Wolfgang Munchau: Avrupa neden kendini savunamıyor Siyasi parçalanma özerkliği engelliyor

Wolfgang Munchau: Avrupa neden kendini savunamıyor Siyasi parçalanma özerkliği engelliyor

Mart 25, 2025
konu yorum

Batı Avrupa’nın aynı anda hem ’e hem de ’a karşı durabildiği bir dünya hayal edin. Sanki… Gerçek dünyaya dönersek, Avrupalıların kendilerini toparlayıp ya birine ya da diğerine karşı durmaları, o da ancak uzak bir ihtimal. Ama ikisine birden? Mümkün değil. Her zamanki gibi bölünmüş olacaklar. Örneğin bazı Doğu Avrupa ülkeleri ve Baltık Devletleri, Rusya’ya karşı durmayı öncelikli görecek. Fransa gibi diğerleri ise ABD’den bağımsızlaşma çabalarına daha fazla önem verecek. Bir de ne Rusya’ya ne ABD’ye karşı cephe almak isteyen üçüncü bir grup var.

Avrupa’nın savunma açısından ne kadar kırılgan bir durumda olduğunu F-35 savaş uçağı çok iyi ortaya koyuyor. Amerikan savunma şirketi Lockheed Martin tarafından bize satılan bu uçak sekiz ülkenin ortak üretimi ve 14 NATO üyesi ülke tarafından kullanılıyor. Eğitim ve bakım gibi konularda birlikte hareket ediliyor.

Ancak Stern dergisine göre, Almanya ile yapılan sözleşmede Amerikalıların, Başkan ulusal güvenlik gerekçesiyle karar verirse, uçakların teslimatını durdurma ve bakım desteğini çekme hakkı olduğu belirtilmiş. Avrupa’daki güvenlik yetkilileri arasında, Amerikalıların “öldürme anahtarı” (kill switch) adı verilen bir sistemi kullanarak uçakları anında devre dışı bırakabileceğine dair konuşmalar var. Böyle bir sistemin gerçekten var olduğuna dair güvenilir bir kanıt bulunmamakla birlikte, ABD’nin sahada bu uçakların kullanılmasını engelleyecek başka yolları olduğu kesin — örneğin bakım hizmeti vermemek veya yedek parça sağlamamak gibi. Öte yandan, Avrupa savunma bakanlıkları bu uçağa bağlı kalmayı sürdürüyor; çünkü bu uçak, onların ABD’nin nükleer şemsiyesi altında kalmasını sağlıyor. AB içindeki tek nükleer güç olan Fransa ise, diğer üye ülkelere ABD’nin bugüne kadar sağladığı ölçek ve kapsamda bir savunma desteği sunacak kapasiteye sahip değil.

Peki, bu durumda Avrupa’nın durumu ne olacak? Üzerinde uzlaştıkları tek konu, askeri harcamaları artırma planı. , Almanya’nın izinden giderek savunma bütçesini mali kuralların dışında tutma yoluna kısmen gidecek. Ancak gerçek şu ki, ne kadar yatırım yapılırsa yapılsın, AB’nin yakın zamanda ABD’ye olan bağımlılığından kurtulması mümkün değil. Savunma teknolojisi alanındaki devasa farkı kapatmak onlarca yıl sürecek.

Sıfırdan endüstriler kurmak zaman ister. Savunma şirketlerine, tedarik zincirlerine ve teknik bilgiye ihtiyaç vardır. Avrupa, 21. yüzyıl savunma teknolojisinin ön saflarından çok uzakta ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana bu alandaki uzmanlığı da azalmış durumda.

Sanayi bilgisinin kaybedildiğinde ne olacağına dair çarpıcı bir örnek sivil nükleer enerji sektöründe görülebilir. Almanya bir zamanlar dünyanın en iyi nükleer santrallerini inşa ediyordu. Ancak bu durum, 2023 yılında son santralini kapatmasıyla değişti. Aynı yıl ülkede nükleer araştırmalar alanında aktif olarak çalışan yalnızca sekiz profesör vardı — kıyas olması açısından, toplumsal cinsiyet çalışmaları alanında 173 profesör görev yapıyordu. İşte sanayi alanlarını küçülttüğünüzde olan budur: Bu sektörler öylece yeniden başlatılamaz.

Aynı şey savunma için de geçerli. ABD, onlarca yıllık yatırımları sayesinde Avrupa’nın fersah fersah önünde. ’nden bu yana, Amerikan askeri yatırımları ve inovasyonları, sivil kullanım alanlarına da öncülük etti: 1947’de transistör, on yıl sonra entegre devre, 1960’larda ise internetin altyapısını oluşturan iletişim teknolojileri ortaya çıktı. ABD yapay zekâya yatırım yaparken, Avrupalılar Yeşil Mutabakat’ın detaylarıyla uğraşıyordu. Biz barış dönemindeki ekonomik kazançlarımızı sosyal yardımlara harcadık. Sonuç olarak, Alman ordusu hâlâ faks makinesi kullanıyor ve balistik füze, yapay zekâ destekli uydular ve elektronik harp teknolojileri konusunda adeta Orta Çağ’da kalmış durumdayız.

O hâlde, Avrupa’nın önümüzdeki beş yıl içinde Rusya’nın savunma kapasitesine denk bir güce ulaşabileceğini düşünmek gülünç olur. Yatırım yapılsa bile, sanayi altyapımızın zayıflığı nedeniyle bu parayı yine ABD’den savunma ithalatına harcamamız gerekecek. Ve tam da bu noktada, Avrupa’nın kadim sorunu devreye giriyor: Siyaset. Berlin ya da Paris’teki siyasi çoğunlukların, sosyal harcamalardan kısıp ABD’den silah ithalatına bütçe ayırmaya gönüllü olduğuna dair hiçbir işaret yok. İtalya ve İspanya ise, Rusya’ya uzaklıkları ve sınırlı mali imkânları nedeniyle yeniden silahlanma sürecinden kendilerini şimdiden çekmiş durumdalar.

Avrupa savunma harcamalarının 10-15 yıl içinde kademeli olarak Avrupalılaştırılması gibi daha gerçekçi bir hedef bile, bugüne dek Avrupa’nın yaptığı her şeyin ötesinde bir çaba gerektirir. Bugünkü zayıf konumlarının temel nedenlerinden biri, Avrupa Birliği’nin bir askeri ittifak olmaması. Savunma konusu, tek pazarın kapsamı dışında tutulmuş durumda. Birleşik Krallık AB üyesi değil, ancak işleyen bir Avrupa güvenlik mimarisi kurulacaksa bu ülke vazgeçilmez bir aktör. Ne var ki Avrupa, her zamanki inatçılığıyla Japonya ve Güney Kore’nin katılımıyla 150 milyar euroluk bir savunma fonu oluşturdu, üstelik Birleşik Krallık olmadan. Bu da gösteriyor ki, hâlâ “her zamanki gibi” davranıyorlar.

Avrupa’nın askeri güce ulaşmasının önündeki bir diğer engel ise demografik yapısı — özellikle orduya katılmak isteyen gençlerin azlığı. Şimdi birçok AB ülkesinde zorunlu askerliği geri getirme yönünde artan bir destek var. İlginçtir, bu baskıların büyük bölümü, zamanında askerlikten kaçıp sosyal hizmet yapmayı tercih eden sol siyasetçilerden geliyor. Ama zorunlu askerlik geri gelse bile, bu durum Avrupa’ya hemen tank sürecek ya da F-35 uçuracak uzman personeli sağlamaz. On yıl önce Alman ordusuna (Bundeswehr) katılmak isteyen bir gençten bahsediliyor: Aşırı nitelikli olduğu gerekçesiyle reddedilmiş. Kendisine, tercihlerin “zor sosyal koşullardan gelenler” için yapıldığı söylenmiş.

Bugünkü çıkmazımızın kökeni, zamanında Avrupa yanlısı liberallerin Batı dünyasının lideri olarak övdüğü Angela Merkel’e kadar uzanıyor. Merkel, çözülmemiş birçok sorunun yanı sıra, niteliksizleştirilmiş bir Alman ordusu miras bıraktı.

Ancak Merkel’in aldığı tüm kötü kararlar arasında en vahim ve bugün hâlâ sonuçlarını hissettiğimiz karar, 2012’deki Euro Bölgesi mali krizi sırasında AB kurumlarının güçlendirilmesini reddetmesiydi. O yıl, AB liderlerine ortak Avrupa tahvulu ve mali birlik için bir takvim belirlemeleri yönünde kısa süreli bir baskı oluşmuştu. Egemen borç krizi, birçok Avrupa ülkesinde faiz oranlarının yükselmesine yol açmıştı ve bu süreç devam etseydi, Euro Bölgesi’nin çökmesi kaçınılmaz olacaktı. Ancak Merkel, o yaz kendi partisindeki muhafazakârlarla ters düşmek istemedi ve geri adım attı. Bunun sonucunda AB, ABD doları, Amerikan finans piyasaları ve Amerikan savunmasına olan bağımlılığından kurtulamayacak şekilde sıkışıp kaldı. Eğer AB 2012 yılında mali birlik sürecini başlatmış olsaydı, bu on yılın jeopolitik sarsıntılarına karşı çok daha hazırlıklı olabilirdi.

Onun yerine, dönemin Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi devreye girerek Euro Bölgesi’nin çökmesini engelleyecek bir güvenlik ağı kurdu. Bu adım, teknik olarak faiz artışlarını sınırladı ama aynı zamanda siyasi birlik mücadelesinin kaybedildiği an oldu. O günden bu yana AB, daha da parçalanmış hale geldi.

2022 yılında Putin Ukrayna’yı işgal ettiğinde, Avrupa entegrasyonunun derinleştirilmesine dair tartışmalar zaten sönmekteydi. 2023’te Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği antlaşmalarında reform yapılmasını önerdi; bu reformlar esasen oylama hakları ve AB’nin iç işleyişine dair bazı değişiklikleri içeriyordu. Ancak bu son derece yetersiz öneriler bile zamanla rafa kaldırıldı.

AB’nin paniğe kapılması ancak bu yıl gerçekleşti — Kırım’ın ilhakından 11 yıl, Ukrayna işgalinden ise üç yıl sonra. Trump’ın yeniden sahneye dönmesiyle birlikte, AB liderleri nihayet, savunmaya yetersiz yatırım yapmalarıyla ABD’ye aşırı bağımlılıklarının birleşiminin, onları küresel sarsıntılara karşı ne kadar savunmasız bıraktığını fark etti.

Avrupa Birliği’yle ilgili sıkça dile getirilen bir klişe vardır: Kriz yeterince büyük olursa, Avrupalılar uyanır ve doğru olanı yapar. Mali kriz yaşadılar. Pandemi yaşadılar. Putin’i yaşadılar. Ama uyanmadılar. Bu durum bana “Boğulan Adam” hikâyesini hatırlatıyor: Dindar bir Hristiyan vaiz, selde mahsur kalır. Önce bir tekne, sonra bir başka tekne, en son bir helikopterle kurtarılmak istenir ama her seferinde, “Tanrı beni kurtaracak” diyerek reddeder. Boğulur. Cennette Tanrı’ya, neden yardım etmediğini sorar. Tanrı şöyle cevap verir: “Sana iki tekne ve bir helikopter gönderdim, daha ne yapayım?”

AB henüz boğulmadı. Şu anda ya ABD yapımı bir helikoptere binmeyi ya da Avrupa yapımı bir tekneye atlamayı seçebileceği bir noktada. Tahminimce bazı Avrupalılar tekneyi seçecek, bazıları helikopteri. Bazılarıysa hiçbir tercihte bulunmayacak.

Makalenin kaynağı: unherd.com

Latest from Yorum

Edebiyatın Dünya Siyaseti Üzerindeki Etkisi: Tom Amca’nın Kulübesi
Önceki Hikaye

Edebiyatın Dünya Siyaseti Üzerindeki Etkisi: Tom Amca’nın Kulübesi

Edebiyatın Dünya Siyaseti Üzerindeki Etkisi: Lev Tolstoy
Sonraki Hikaye

Edebiyatın Dünya Siyaseti Üzerindeki Etkisi: Lev Tolstoy

Git

Don't Miss