Küresel ekonomi bir süredir iki uç arasında gidip geliyor: Enflasyon mu öncelikli, yoksa durgunluk mu daha büyük tehdit? Tam bu tartışmalar sürerken, ABD Başkanı Donald Trump’ın Çin’e karşı açıkladığı tarifeler ve ardından gelen misillemeler, dengeyi daha da hassaslaştırdı. Yalnızca siyasi bir hamle gibi görünen bu kararların, küresel ekonomide hem daralmayı hem de enflasyonist baskıları artırabileceği konuşuluyor.
Trump döneminin bir başka mirası da ABD Merkez Bankası’nın (Fed) politikaları üzerindeki dolaylı etkisi. Bugün hâlâ o politikaların gölgesi altında kararlar alınırken, enflasyonla mücadelede kazanılan mesafenin yeni gelişmelerle riske girebileceği korkusu, Wall Street’teki koridorlarda dolaşıyor.
ABD tahvil piyasasında yaşanan son hareketlilik de bu endişelerin yansıması. 10 yıllık tahvil faizinin Ekim 2024’ten bu yana ilk kez yüzde 4’ün altına inmesi, sadece bir teknik veri değil; aynı zamanda bir korkunun da göstergesi. Yatırımcılar güvenli liman arayışında tahvile yönelirken, bu eğilim piyasada risk algısının ne kadar yükseldiğinin altını çiziyor.
Ancak stratejist Cüneyt Paksoy’a göre, bu düşüş tahvil piyasasının klasik anlamda güvenli liman olma vasfını tartışmaya açıyor. Paksoy, Trump’ın zaman zaman tahvil faizlerini aşağıya çekme yönündeki açıklamalarına dikkat çekiyor ve ekliyor: “Bu düşüş istenen bir tablo gibi görünse de, gerçekte borçlanma maliyeti ve ABD’nin devasa borç yükü açısından karmaşık bir tabloya işaret ediyor.”
Gerçekten de ABD, dünyanın en fazla borçlanmış ülkesi konumunda. 10 yıllık tahvillerin getirisi yalnızca finansal piyasalar için değil, aynı zamanda Amerikan ekonomisinin tüm borçlanma denkleminde belirleyici bir ölçüt. Bu nedenle tahvil faizinin düşmesi, borçlanmayı cazip kılabilir ama aynı zamanda yatırımcılar açısından güvenlik zeminini de kayganlaştırıyor.
Paksoy’un değindiği bir başka önemli başlık da, Fed’in gelecekte nasıl bir politika izleyeceği. Enflasyon düşmezse, Powell liderliğindeki Fed’in faiz artırımı gibi daha sert adımlar atması gerekebilir. Paksoy’un hatırlattığı gibi, 1980’lerde Paul Volcker döneminde yaşananlar hâlâ hafızalarda taze: Enflasyonun bir an düşer gibi yapıp sonra daha sert şekilde geri gelmesi ve ABD’yi çift haneli faizlerle baş başa bırakması.
Bu tarihsel uyarı ışığında, sadece tahvil faizleriyle tabloyu yorumlamanın yetersiz kalabileceğini vurgulayan Paksoy, altının son dönemde 3 bin dolar seviyesini test etmesini de anlamlı buluyor. Çünkü jeopolitik risklerin, özellikle Orta Doğu ve Asya’daki gerginliklerin tahvil fiyatlamasında tam karşılığı yok. Altın ise bu boşluğu dolduruyor.
Bahçeşehir Üniversitesi’nden Dr. Rahmi İncekara da bu tabloyu teyit ediyor. Ona göre, Trump’ın Çin’e yönelik ticaret tarifeleri küresel belirsizliği artırmış durumda. Bu da yalnızca ABD’yi değil, tüm dünya ekonomisini etkileyecek bir dalga yaratıyor. İncekara, “Tahvil getirilerindeki düşüş başkanlık seçimlerinden bu yana en sert gerileme. Bu da piyasaların ciddi bir durgunluk endişesi taşıdığını gösteriyor,” diyor.
Üstelik düşen tahvil faizleri, kamu borçlarının maliyetini düşürebilir. Bu da Trump’ın ticaret açığını azaltma yönündeki söylemlerine kısmen destek verebilir. Ancak unutulmamalı: Bu oyunun içinde yalnızca faizler ve borçlanma yok. Güven, beklenti, siyasi istikrar ve jeopolitik riskler de tahvillerin geleceğini belirleyecek.
Sonuç olarak, Fed’in kararı yalnızca faiz artırıp artırmamakla ilgili değil. Bu, aynı zamanda ABD Ekonomisinin hangi patikada yürüyeceğine dair bir tercih. Ve o patika, artık yalnızca dolarla değil, altınla, borçla, hatta Trump’ın tweet’leriyle bile şekilleniyor.