Devletin Yeni Yüzü (II): Simülasyonun Anayasası mı, Halkı Kurucu Özne Olarak Tanımak mı?

Devletin Yeni Yüzü (II): Simülasyonun Anayasası mı, Halkı Kurucu Özne Olarak Tanımak mı?

Devletin Yeni Yüzü” başlıklı ilk yazıda, Türkiye’de siyasal alanın “devlet-muhafazakâr teknokrat” kimlik tarafından nasıl şekillendiğini ve bu kimliğin bilgiyle iktidarı nasıl özdeşleştirdiğini ele almıştık.
Temmuz 9, 2025
konu yorum

Bir önceki yazıda, Türkiye’de siyasal alanın giderek devlet-muhafazakâr teknokrat kimlik tarafından şekillendirildiğini; bu yapının halk iradesini bilgiyle değil, yönlendirmeyle ilişkilendiren otoriter bir inşa ettiğini tartışmıştık. Siyasal temsilin formda dondurulduğu, çoğulculuğun simülasyona dönüştürüldüğü bu düzlemde, siyaset artık fikirlerin değil, onların karikatürlerinin dolaştığı bir alana indirgenmişti.

Bu yazı, o çözümlemenin devamı niteliğindedir. tartışmalarını bu bilgi rejiminin içinden ele alıyor. Çünkü anayasa, yalnızca hukuki değil; ün, kolektif hafızanın ve meşruiyetin mimarisini kuran bir metindir. Dolayısıyla burada mesele, yalnızca bir metnin nasıl yazılacağı değil; kimin adına, kimin eliyle ve kimleri dışlayarak yazılacağıdır.

“Yeni Anayasa” tartışması, çoğu zaman hukuki tekniklerle sınırlandırılsa da, esasen bir hakikat rejiminin inşasına tekabül eder. Anayasa, yalnızca normatif bir çerçeve değil, aynı zamanda toplumsal hafızayı, kimliği ve yurttaşlığın sınırlarını yeniden kuran bir siyasal metindir. Hangi dilin meşru sayılacağı, hangi inancın kamusal alanda temsil bulacağı, hangi hatıranın taşınıp hangisinin unutturulacağı gibi sorular, bu kurucu metnin asli düzenlemeleri arasında yer alır. Bu anlamda anayasa yazımı, hakların tanımıyla sınırlı kalmayan; hafızayı biçimlendiren, kimliği çerçeveleyen ve yurttaşlığı kurumsallaştıran bir eylemdir.

Bir anayasanın demokratik meşruiyeti, yalnızca içeriğinde değil, onu oluşturan süreçlerde ve bu sürecin öznesi olarak halkın konumlandırılma biçiminde yatar. Halk, eğer sadece dönemsel seçimlerle devreye giren edilgin bir onay merciine indirgenirse, anayasa artık halk için değil, halk adına yazılmış olur. Oysa halkın olarak tanınması; çoğulcu, çelişkili ve farklılaşmış yapısıyla birlikte siyasal alana dahil edilmesini gerektirir. Bu, in sınırlarının yeniden tanımlanmasını; katılımın araçsal değil asli bir değer olarak ele alınmasını; egemenliğin devri değil, paylaşımı ilkesiyle yeniden kurgulanmasını zorunlu kılar.

Ne var ki güncel anayasa tartışmaları, halkı bir meşruiyet zemini olarak zikretmekte, fakat siyasal akıl yürütmeden dışlayan, onu edilgen ve homojen bir kitleye indirgeyen bir yaklaşımla yetinmektedir. Bu yaklaşımda halk, kendi geleceğini tayin eden bir özne değil; üzerinde hüküm verilen, biçimlendirilen bir nesne olarak yer alır. Böyle bir düzlemde anayasa, çoğulluğu yansıtan değil bastıran; temsili çoğulcu bir ifade biçimi olarak değil, merkezi otoritenin meşruiyetini pekiştiren bir aygıt olarak işlev görür.

Bu bağlamda, anayasanın niteliğini belirleyen yalnızca yazılı maddeler değil, yazım sürecinin kendisidir. Eğer bu süreç; kapalı komisyonlarda, teknik bir jargonla, halktan ve sivil denetimden yalıtılmış biçimde yürütülüyorsa, ortaya çıkan metin “yeni” sıfatıyla sunulsa dahi, aslında eski iktidar biçimlerinin güncellenmiş halinden ibaret kalacaktır. Bu tür metinler, halkın siyasal tahayyülünü açmak yerine, onun adına konuşan otoriteleri meşrulaştıran birer araç haline gelir.

Burada sorulması gereken temel soru şudur: Anayasa, iktidarı sınırlayan mı yoksa meşrulaştıran mı bir işlev görmektedir? Bu sorunun cevabı, yalnızca metnin kendisinde değil; onu yazan iradenin mahiyetinde ve tartışma sürecinin niteliğinde gizlidir. Eğer halk, yalnızca seçim dönemlerinde çağrılan ve tercihleri önceden şekillendirilmiş bir seçmen yığını olarak görülüyorsa, anayasa halkın değil, onu yöneteceklerin diliyle yazılacaktır. Bu noktada anayasanın haklar kataloğunun zenginliği değil, halkın o metne hangi vasıfla dahil edildiği belirleyici olur: özne mi, yoksa nesne mi?

Halkı kurucu özne olarak tanımak, onun adına karar vermekten ziyade, onunla birlikte karar alma zemini yaratmaktır. Gerçek anlamda demokratik bir anayasa süreci, halkın yalnızca sonucunu değil, başlangıcını ve çerçevesini de belirleyebildiği bir kolektif tahayyül alanı gerektirir. Anayasanın meşruiyeti, çoğunluğun rızasına değil, çoğulluğun temsiline dayanmalıdır. Zira halk, sınıfsal, kültürel, inançsal ve dilsel farklılıklarla örülüdür ve bu farklılıklar siyasal düzlemde görünür kılınmadıkça, anayasa yalnızca biçimsel bir sözleşme olmanın ötesine geçemez.

Bu nedenle anayasa, yalnızca bir hukuk metni değil; temsiliyetin, katılımın ve egemenliğin sınırlarını tayin eden siyasal bir pratiktir. Temsiliyet, halk adına konuşma yetkisi değil, halkın içindeki farklılıkların kendi adlarına konuşabilme imkanlarını çoğaltma meselesidir. Aksi takdirde anayasa, halkı tanıyan değil tanımlayan; farklılığı temsil eden değil, tekil bir kimliğe hapseden bir araç haline gelir.

Bugün Türkiye’deki anayasa tartışmalarının en temel eksiği, katılımın yönteminden çok anlamına ilişkindir. Sürecin hangi tekniklerle yürütüldüğü değil, halkın sürece hangi siyasal kimlikle dahil edildiği sorulmalıdır. Eğer halk sadece “onaylayıcı” bir pozisyonda tutulursa, ortaya çıkacak metin, retorik düzeyde “yeni” olsa bile, öz itibariyle eski egemenlik biçimlerinin yeniden üretimidir. Zira halkın anayasa sürecine katılımı, prosedürel bir gereklilik değil, anayasanın varlık sebebidir.

Bu bağlamda “yeni anayasa”, yalnızca bir metnin üretimi değil, bir meşruiyet rejiminin inşasıdır. Ancak bu inşa, halkın yalnızca temsilcilerini seçmekle yetinmeyip; temsil ilkelerini, kurumsal işleyişi ve anayasal çerçeveyi tartışabileceği siyasal bir alanın tesisiyle mümkündür.

Anayasa yapım sürecinin demokratikliği, yalnızca halkın “ne zaman ve nasıl” katıldığıyla değil, “ne olarak” katıldığıyla ölçülmelidir. Eğer halk, yalnızca onay üreten bir özne olarak tahayyül edilirse, süreç şeklen demokratik görünse de özünde bir iktidar tekelleşmesidir. Demokrasi, burada yalnızca biçimsel bir vitrinden ibaret kalır.

Tarihten bir örnek olarak 1982 Anayasası’nın referandumu, bu çelişkiyi gözler önüne serer. Yüzde 91 oranında “evet” oyu alınmış olması, bu anayasanın meşruiyetini ispatlamaz. Zira bu süreçte halk, kurucu özne olarak değil; askeri vesayet rejiminin belirlediği sınırlar içerisinde hareket etmek zorunda kalan pasif bir kitle olarak kurgulanmıştır. Taslak metnin içeriği halka açılmamış; propaganda eşitsizliği, baskı ortamı ve Kenan Evren’in aynı pusulada Cumhurbaşkanı adayı olarak yer alması gibi yöntemlerle halk iradesi biçimlendirilmiştir.

Bu nedenle 1982 referandumu, halkın anayasal sürece katılımı değil, onun üzerinden gerçekleştirilen bir meşruiyet mühendisliğidir. Bu örnek, anayasa yapımının demokratik olmasının yalnızca sonucun oylanmasıyla değil, tüm sürecin düşünsel, siyasal ve toplumsal olarak halkın katılımına açık olmasıyla mümkün olacağını göstermektedir.

Sonuç olarak, anayasa yalnızca yazılan bir metin değil, toplumsal tahayyülün, temsilin ve iktidarın biçimlenme tarzıdır. Yeni bir anayasa, ancak halkın bu sürece özne olarak katıldığı, farklılıkların bastırılmadığı ve meşruiyetin yukarıdan değil, aşağıdan inşa edildiği bir zemin üzerinde mümkün olabilir. Aksi halde “yeni” olarak sunulan her metin, eski rejimin güncellenmiş bir sureti olarak kalmaya mahkumdur.

Latest from Hayati Esen

Trump'ın Ticaret Politikaları: Sosyal Medyada Öfke, Destek ve Endişe Kokteyli
Önceki Hikaye

Trump’ın Ticaret Politikaları: Sosyal Medyada Öfke, Destek ve Endişe Kokteyli

GitTop

Don't Miss