavramlar, içeriklerini kaybeder ve bir tür etiketlemeye dönüşür: eleştiri = ihanet, farklılık = tehdit, tartışma = bölücülük. Siyaset alanı, agonistik (mücadeleci) olmaktan çıkar; konsensüs mühendisliği yapılan bir dil laboratuvarına hapsolur.
Ne var ki siyaset, laboratuvar işi değildir. Onun doğası çatışmalı, çelişkili ve açıklığa muhtaçtır. Gerçek siyaset, yalnızca çoğulculuğun değil, anlamın yeniden üretilebildiği bir mücadele zemininin varlığıyla mümkündür. Bu zeminin bastırılması ise yalnızca düşünsel çoraklık üretmez; aynı zamanda kolektif ahlakı, müşterek hayal gücünü ve gelecek tahayyülünü kurutan derin bir anlamsal yıkıma yol açar.
Sonuç olarak, “devlet-muhafazakâr teknokrat” kimlik, Türkiye’de siyaset düşüncesini bir etik-etnos mühendisliğine dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, modern siyasal teorinin temel varsayımlarıyla —temsiliyet, çoğulculuk, özerklik, kamusallık— doğrudan çatışır. Ve işte bu noktada sorulması gereken soru şudur: Siyasal olanı teknokratik olanla ikame ettiğimizde, geriye gerçekten “siyaset” diye bir şey kalır mı?
Anayasa Tartışmasının Ontolojisi: İktidarın Yeniden Yazımı mı, Halkın Yeniden Tanımı mı?
Anayasa, yalnızca bir hukuk metni değil; bir toplumsal ontolojinin ifadesidir. Hangi iktidarın meşru kabul edildiğini, hangi seslerin temsil hakkı bulduğunu ve hangi sınırlar içinde “yurttaş” kimliğinin tanımlandığını belirler. Bu bağlamda, “Yeni Anayasa” tartışması teknik bir düzenleme değil, doğrudan rejimin epistemolojik çerçevesini tayin eden kurucu bir müdahaledir.
Eğer kuvvetler ayrılığı ilkesinin yerini işlevsel bir bütünleşme alırsa, yerel yönetimler yerine merkezî idarenin mutlaklığı tesis edilirse, yargı özerkliği değil, bağımlı denetim mekanizmaları öne çıkarsa; ortaya çıkan şey anayasa değil, yeni bir egemenlik mimarisidir. Bu durumda “yenilik”, içerikten değil, yalnızca formdan ibarettir; eski iktidar biçimlerinin güncellenmiş bir ambalajla yeniden üretimidir.
Burada asıl sorulması gereken ise şudur:
Anayasa, halkı kurucu bir özne olarak mı tanıyacak; yoksa onu denetlenecek bir nesneye mi indirgeleyecektir?
Bu soru, sadece anayasa hukukunun değil; siyasal felsefenin, meşruiyet kuramının ve temsil ilişkilerinin kalbine dokunur. Çünkü verilecek cevap, Türkiye’nin geleceğinde “egemenlik”in halkla mı, yoksa halk adına konuşan bir aygıtla mı özdeşleşeceğini belirleyecektir.
Başka bir deyişle, burada mesele anayasal düzenin biçimsel yeniden yazımı değil; toplum ile iktidar arasındaki ilişkinin nasıl tahayyül edildiğidir. Bu tahayyül ya çoğulculuğa açılan bir eşik yaratır ya da otoriter mühendisliğin kurumsal zeminini sağlamlaştırır. Ve bu tercih, Türkiye’nin yalnızca bugünkü rejimini değil, tahayyül edilebilir yarınlarını da tayin edecektir.