İsrail’in Filistin’de yürüttüğü politikalara ayladır zihnimde oluşan kimi değerlendirmelerim var. Özellikle bu savaşın sadece yerel bir anlaşmazlık olmadığını, aynı zamanda küresel ölçekte semitik/kitabi dinlerin – yani Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın – itibarını zedeleyen bir sürecin parçası olduğunu düşündürüyor. İsrail’in özellikle Filistin topraklarındaki sert uygulamaları, Yahudilik inancının ahlaki otoritesini dünya genelinde sorgulatırken; benzer şekilde El Kaide ve IŞİD gibi örgütler İslam’ı, Avrupa’daki aşırı sağ hareketler de Hristiyanlığı itibarsızlaştırıyor. Uzun zamandır dünya siyasetini ve gelişmeleri takip eden biri olarak, modern politik şiddet ve aşırılık örneklerinin üç büyük semitik dine yönelik küresel güven ve saygıyı sarstığı fikri gittikçe zihnimde bir yere oturdu . Öyle ki dijital çağın ve yapay zekâ merkezli yeni dünyanın yükselişiyle birlikte, binyıllardır insanlığa ahlak, kutsallık, adalet ve erdem kavramlarını taşıyan bu dinler şimdi toplum mühendislerinin gözünde aşılması gereken “eski engeller” olarak görülmeye başlanmıştır. Bu makalede, söz konusu teoriyi/düşüncemi sosyo-politik bir analizle ele almaya çalışırken, dini-felsefi yorumlarla zenginleştirerek semitik dinlerin tarihsel rolü, modern çağda uğradıkları itibar kaybı ve dijital devrim karşısındaki konumlarını kapsamlı bir şekilde ele almış olacağımı düşünüyorum.
Semitik Dinlerin Tarihsel Değer Taşıyıcılığı
Semitik dinler olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam, binyıllar boyunca ahlak, kutsallık, adalet ve erdem gibi kavramların taşıyıcısı ve insanlığın vicdan pusulası olmuştur. Tarihsel süreçte bu dinler, sadece manevi birer inanç sistemi olmakla kalmamış; aynı zamanda hukuki ve toplumsal normların belirlenmesinde anahtar rol oynamıştır. Nitekim felsefe ve din tarihinde, din ile ahlak uzun süre iç içe geçmiş, insanın “iyi hayat” anlayışını birlikte biçimlendirmiştir.
Örneğin Yahudiliğin on emir ve şeriat geleneği adalet kavramını hukuk düzlemine taşırken; Hristiyanlık, sevgi ve merhamet öğretileriyle bireysel vicdanı derinleştirmiş; İslam ise sosyal adalet, yardımlaşma, insan hak ve onuru ilkeleriyle kapsamlı bir ahlaki düzen telakki etmiştir. Dolayısıyla modern öncesi dünyada ahlak ve erdem dili büyük ölçüde dini referanslarla tanımlanmış, din ile etik “ayrı düşünülemez” bir bütün haline gelmiştir.
Bu dinlerin kutsal metinleri ve öğretileri, hırsızlık ve adam öldürme yasağından, komşuyu sevmeye ve ihtiyaç sahiplerine el uzatmaya dek geniş bir yelpazede evrensel insani değerleri nesilden nesile aktarmıştır. Hülasa, semitik dinler tarih boyunca sadece ibadet ritüelleriyle değil; toplumsal vicdanın inşasıyla da meşgul olmuş ve medeniyetlerin ahlaki omurgasını oluşturmuştur.
Ancak tarihsel olarak toplumların manevi harcını karan bu dinler, modern zamanlarda benzeri görülmemiş meydan okumalarla karşı karşıyadır. Özellikle 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başında, semitik dinlerin insanlığa armağan ettiği değerler hem içeriden hem dışarıdan sarsılmakta; bu dinlerin temsil ettikleri ahlaki otorite, çeşitli aktörlerin eylemleri sonucunda ciddi bir itibar krizi yaşamaktadır. Aşağıda, İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik özelinde bu itibar erozyonunu tetikleyen modern örnekleri inceleyerek durumu somutlaştıracağız.
Modern Çağda Semitik Dinlerin İtibar Kaybı
İslam: Terör Örgütlerinin Gölgesinde
Günümüz dünyasında İslam’ın küresel imajı, ne yazık ki en fazla Müslümanları hedef alan radikal terör örgütlerinin gölgesinde zarar gördü. El Kaide ve devamcısı IŞİD gibi yapılanmalar, İslam adına hareket ettiklerini iddia ederek aşırı şiddet eylemleri gerçekleştirdiler ve bu süreçte İslam dininin barışçıl ve adil mesajını çarpıttılar. 11 Eylül saldırılarından Suriye ve Irak’taki vahşet sahnelerine uzanan bu tabloda, söz konusu örgütler Kur’an ve sünnetin ruhuna tamamen aykırı bir ideolojiyle ortaya çıktılar. Sonuçta Batı toplumlarında ve hatta İslam dünyasının kendi içinde, İslam’ın “şiddet üreten bir inanç” olduğuna dair önyargılar güç kazandı. Oysa bu örgütlerin eylemlerine karşı en güçlü tepkiyi yine Müslüman topluluklar verdi. Dünya genelinde önde gelen İslam alimleri ve liderleri, IŞİD ve benzeri radikalleri açıkça lanetleyerek, bu aşırıcıların İslam’ın imajını ve öğretilerini lekelediğini vurguladılar.
Örneğin Dünya Müslüman Alimler Birliği eski başkanı Yusuf el-Karadavi, IŞİD’in hilafet iddiasının İslam tarihindeki meşru hilafet kavramını itibarsızlaştırdığını ifade etti.
Benzer şekilde, dönemin ABD Başkanı Barack Obama dahi “İslam ile savaş halinde değiliz, biz ancak İslam’ı pervert edip çarpıtanlarla savaş halindeyiz” diyerek teröristlerin dini temsil iddialarını reddetti.
Özetle, El Kaide ve IŞİD gibi örgütler Müslüman dünyanın marjinal sapmaları olmalarına rağmen, medyatik dehşet yöntemleriyle İslam’ın küresel itibarına büyük zarar verdiler. Bu durum, bir yandan İslamofobik eğilimleri körüklerken diğer yandan ılımlı Müslümanları, dinlerinin gerçek mesajını terörden ayrı tutmak için yoğun bir çabaya sevk etti. En trajik olan ise, İslam adına ortaya çıkan bu aşırı grupların en büyük zararı bizzat İslam toplumlarına vermesi ve yeryüzünde adalet, merhamet ve barış mesajı taşıyan bir dinin adını insanlık nezdinde lekeleyebilmiş olmasıdır.
Hristiyanlık: Aşırı Sağ Milliyetçiliğin Gölgesinde
Avrupa’da ve Batı dünyasında aşırı sağ popülist hareketler, son yıllarda Hristiyanlığı kültürel bir kalkan ve araç haline getirerek kendi ideolojilerini meşrulaştırmaya çalıştılar. Göç karşıtı ve İslam karşıtı propaganda yürüten pek çok aşırı sağcı lider ve grup, kendilerini “Hristiyan medeniyetinin koruyucusu” olarak takdim ediyor; mitinglerinde haçlı seferlerini andıran semboller, büyük haç figürleri ve İncil referansları kullanarak kitleleri mobilize ediyor.
Örneğin Almanya’daki Pegida gösterilerinde katedrallerin önünde dev haçlar taşınmakta; Fransa’da aşırı sağ Ulusal Cephe (güncel adıyla Ulusal Birlik) liderleri, Jeanne d’Arc’ı anma törenlerini milliyetçi bir Hristiyanlık vurgusuyla gerçekleştirmektedir. Bu tür olgular, Hristiyanlık inancının evrensel sevgi ve hoşgörü mesajının dar bir etno-dinsel kimliğe indirgenmesine yol açmaktadır. Elbette bu durum karşısında birçok anaakım Hristiyan lider ve kurum, aşırı sağı Hristiyanlığın ruhuna aykırı olmakla eleştirmektedir. Nitekim İngiltere’nin ruhani lideri Canterbury Başpiskoposu Justin Welby, İngiltere’de mülteci karşıtı şiddet olaylarında Hristiyan semboller kullanan aşırı sağcıları “Hristiyanlığın itibarına hakaret” olarak nitelendirmiş ve bu grupları açıkça “Hristiyanlık dışı” ilan etmiştir.
“Hiçbir Hristiyan, nefret ve ırkçılığı körükleyen bu tür oluşumlarla anılmamalıdır” diyerek, ırkçı milliyetçilik ile İncil’in öğretilerinin taban tabana zıt olduğunu vurgulamıştır.
Benzer biçimde Papa Francis, Avrupa’da yabancı düşmanlığını Hristiyan değerlerine ters düşen bir tutum olarak sık sık kınamakta, mültecilere kucak açmanın Hristiyan ahlakının gereği olduğunu hatırlatmaktadır. Ancak tüm bu uyarılara rağmen, kutsal haç sembolünün bile nefret mitinglerinde istismar edilmesi, Hristiyanlığın imajında bir bulanıklık yaratmaktadır. Bir yanda Kilise’nin “Tanrının gözünde herkes eşittir” öğüdü varken, diğer yanda kendini Hristiyan diye tanımlayan bazı kitlelerin ayrımcı, dışlayıcı ve şiddet yanlısı eylemleri, genç kuşakların gözünde Hristiyanlığı itibar kaybına uğratıyor. Sonuç olarak, aşırı sağın Hristiyanlık kisvesi altındaki politikaları, İsa’nın temsil ettiği evrensel sevgi mesajını gölgelemiş ve Hristiyanlığı yanlış ellerde bir bölünme aracı gibi göstererek onun binyıllık ahlaki kredibilitesine zarar vermiştir.
Yahudilik: İsrail Politikaları ve Kutsal Değerlerin İhlali
İsrail devleti tarafından Filistin’de yürütülen sert politikalar ve hak ihlalleri, Yahudilik dininin dünya genelindeki algısı üzerinde karmaşık ve olumsuz etkiler doğurdu. İsrail, kendini “Yahudi halkının ulus devleti” olarak tanımladığı için, onun eylemleri çoğu zaman Yahudiliğin dini veya kültürel değerleriyle ilişkilendiriliyor. Filistin topraklarındaki işgal, yerleşimci politikalar, sivil halkın maruz kaldığı şiddet olayları Yahudi ahlak anlayışına ve Tevrat’ın emirlerine ters düştüğü halde, dışarıdan bakan birçok göz bu çelişkiyi Yahudilik adına bir ikiyüzlülük olarak okuyabiliyor. Bu noktada, tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi, Yahudilik içinde de vicdani bir tepki yükseliyor. Anti-Siyonist ultra-Ortodoks Yahudiler, İsrail’in politikalarını dinlerinin değerlerine aykırı buluyor ve açıktan eleştiriyor. Örneğin Neturei Karta adlı Yahudi grubu, “gerçek dindar Yahudiler, İsrail devleti tarafından Filistinlilere yapılan zulüm karşısında gözyaşı döker, çünkü bu ihlaller inançlarının yasakladığı şeylerdir” diyerek tepkisini dile getirmektedir.
Bu çevrelerin sözcülerinden Haham Yisroel Dovid Weiss, Tevrat’a göre öldürmenin ve çalmanın kesinlikle yasak olduğunu, oysa İsrail’in “toprağı Araplardan zorla alarak devlet kurduğunu” söyleyerek, İsrail’in kuruluş felsefesini dahi Yahudi dininin emirlerine aykırı görüyor.
Weiss ve benzeri din adamları, Siyonizm ideolojisinin Yahudiliği temsil etmediğini, hatta “Yahudilik ile Siyonizmin birbiriyle taban tabana zıt olduğunu” savunmaktadır.
Onlara göre Yahudilik Tanrı’ya teslimiyet ve ahlaki yükümlülük dini iken, Siyonizm seküler bir milliyetçilik türüdür ve dünyevi amaçlar uğruna kutsal değerleri çiğneyebilmektedir.
Gerçekten de İsrail devletinde bazı aşırı seküler veya aşırı milliyetçi politikaların, Tevrat’ın “komşunu öldürme”, “çalma” gibi buyruklarıyla bağdaşmadığı açıktır. Bu çelişki, dünyada İsrail karşıtı tepkilerin kolayca Yahudi karşıtlığına (antisemitizme) dönüşme riskini de beraberinde getiriyor: İsrail’in eylemleri nedeniyle öfkeye kapılan kimi çevreler, hınçlarını tüm Yahudilere yönelterek Yahudiliği topluca mahkum edebiliyor. Böylece İsrail-Filistin çatışması yalnız politik bir sorun olmanın ötesine geçip, Yahudiliğin itibarı ve güvenilirliği konusunda da küresel bir imtihana dönüşüyor. Sonuç olarak İsrail’in uygulamaları, hem Yahudi dininin özündeki adalet ve merhamet ilkelerini sınamış, hem de kötü niyetli kişilere “Bakın, din adına kurulmuş devlet zalimlik yapıyor” dedirterek Yahudiliği yıpratan bir propaganda malzemesi yaratmıştır. Bu durum, masum dindar Yahudilere de haksızlık getirmekte; Yahudiliğin bin yıllık ahlaki mirası, bir devlet politikasının gölgesinde yanlış anlaşılmaktadır.
Dijital Çağda Ahlaki ve Kültürel Dönüşüm
Kutsal Değerlerden “Engel”lere: Modern Dünyanın Bakışı
21.yüzyılın dijital çağı ve yapay zekâ öncülüğündeki yeni dünya düzeni, semitik dinlerin taşıdığı ahlaki mirası başka bir açıdan zorluyor: Değerlerin yeniden tanımlanması ve hatta bazı kadim kavramların “aşılması gereken engeller” olarak görülmesi. Binyıllardır değişmez hakikatler olarak kabul gören “kadın-erkek”, “iyi-kötü”, “günah-sevap”, “kutsal-kutsal olmayan” gibi ikililer, post-modern dünyada sorgulanıyor ve yer yer altüst ediliyor. Özellikle cinsiyet kavramı, dijital çağda bambaşka bir mahiyet kazandı: Toplumsal cinsiyet rolleri büyük ölçüde dönüşüme uğradı, ikili (binary) cinsiyet anlayışı dışındaki kimlikler görünürlük kazandı. Bu süreç, geleneksel dinlerin cinsiyet ve aileye dair öğretilerini de tartışmaya açtı. Nitekim “cinsiyet rolleri önemli ölçüde değişime uğradı, geleneksel normlar zorlanıyor ve ahlaki ölçütler yeniden tanımlanıyor”.
Bir başka deyişle, sekülerleşen ve çeşitlenen toplum, ahlak kavramını eskiye nazaran daha öznel ve esnek görüyor.
Benzer şekilde, geçmişte dinlerin koruduğu kutsallık mefhumu da erozyona uğramış durumda. Eskiden hayatın mutlak dokunulmaz alanları sayılan olgular – mesela bedenin mahremiyeti, doğanın kutsallığı, hatta fikir ve ifade çevresindeki etik sınırlar – bugün teknoloji ve piyasa güçleri tarafından ihlal edilebiliyor. Dijital dünyanın ana dinamikleri olan hız, verimlilik ve yenilik, ahlaki kısıt ve tereddütleri birer gereksiz engel gibi görebiliyor. Örneğin küresel sosyal medya kültürü, kişisel mahremiyeti değersizleştirip her deneyimi metalaştırırken; biyoteknoloji ve yapay zekâ alanındaki atılımlar, önceden “yasak” veya “tabu” olan birçok fikri (insan genetiğiyle oynama, yapay bilinç yaratma vb.) sıradan birer mühendislik problemi haline getiriyor. Transhümanist düşünürler ve radikal teknoloji savunucuları, insanlığın geleneksel dini kısıtlamalarını “artık geride bırakılması gereken birer pranga” olarak tanımlıyorlar. Örneğin bir yorumcu, çağımız din anlayışını değerlendirirken “din, insanlığın boynunda bir albatros; keyfi ve gülünç bir kambur haline geliyor” diyerek, organizeli dinlerin insanlığın ilerleyişinde yük olduğunu öne sürmüştür.
Aynı yazar, din kurumlarının katı dogmalarla değişime direnerek “insan ilerlemesine parazit bir karşı güç” haline geldiğini savunur.
Yapay zekâ alanındaki gelişmeler de bu durumu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Makinelerin karar alma süreçlerinde ne derece etik ilkelere uyacağı tartışmaları sürerken, piyasa dinamikleri çoğu kez ahlaki kaygıları ikinci plana itmektedir. Bir yanda teknoloji şirketleri “yapay genel zekâ” geliştirme yarışına tüm hızıyla devam ederken, diğer yanda bu teknolojilerin doğuracağı toplumsal sonuçlar konusunda etik kaygılar çoğu zaman bir lüks veya ayak bağı muamelesi görüyor. İlginç biçimde, bazı araştırmalar yapay zekâ ve otomasyonun yükselişinin dinî inançlarda azalmaya yol açtığını ortaya koymuştur.
Örneğin 2023 tarihli geniş kapsamlı bir bilimsel çalışma, robot ve yapay zekâ kullanımının arttığı bölgelerde dindarlık oranlarının düştüğünü ve otomasyonun yükselişinin sekülerleşmeyi hızlandırabileceğini göstermektedir.
Bu istatistiksel bulgu, dijital çağın sadece teknoloji boyutunda değil, kültürel ve manevi boyutta da bir değişim yarattığını gösteriyor: İnsanlar, hayatlarının kontrolünü algoritmalara bıraktıkça, belki de kadim inanç ve değerlere ihtiyaç duymadıklarına inanmaya başlıyorlar.
Toparlamak gerekirse, dijital çağda ilerleme ideolojisi, ahlaki ve kutsal olana karşı mesafeli hatta meydan okuyan bir tavra sahip. Bu yeni paradigmada, verimlilik en yüksek erdem, veri en kıymetli hazine haline gelirken; geleneksel erdemler ve tabular eski dünyanın kalıntıları olarak görülüyor. Kimi zaman ahlaki çekinceler “inovasyonu yavaşlatan bürokratik engeller” diye küçümseniyor, “kutsiyet” atfedilen şeyler ise bilimsel merak uğruna feda edilebiliyor. İnsan hayatının başlangıcı ve sonu gibi en hassas mevzular bile (örneğin gen düzenleme, ötenazi, yapay rahim vb.) artık dini değerlerden ziyade teknik imkanlar ve bireysel tercihler ekseninde tartışılıyor. Velhasıl, yeni dünya düzeni, semitik dinlerin binyıllardır yücelttiği değerleri ya yeniden tanımlamakta ya da onların yerine kendi seküler kutsallarını (bilim, özgürlük, bireysel haz vb.) ikame etmektedir.
Yeni İnsan Modeli: Bireyden Sistem Parçasına
Dijital devrim, beraberinde sadece değerlerin dönüşümünü değil, bizzat insan modelinin de dönüşümünü getiriyor. Geleneksel semitik dinler, insanı irade sahibi, ahlaki seçimler yapabilen, ilahi bir planın öznesi olarak tasavvur etmişti. Oysa yapay zekâ ve büyük veri çağının hakim ideolojisi, insanı gitgide daha mekanik ve kolektif bir çerçevede ele alıyor. Teknoloji öncülerinin yükselttiği bir ideoloji olarak “Dataizm” (Veri-dinçlik diyebileceğimiz) anlayışı, Yuval Noah Harari gibi düşünürlerce 21. yüzyılın yeni dini olarak tanımlanıyor. Bu anlayışa göre evrendeki her şey veri akışından ibaret ve bir bireyin veya olgunun değeri, ancak o büyük veri sistemine katkısıyla ölçülüyor.
Bu görüş uç noktasına vardığında, insan tekil bir özne olmaktan çıkıp devasa bir algoritmik düzenin dişlisine indirgeniyor. Harari’nin öngörüsüne göre insanlık, “hümanizmden veriizm’e, insancıl olandan tamamen bilgi-odaklı olana” doğru bir geçiş yaşıyor; kişisel tecrübelerimiz önemini yitiriyor, topladığımız ve sisteme eklediğimiz veri kıymet kazanıyor.
Bugün halihazırda pek çok kişi, günlük kararlarını (hangi filmi izleyeceğinden kiminle arkadaş olacağına kadar) algoritmaların tavsiyesine göre veriyor. Müzik listelerimizi yapay zekâ düzenliyor, sosyal medyada neyi beğeneceğimizi makine öğrenmesi tahmin ediyor, akıllı şehir sistemleri biz farkında olmadan davranışlarımızı yönlendiriyor. Bu gidişatın uç noktasında, insan iradesinin devre dışı kalması tehlikesi var: Süper zekâ algoritmalar, bize bizden daha uygun gördükleri kararları sunarak özgür iradeyi fiilen kullanılamaz hale getirebilir. Harari bu konuda “sistem bizim yerimize o kadar isabetli kararlar verecek ki, özgür irade denklemin dışına çıkacak” diyerek uyarıyor.
Bunun anlamı şudur: Yeni insan modeli, kendi tercih ve değerleriyle var olan özerk birey değil; büyük bir bilgi işlem ağının pasif bir düğümü olabilir.
Bu distopik tasavvur gerçekleşir mi bilinmez, fakat günümüzde dahi insan davranışlarının veri yoluyla öngörülebildiği, manipüle edilebildiği ve yönlendirildiği bir gerçeklikte yaşıyoruz. Böyle bir ortamda, semitik dinlerin insanı biricik ve Tanrı’nın suretinde yaratılmış varlık olarak yücelten anlayışı arka plana itiliyor. Çünkü dijital ekonominin ve siyasetin gözünde, birey müşteri profillerinden, seçmen segmentlerinden, kullanıcı verilerinden ibaret hale geliyor. İnsanın kutsiyeti dediğimiz kavram, dev şirketlerin kullanım şartları sözleşmeleri arasında kayboluyor. Neticede ortaya çıkan “yeni insan modeli”, maneviyattan kopuk, ağ bağlantısıyla beslenen, anlık hazlara ve tüketime odaklı, içsel derinlikten ziyade sosyal medya yansımasıyla tanımlanan bir profile benziyor. Böyle bir modelin inşasında, tabii ki yapay zekâ destekli algoritmalar, kitle psikolojisini çözen büyük veri analizleri ve nöro-pazarlama teknikleri rol oynuyor.
Burada kritik soru şu: Semitik dinler bu yeni insan tasavvuruna karşı ne yapıyor? Ne yazık ki bu sorunun cevabı, büyük ölçüde “yeterince bir şey yapamıyorlar” şeklinde. Zira gerek kurumsal dinî otoriteler, gerek entelektüel-dinî akımlar, dijital çağın insan ve toplum mühendisliğine tatmin edici bir meydan okuma çıkarabilmiş değiller. Ahlaki ve felsefi tartışmalar çoğunlukla akademik ve seküler platformlarda dönerken, dinlerin sesi cılız kalıyor. Geleneksel din kurumlarının etkisi zayıflarken, etik eğitim bireyciliğe ve göreceliğe kayıyor; bu da klasik ahlâk normlarına uyumu azaltıyor.
Bir başka deyişle, dini kurumların toplum üzerindeki etkisinin azalması, post-modern etik anlayışın göreli ve bireysel değerlere yönelmesine yol açtı.
İslam dünyasında, Hristiyan aleminde veya Yahudi entelektüel çevrelerinde elbette dijital çağın meydan okumalarına cevap arayan isimler var, ancak bu çabalar henüz ana akım kültüre yön verecek güçte değil. İslam dünyasında fıkıh ve kelam alimleri, yapay zekâ etiği veya dijital ahlak konusunda yeni fetvalar ve teoriler üretmeye çalışsalar da, bu görüşler genel olarak teknolojik gelişmelerin hızına yetişemiyor. Hristiyanlıkta Papa ve kiliseler, transhümanizm ve biyoteknoloji konusunda etik bildiriler yayınlasalar da, bu bildiriler sınırlı bir çevrede karşılık buluyor. Sonuçta ortaya bir boşluk çıkıyor: Semitik dinlerin geleneksel düşünce dünyası ile dijital çağın seküler, hızla değişen ve küresel güdüleri arasında bir kopukluk mevcut. Bu boşluğu da seküler ideolojiler ve piyasa değerleri dolduruyor.
Kısaca ifade etmek gerekirse, dijital çağ, insanlığın ahlaki koordinat sistemini yeniden çiziyor. Bu yeni koordinatlarda semitik dinlerin sesi, hem dış etkenler (itibar kaybı, sekülerleşme) hem de iç etkenler (kendini yenileyememe, entelektüel atalet) nedeniyle zayıf duyuluyor. İnsanlar hayatlarının anlamını kod satırlarında arar hale gelirken, binyılların kutsal öğretileri birçoklarının gözünde antika değeri taşıyor. Birey dediğimiz varlık, kozmik ve manevi bir imtihana tabi özgür ruh olmaktan çıkıp, devasa bir düzenin nöronu gibi algılanmaya başlıyor. Eğer semitik dinler bu dönüşüme ayak uyduracak yeni bir dil ve düşünce geliştiremezse, dijital çağın “sistem insanı” modeli galip gelecek gibi görünüyor.
Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam – üçü de aynı Ortadoğu coğrafyasının ve kadim Semitik geleneğin ürünü olan bu dinler – binyıllar boyunca insanlığın ahlak bayrağını taşıdı, medeniyetlere adalet duygusu ve maneviyat aşıladı. Ne var ki modern çağın çalkantıları ve dijital devrimin dalgaları, bu dinlerin küresel itibarını ve etkisini sarsıyor. Modern politik aşırılıklar, bu dinlerin adına leke sürüyor: IŞİD ve türevleri, İslam’ın barış mesajını gölgelerken; Avrupa’daki aşırı sağ, Hristiyanlığın evrensel sevgi öğretilerini çarpıtıyor; İsrail’in sert politikaları ise Yahudiliğin adalet imajını zedeliyor. Bu üç örnekte de ortak tema, din kisvesine bürünen şiddet ve ayrımcılığın dindar insanların değil, bizzat dinin kendisinin saygınlığını yaralaması.
Öte yandan, dijital çağın seküler ve teknoloji odaklı ideolojisi, semitik dinlerin binyıllardır savunduğu değerlere karşı yeni bir meydan okuma çıkarıyor. Ahlak, kutsallık, merhamet, kulluk gibi kavramlar; akıllı algoritmalar ve küresel kapitalizm dünyasında eski önemini yitiriyor, hatta kimi çevrelerce ilerlemenin önünde bir engel olarak görülüyor. İnsanlık, kendi eliyle yarattığı yapay zekâlarda adeta yeni bir ilah arayışına girmiş durumda; veri ve teknoloji, sanki kutsalın yerine ikame ediliyor. Bu süreçte semitik dinler, maalesef, içeriden bölünmüşlükler (mezhepçilik, çağdışı yorumlar, fundamentalizm) ve dışarıdan baskılar (sekülerleşme, otorite kaybı) yüzünden güçlü bir reaksiyon ortaya koyamıyor. Sonuç, bu dinlerin toplum mühendisliğinde etkin rol alamadığı, daha ziyade kenara itildiği bir tablo oluyor.
Semitik dinlerin temsilcileri ve inanırları, içinde bulunduğumuz çağın gerçeklerini doğru okuma ve kendi öğretilerini bu çağa hitap edecek şekilde yeniden yorumlama sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Zira geçmişte de dinler, büyük dönüşümler karşısında kendilerini yenileyerek varlıklarını sürdürmüşlerdi. Bugün de dijital çağın etiğini şekillendirmede semitik dinlerin söyleyebileceği çok söz olabilir: İnsan onurunun algoritmalarca çiğnenmemesi, adaletin yapay zekâ kararlarında gözetilmesi, mahremiyetin ve iradenin korunması, biyoteknolojide etik sınırların belirlenmesi gibi konular, aslında dini değerlerin yeni biçimde ifadesine ihtiyaç duyuyor. Eğer Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam ortak ahlaki miraslarını kullanarak bu meydan okumalara yaratıcı cevaplar verebilirse, kaybettikleri itibarı yeniden kazanma şansları doğacaktır. Aksi takdirde, dijital çağın hızla akıp giden seli, onları tarih sahnesinin kıyısına itebilir.
Son tahlilde, semitik dinlerin bugünkü itibar krizi, bir yanıyla insan kaynaklı vahim hataların (aşırıcı terör, fanatizm, işgal politikaları) bir sonucudur; diğer yanıyla da insanın kendi ürettiği yeni dünyanın (yapay zekâ ve dijital kültür) doğal bir sonucudur. Bu ikili meydan okumaya karşı verilecek cevap ise, ne bütünüyle geçmişe çekilerek ne de tümüyle değerlerden ödün vererek mümkün olacaktır. Entelektüel derinlikli bir yenilenme, belki de çıkış yoludur: Semitik dinlerin özündeki evrensel ahlak ilkelerini koruyup, bunları çağımızın diline tercüme edebilmek… Unutmamak gerekir ki, ahlak, kutsallık, adalet ve erdem kavramları binlerce yıl bu dinlerin rehberliğinde yaşadıysa, bugünün ve yarının dünyasında da yol gösterici olabilir. Yeter ki bu dinler, kendi içlerindeki sorunları aşıp insanlığın ortak vicdanına yeniden hitap edebilsinler. Aksi halde, dijital çağın sistem-insanı ve değer dönüşümü, semitik dinleri sadece tarihi birer hatıra olarak yanıbaşına alıp yoluna devam edecektir.