Stratejik Dostluk, Zorlayıcı İttifak: Türkiye-ABD İlişkilerinin 200 Yıllık Serüveni

Stratejik Dostluk, Zorlayıcı İttifak: Türkiye-ABD İlişkilerinin 200 Yıllık Serüveni

Nisan 7, 2025
konu yorum

Osmanlı Dönemi: İlk Temaslar ve Sınırlı İlişkiler

Osmanlı İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasındaki ilk temaslar 18. yüzyılın sonunda başlamıştır. Nitekim 1797 yılında Amerikan ticaret gemilerinin İzmir Limanı’na ulaşmasıyla iki ülke arasında Akdeniz üzerinden ticari ilişki kurulmuştur​. 19. yüzyıl başlarında ABD, Osmanlı yönetimiyle diplomatik temas kurmaya yönelmiş; 7 Mayıs 1830’da Sultan II. Mahmud’un temsilcileri ile ABD Başkanı Andrew Jackson yönetimi arasında İstanbul’da bir Ticaret ve Seyrüsefain Antlaşması imzalanmıştır. Bu 1830 antlaşması ile ABD’ye en çok kayrılan ülke statüsü tanınmış, Amerikan tüccarlara kapitülasyon benzeri ayrıcalıklar sağlanmıştır. Ardından 1831’de ABD, Osmanlı’ya ilk daimî diplomatik temsilcisini (Ortaelçi David Porter) atayarak İstanbul’a göndermiştir.

Osmanlı tarafı ise mesafenin uzaklığı ve ilişkilerin sınırlı seyri nedeniyle ABD’de uzun süre elçilik açmaya gerek duymamış; ilk Osmanlı diplomatik misyonu ancak 1867’de Washington’da kurulmuştur​.

19. yüzyıl boyunca Osmanlı-ABD ilişkileri genel olarak dostane ancak mesafeli bir düzlemde ilerlemiştir. İki devlet arasında ciddi bir siyasi anlaşmazlık veya çatışma yaşanmamış; ilişkiler çoğunlukla ticaret, misyonerlik faaliyetleri ve insani yardımlarla sınırlı kalmıştır. Özellikle ABD’li Protestan misyonerler 1820’lerden itibaren Osmanlı topraklarında faaliyet göstermeye başlamış, eğitim ve sağlık alanlarında yatırımlar yapmışlardır​.

Amerikan misyonerlerin İstanbul, İzmir ve Beyrut gibi şehirlerde açtığı okullar ve hastaneler, kültürel etkileşimin bir parçası olmuştur. 19. yüzyıl sonlarında iki ülke birbirine afet zamanlarında yardımda da bulunmuştur: Örneğin 1889’da Pensilvanya’daki Johnstown sel felaketinin ardından Sultan II. Abdülhamid, ABD’ye $1.000 yardım göndermiş; 1894’te İstanbul’da meydana gelen büyük deprem sonrasında da Amerikan kamuoyundan Osmanlılara yardım gelmiştir​. Bu karşılıklı insani jestler, kamuoylarında olumlu izlenimler yaratmıştır.

Bununla birlikte 20. yüzyıl başına gelindiğinde ilişkilerde bazı gölgeler belirmeye başlamıştır. Özellikle 1890’lar ve 1915’teki Ermeni tehciri sırasında ABD kamuoyu Osmanlı yönetimine eleştiriler yöneltmiş, ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau, Ermenilere yönelik şiddeti rapor ederek Amerikalıların Osmanlılara bakışını olumsuz etkilemiştir. Yine de ABD, I. Dünya Savaşı’na dek Osmanlı ile resmî müttefiklik ya da düşmanlık ilişkisine girmemiştir. ABD, I. Dünya Savaşı’na 1917’de İttifak Devletleri’ne karşı katılınca, Osmanlı Devleti de 20 Nisan 1917’de Washington ile diplomatik ilişkisini kesti​.

Ancak ABD Osmanlı’ya savaş ilan etmediği için aralarında doğrudan bir çatışma yaşanmadı. Savaş sonrasında çökerken ABD bölgeye insani yardım odaklı yaklaştı (örneğin Yakın Doğu Yardım Örgütü Osmanlı yetimler için yardım faaliyetleri yürüttü). Paris Barış Konferansı’nda ABD Başkanı Woodrow Wilson, Osmanlı topraklarının yeniden düzenlenmesinde “Türk çoğunluğun bulunduğu bölgelerde tam egemenlik” ilkesini savunan 12. ilkesini ortaya koydu. Osmanlı Devleti’nin fiilen sona ermesiyle birlikte, iki ülke arasındaki tarihî dönem de kapanmış oldu.

Cumhuriyetin Kuruluş Yılları: 1923 Sonrası İlişkilerin Şekillenmesi

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te kuruluşundan sonra, Ankara ile Washington arasındaki ilişkiler temkinli bir başlangıç yapmıştır. I. Dünya Savaşı’nda karşı saflarda yer alınmasa da, Sevr ve Lozan süreçlerinde ABD doğrudan taraf değildi; bu nedenle yeni Türk hükümeti ile ABD arasında barış antlaşması ayrı bir zeminde ele alınmıştır. 1923’te Lozan Barış Konferansı sırasında ABD temsilcisi (Joseph Grew), Türkiye ile ABD arasındaki sorunları çözmek üzere bir dostluk antlaşması (Türk-Amerikan Lozan Antlaşması) müzakere etti​.

Ancak bu antlaşma, özellikle ABD’deki Ermeni diasporası ve misyoner çevrelerin muhalefetiyle karşılaştı. Amerikan Senatosu’nda antlaşma onaylanırken yoğun tartışmalar yaşandı; Osmanlı dönemindeki Ermeni olayları ve misyoner hakları gibi konular gerekçe gösterilerek antlaşma reddedildi​.

1927 Ocak ayında Senato antlaşmayı onaylamayı 50’ye karşı 34 oyla reddetti; bunun üzerine dönemin Başkanı Calvin Coolidge, Kongre’yi devre dışı bırakarak notalar teatisi yoluyla ilişkileri normalleştirme kararı aldı​. Böylece 17 Şubat 1927’de iki ülke resmen diplomatik ilişkileri yeniden tesis ettiler​. Bu dönüm noktasıyla Joseph Grew, Ekim 1927’de Ankara’ya gelerek Türkiye Cumhuriyeti nezdinde görev yapan ilk ABD Büyükelçisi oldu​.

1927 sonrasında Türkiye-ABD ilişkileri yavaş da olsa ilerlemeye başladı. 1929’da iki ülke arasında bir Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması imzalanarak hukuki temel oluşturulduğu görülmektedir. Öte yandan 1923’te New York’ta Chester Projesi adıyla bilinen bir Amerikan şirketine imtiyaz verilen demiryolu ve maden projesi, çeşitli siyasi ve ekonomik nedenlerle hayata geçirilemedi. Türkiye’nin yeni kurulan bir cumhuriyet olarak önceliği iç reformlara vermesi ve Yurtta sulh, cihanda sulh prensibiyle hareket etmesi, bu yıllarda ABD ile ilişkilerin sınırlı ve düşük profilli seyretmesine yol açmıştır. İki ülke arasında 1930’larda düşük düzeyli ticaret sürmüş, karşılıklı resmi ziyaret veya ittifak arayışları gündeme gelmemiştir. Bu dönemde Türkiye daha çok Avrupa devletleriyle anlaşmalara odaklanırken, ABD de kendi kıtasındaki sorunlar ve ekonomik Buhran ile meşguldü.

II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye ve ABD ilişkileri yeniden stratejik bir boyut kazandı. Türkiye savaş boyunca uzun süre tarafsız kalarak denge siyaseti izledi; ABD ise başlangıçta tarafsız olsa da 1941’den itibaren Müttefiklerin yanında savaşa girdi. 1943 Kahire Konferansı’nda ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ile Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü arasında bir görüşme gerçekleşerek Türkiye’nin savaşa katılması konusu ele alındı. Türkiye ancak Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek resmen Müttefiklere katıldı. Bu geç katılım bile ABD tarafından, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna dahil edilmesi ve savaş sonrası düzende Batı bloğunda yer alması için yeterli görüldü. Nitekim savaş biterken beliren Sovyet tehdidine karşı ABD, Türkiye’yi kritik bir ortak olarak değerlendirmeye başladı. 1945’te Sovyetler Birliği’nin Boğazlar ve doğu sınırında taleplerde bulunması üzerine, Ankara hükümeti Washington’un desteğine ihtiyaç duydu. Böylece II. Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye-ABD ilişkileri dramatik bir dönüşüm geçirerek sonraki kırk yıl boyunca sürecek yakın bir iş birliği dönemine girdi​.

Soğuk Savaş Dönemi: Müttefiklik, Askeri İşbirlikleri ve Krizler (1947–1991)

1947 yılında başlayan Soğuk Savaş, Türkiye-ABD ilişkilerinin çerçevesini kökten değiştirdi. ABD Başkanı Harry S. Truman, 12 Mart 1947’de Kongre’ye hitaben yaptığı konuşmada Truman Doktrini olarak bilinen yardımı açıkladı. Bu doktrin çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’ye Sovyet yayılmasına direnç göstermeleri için toplam 400 milyon dolarlık askeri ve ekonomik yardım talep edildi​.

Kongre’nin onayıyla 1947-1948’de bu yardımın yaklaşık 100 milyon dolarlık bölümü Türkiye’ye tahsis edildiği bilinmektedir. Ardından Türkiye, 1948’den itibaren Marshall Planı kapsamına alınarak ekonomik kalkınma desteği de almaya başladı. Marshall Planı çerçevesinde 1948-1952 yılları arasında Türkiye’ye yaklaşık 184,5 milyon dolar yardım yapılmıştır ve bu miktar plan kapsamındaki toplam yardımın %1,4’üne tekabül etmektedir​. Amerikan yardımları, Türkiye’nin savaş yorgunu ekonomisinin toparlanmasına katkı sundu ve ülkenin Batı ile bütünleşme sürecini hızlandırdı. Soğuk Savaş’ın erken döneminde en önemli adımlardan biri, Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) üye olmasıydı. Türkiye, Kore Savaşı’na 1950’de aktif katılım göstererek (5.000’den fazla askerle bir tugay göndererek) Batı ittifakına bağlılığını kanıtladı. Kore’de Türk askeri birliği ağır bedeller ödeyerek (721 şehit) üstün cesaret sergiledi ve bu fedakârlık Amerikan kamuoyunda takdir topladı. Sonunda 18 Şubat 1952’de Türkiye, Yunanistan ile birlikte resmen NATO üyesi oldu​.

Üyelik sonrasında ABD ile Türkiye arasında askeri işbirliği anlaşmaları imzalanarak Amerikan askeri yardım programları genişletildi. 1950’lerin ortasında ABD, Türkiye’de İncirlik Hava Üssü başta olmak üzere çeşitli askeri tesisler kurdu ve Türk ordusunun modernizasyonuna ciddi destek sağladı​.

Türkiye, NATO içinde ABD’nin sadık bir müttefiki haline gelirken, coğrafi konumu gereği Sovyetler Birliği’ne karşı güney kanadın kilit taşı oldu. Nitekim NATO’ya katılımıyla Türkiye, NATO’nun ikinci en büyük ordusuna sahip ülke olarak İttifak’ın savunma kapasitesine önemli katkı sundu​.

1950’lerin sonlarında Türkiye-ABD ittifakı doruk noktasındaydı. ABD, Sovyetler’in balistik füze tehdidine karşı 1961 yılında Türkiye’ye Jüpiter nükleer füzeleri konuşlandırdı. Ancak bu hamle, 1962 Küba Füze Krizi sırasında büyük bir pazarlığın parçası haline gelecekti: Sovyetler’in Küba’ya nükleer füze yerleştirmesine karşılık ABD gizli bir anlaşmayla Türkiye’deki Jüpiter füzelerini sökme taahhüdünde bulundu. Kriz çözülürken Türkiye’nin stratejik önemi bir kez daha ortaya çıkmış, fakat aynı zamanda Ankara’nın kararlılığı sınanmıştır. Bu dönemde Türkiye, ABD ile yakın askeri bağlarına rağmen kendi bölgesel çıkarlarını koruma konusunda hassas olduğunu gösterdi.

1960’lı yıllar, iki ülke ilişkilerinde ilk ciddi sarsıntılara sahne oldu. Özellikle Kıbrıs krizi nedeniyle ortaya çıkan gerginlik, 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu ile doruğa ulaştı. ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, dönemin Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği bu mektupta, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesinin Sovyetler ile çatışmaya yol açabileceğini belirterek NATO’nun böyle bir durumda Türkiye’yi korumakta isteksiz olabileceğini vurguladı​.

ABD’nin bu sert uyarısı sonucunda Türkiye çıkarmayı erteledi, ancak mektubun üslubu Türk kamuoyunda infial yarattı ve müttefiklik ruhuna gölge düşürdü. İnönü’nün Johnson’a cevaben dile getirdiği “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” sözü, Türkiye’nin gerekirse bağımsız politikalar geliştirebileceğinin ifadesiydi. Johnson Mektubu, Türk karar alıcılarında NATO’nun güvenilirliği konusunda ilk şüpheleri doğururken, ABD’ye karşı duyulan güveni sarstı. Bununla birlikte, her iki taraf da ani bir kopuştan kaçınarak ilişkileri idare etmeye çalıştı.

1960’ların sonunda ve 1970’lerin başında, Türkiye-ABD ilişkilerinde başka gerilim konuları da ortaya çıktı. ABD, Türkiye’den ülke içinde yetiştirilen haşhaş (afyon) üretimini azaltmasını talep ediyor, aksi halde Amerikan gençliği arasında yaygınlaşan eroin sorununun sorumluluğunu Türkiye’ye yüklüyordu. 1971’de Türk hükümeti (Başbakan Nihat Erim) afyon ekimini yasaklayarak ABD’yi kısmen tatmin etti, ancak bu karar Anadolu çiftçisine darbe vurduğu için birkaç yıl sonra yumuşatılmak zorunda kalındı. Bu mesele, dönemin ikili ilişkilerinde bir sürtüşme başlığı olsa da daha büyük bir krizin habercisi değildi.

Temmuz 1974’te patlak veren Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye-ABD ilişkilerinde Soğuk Savaş’ın en ciddi krizine yol açtı. Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine askeri müdahalesi sonrasında, ABD Kongresi 1975 Şubat’ında Türkiye’ye silah ambargosu uygulanmasına karar verdi​. Bu kararın gerekçesi, Türkiye’nin ABD menşeli silahları Kıbrıs’ta kullanarak ikili savunma anlaşmalarını ihlal etmesiydi​.

Ambargo kararı Ankara’da büyük tepkiyle karşılandı: Türk hükümeti ABD’ye ait bazı askeri tesisleri kapatarak misillemede bulundu ve ABD ile Savunma İşbirliği Anlaşması’nı askıya aldı. Türk kamuoyunda ise ambargo, “stratejik ortak” ABD’nin en zor anda Türkiye’ye sırt çevirmesi olarak algılandı ve Amerikan karşıtlığını derinleştirdi​.

Öte yandan Washington’da da Türkiye’ye duyulan güven zedelendi; ancak ABD yönetimi Türkiye’yi tamamen kaybetmenin Sovyetlere yarayacağını biliyordu. Nitekim üç yıl süren ambargo, 1978’de ABD tarafından kaldırıldı​.

Ambargonun kaldırılmasında Türkiye’nin Sovyetler ile yakınlaşma sinyalleri vermesi ve ittifak içinde ciddi çatlaklar oluşabileceği endişesi rol oynadı​.

Ambargo krizinin sonunda, 1980’de iki ülke arasında Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) imzalanarak çerçevesi yeniden düzenlendi. Böylece İncirlik Üssü ve diğer tesislerin statüsü netleştirildi, ABD yardımları karşılığında Türkiye’nin NATO’ya bağlılığı teyit edildi.

1980’ler, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde yeniden yakınlaşma ve işbirliğinin derinleşmesi dönemi oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında iktidara gelen Türk yönetimi, hızla ABD ve Batı ile uyumlu bir dış politika izlemeye başladı. Darbe hükümeti, ambargo döneminde bozulan savunma ilişkilerini onardı ve Türk ordusunun NATO bünyesindeki rolünü güçlendirdi. Ronald Reagan’ın ABD başkanı olmasıyla 1980’lerin başında anti-Sovyet politikalar hız kazanırken, Türkiye jeopolitik konumu itibarıyla ABD için vazgeçilmez bir müttefik haline geldi. İki ülke, Sovyetler Birliği’ni çevreleme stratejisi kapsamında Orta Doğu ve Orta Asya’da örtüşen hedeflere sahipti. Örneğin 1979’da Sovyetler’in Afganistan’ı işgaline karşı Pakistan üzerinden yürütülen CIA destekli direnişte, Türkiye diplomatik olarak bu çabalara destek verdi. Ayrıca ABD’nin 1983’te oluşturduğu Hızlı Müdahale Kuvveti için Türk topraklarını ve hava sahasını kullanma opsiyonu hep gündemdeydi. 1980’lerin ikinci yarısında Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde ilişkiler daha da gelişti; Özal, serbest piyasa reformlarıyla Amerikan yatırımlarını teşvik ederken dış politikada da ABD ile uyum arayışındaydı. 1986’da İstanbul’da açılan ABD Başkonsolosluğu Yeni Binası ve artan üst düzey ziyaretler, ilişkilerdeki pozitif havayı yansıtan detaylardı. Bu dönemde Türkiye ve ABD, Birleşmiş Milletler ve NATO çerçevesinde Libya’ya yaptırımlar, İran-Irak Savaşı’nın sonlandırılması gibi uluslararası meselelerde çoğunlukla aynı safta yer aldılar. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte Soğuk Savaş sona ererken, Türkiye-ABD ittifakı da yeni dünya düzenine hazır bir şekilde 1990’lara adım attı.

1990 Sonrası: Soğuk Savaş’ın Ardından Ortadoğu Sınavları (1991–2000’ler Başı)

Soğuk Savaş’ın bitimiyle Türkiye-ABD ilişkileri yeni bir döneme girdi. İki ülke, artık Sovyet tehdidinin olmadığı bir dünyada ortak çıkarlarını yeniden tanımlamak durumundaydı. Bu yeni dönemin ilk büyük sınavı, 1990-1991 Körfez Krizi ve ardından çıkan I. Körfez Savaşı oldu. Ağustos 1990’da Irak lideri Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesiyle oluşan krizde, Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal cesur bir karar alarak ABD öncülüğündeki koalisyonu aktif biçimde destekledi​. Özal, İncirlik Hava Üssü’nü koalisyon uçaklarının kullanımına açtı ve Irak petrolünü Türkiye üzerinden dünyaya taşıyan petrol boru hattını kapatarak Saddam rejimine ekonomik baskı uygulanmasına katkı sağladı​.

Bu politikalar Türkiye ekonomisine kısa vadede zarar verse de (Irak’la ticaretin kesilmesi nedeniyle milyarlarca dolar kayıp), Ankara’nın ABD ile dayanışması Washington’da büyük takdir gördü. 1991 Ocak ayında başlayan Desert Storm harekâtı süresince İncirlik Üssü’nden kalkan Amerikan savaş uçakları Irak’ın kuzeyine hava operasyonları düzenledi. Savaşın sonunda Kuveyt kurtarılırken, Türkiye-ABD ilişkileri belki de tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı; Özal’ın izlediği proaktif politika iki ülke arasındaki güveni pekiştirdi​.

Körfez Savaşı’nın hemen ardından bölgede ortaya çıkan insani kriz, Türkiye ile ABD’yi bir kez daha ortak bir girişimde buluşturdu. Saddam Hüseyin’in kuzey Irak’taki Kürt isyanını bastırması sonucu yüzbinlerce Kürt sığınmacı Türkiye sınırına yığılınca, 1991 baharında ABD ve müttefikleri Huzur Operasyonu (Operation Provide Comfort) başlattı​. Bu harekât kapsamında İncirlik Üssü merkezli bir güvenli bölge oluşturularak Irak’ın kuzeyinde Kürtlere yönelik saldırılar engellendi ve mültecilere yardım ulaştırıldı​.

Provide Comfort operasyonu 1990’lar boyunca (1997’den sonra Northern Watch adıyla) devam etti; Amerikan ve İngiliz uçakları Türk üslerinden kalkarak 36. paralelin kuzeyinde Irak uçuşlarını denetledi. Bu sayede Saddam’ın Kürt bölgesine girişi engellenirken, Türkiye de güney sınırında istikrarlı bir tampon bölge kazanmış oldu​.

Ancak bu durumun istenmeyen bir yan etkisi, Kuzey Irak’ta fiili bir Kürt özerk yapısının filizlenmesi ve Türkiye’deki PKK terör örgütünün sınırın öte tarafında zemin bulmasıydı. Nitekim 1990’ların ortasında PKK, Irak’ın kuzeyindeki boşluktan yararlanarak Türkiye’ye saldırılarını artırdı; bu da Ankara’nın Washington’dan terörle mücadelede daha fazla destek talep etmesine yol açtı. ABD, 1997’de PKK’yı resmen yabancı terör örgütleri listesine alarak diplomatik destek verse de, sahada Türkiye’nin beklentileri tam olarak karşılanamadı.

1990’ların genelinde Türkiye-ABD ilişkileri stratejik düzeyde güçlü seyretti. 1991’de Sovyet tehdidinin kalkmasıyla NATO’nun misyonu değişirken, Türkiye’nin jeostratejik önemi farklı boyutlarda devam etti (örneğin Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler, enerji nakil hatları vb). Türkiye ve ABD, 1990’larda Balkanlar’da yakın işbirliği yaptılar: Bosna-Hersek’te (1995 Dayton süreci) ve Kosova’da (1999 NATO harekâtı) birlikte hareket ettiler. Türkiye, bu çatışmalarda barışı tesis etmek için NATO bünyesinde asker göndererek ABD’nin Avrupa istikrarına yönelik çabalarına destek oldu. Aynı dönemde ekonomi alanında da ilişkiler gelişiyordu; 1980 sonrası liberalizasyon ile Türkiye’de faaliyet gösteren Amerikan şirketlerinin sayısı arttı, ikili ticaret hacmi yavaş da olsa büyüdü. 1995’te Türkiye ile ABD arasında Gümrük Muafiyeti ve 1999’da Yatırımların Karşılıklı Teşviki Anlaşmaları imzalanarak ekonomik ortaklığın hukuki temelleri güçlendirildi.

11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrasında başlayan küresel terörle mücadele dönemi, Türkiye-ABD ilişkilerine yeni bir boyut kattı. NATO üyesi olarak Türkiye, 2001 sonbaharında Afganistan’da Taliban’a karşı başlatılan harekâtta ABD’ye tam destek verdi. Hatta Afganistan’da kurulan NATO öncülüğündeki Uluslararası Güvenlik Yardım Gücü’nün (ISAF) komutanlığını 2002 ve 2005 yıllarında Türk generaller üstlendi. Türk Silahlı Kuvvetleri, Kabil’de güvenliğin tesisinde aktif rol oynadı. Bu süreçte Ankara-Washington hattında, terörle mücadelede istihbarat paylaşımı ve diplomatik dayanışma oldukça yüksekti. Ancak 2000’lerin başında işbirliğinin bu kadar güçlü olmasına rağmen, 2003 yılında patlak veren II. Irak Savaşı ikili ilişkilerde tarihi bir kırılmaya yol açtı.

Mart 2003’te ABD Başkanı George W. Bush yönetimi, Saddam Hüseyin rejimini devirmek için Irak’ı işgal etmeye hazırlanırken Türkiye’den kritik bir talepte bulundu: ABD 4. Piyade Tümeni’nin Türkiye üzerinden Irak’ın kuzeyine girmesine izin verilmesi. Dönemin Türk hükümeti (Başbakan Abdullah Gül ve AK Parti iktidarı), ABD ile müzakereler yürütüp bir tezkere hazırladıysa da, 1 Mart 2003’te Türkiye Büyük Millet Meclisi bu tezkereyi yeterli oyla kabul etmedi. Böylece Türk Parlamentosu, 62.000 ABD askerinin Türk topraklarında konuşlanmasına izin vermeyi reddetti​. Bu karar Washington’da şok etkisi yarattı; planlanan “kuzey cephesi” açılamayınca ABD kuvvetleri sadece Kuveyt üzerinden güneyden ilerlemek zorunda kaldı​.

Müttefikler arasındaki bu fikir ayrılığı, ilişkilerde ciddi bir güvensizlik doğurdu. Ankara, tezkerenin reddiyle bir anlamda ilk kez ABD’ye “hayır” demiş oluyordu. Bunu takip eden Temmuz 2003’teki çuval hadisesi (Süleymaniye’de görevli 11 Türk askerinin ABD güçlerince tutuklanıp başlarına çuval geçirilmesi) Türk kamuoyunda infiali büyüttü. Her ne kadar üst düzey yetkililer krizleri yatıştırmaya çalışsa da, 2003 yılı hem Türk hem Amerikan tarafında birbirine bakışta olumsuz izler bıraktı.

2000’lerin ortalarına gelindiğinde, yaşanan sorunlara rağmen iki ülke arasında tamamen kopma yaşanmadı ve işbirliği kanalları yeniden tesis edildi. 2007 yılında Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığına karşı Türkiye’nin sınır ötesi harekât hazırlığı yaptığı sırada, ABD Başkanı Bush Ankara’ya gerçek zamanlı istihbarat desteği vereceklerini açıkladı. Bu çerçevede ABD, Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini belirlemek üzere insansız hava araçları ve uydu istihbaratını Türkiye ile paylaşmaya başladı. Bu adım, 1 Mart tezkeresi sonrası bozulan askeri ilişkileri onarma yönünde önemli bir jest oldu ve PKK ile mücadelede kısmen işe yaradı. 2008-2009 yıllarında ABD’de Barack Obama’nın başkan seçilmesiyle ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılacağı umudu doğdu. Nitekim Obama 2009 Nisan ayında Türkiye’yi ziyaret ederek TBMM’de yaptığı konuşmada Türkiye’yi “model ortaklık” (model partnership) olarak tanımladı. Bu kavram, stratejik müttefiklikten daha kapsamlı, her alanda işbirliğini hedefleyen bir ilişki öneriyordu. Gerçekten de 2010’ların başında Türkiye ile ABD, Orta Doğu’da değişim rüzgârları eserken bir dizi konuda birlikte çalıştı. Örneğin Arap Baharı sürecinde Mısır ve Tunus’ta demokratik geçişi destekleme, Libya’da Kaddafi rejimine karşı NATO müdahalesi (2011) gibi konularda Ankara ve Washington yakın istişare içinde oldular. Ancak bölgesel siyaset, çok geçmeden iki ülkenin farklı öncelik ve perspektiflere sahip olduğunu ortaya koyacaktı.

2000’li Yıllar ve Günümüz: Bölgesel Farklılaşma, Krizler ve Yeni Dengeler (2010’lar–2020’ler)

2010’lu yıllarda Türkiye-ABD ilişkileri, geçmişin ittifak ruhunun sınandığı ve ciddi gerilimlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu süreçte özellikle Ortadoğu politikaları, savunma işbirlikleri ve darbe girişimi gibi iç gelişmeler ikili ilişkileri dalgalandırmıştır.

2011’de Suriye’de iç savaşın başlaması, Türkiye ile ABD’yi aynı hedef doğrultusunda başlangıçta birleştirmiştir: Her iki ülke de Beşşar Esad rejiminin meşruiyetini yitirdiğini belirtip Suriye’de demokratik bir geçiş istediklerini ilan etti. Türkiye, Suriye muhalefetine en güçlü desteği veren ülkelerden biri olurken ABD de diplomatik baskı ve ardından bazı muhalif gruplara sınırlı destek sağladı. Ne var ki 2014’te IŞİD (DEAŞ) terör örgütünün sahneye çıkmasıyla öncelikler farklılaştı. ABD, IŞİD’le mücadeleyi birinci plana alıp Suriye’nin kuzeydoğusunda YPG güçlerini sahadaki en etkili müttefik olarak seçti. YPG (Yekîneyên Parastina Gel), terör örgütü PKK’nın Suriye uzantısı olarak görüldüğü için Türkiye açısından kırmızı çizgi niteliğindeydi. Washington ise IŞİD’i yenilgiye uğratmak amacıyla bu ayrımı göz ardı ederek YPG’nin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne silah ve eğitim desteği verdi. Bu politika Ankara’da büyük tepkiye yol açtı; Türk hükümeti defalarca ABD’ye çağrıda bulunarak “terör örgütüyle işbirliği yapmanın büyük bir hata olduğunu” dile getirdi​. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 2018’de “ABD’nin YPG’ye desteği ilişkilerimizi zedeledi” diyerek bu rahatsızlığı açıkça vurguladı​. ABD cephesi ise YPG’yi PKK’dan ayrı görmeye çalışarak Türkiye’yi ikna etmeye uğraştı, ancak bunda başarılı olduğu söylenemez.

15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan FETÖ darbe girişimi, Türkiye-ABD ilişkilerinde tarihi bir kırılma yaratan bir diğer olay oldu. Türk hükümeti, darbe teşebbüsünün sorumlusu olarak gördüğü Fethullah Gülen’i yıllardır ikamet ettiği ABD’den iadesini talep etti. Ankara, Pensilvanya’da yaşayan Gülen’in örgütü FETÖ’nün ordu içindeki hücreleriyle darbeyi planladığını ve ABD’nin gecikmeksizin bu kişiyi Türkiye’ye teslim etmesi gerektiğini belirtti. Ancak ABD adli makamları, iade için sağlam delillere ihtiyaç duyulduğunu ve hukuki sürecin zaman alacağını bildirerek acil bir adım atmadı. Bu durum, Türk tarafında ABD’ye yönelik büyük bir güvensizlik ve öfke doğurdu. Darbe girişiminin hemen ardından Türk kamuoyunda ABD’nin bu kalkışmayı en azından önceden bildiğine dair komplo teorileri yaygınlık kazandı. Amerikan yönetimi bu iddiaları kesin bir dille reddetmiş olsa da, FETÖ meselesi ikili ilişkilerde çözümsüz bir düğüm haline geldi. 2016 sonrasında Türkiye’de ABD’ye yönelik olumsuz algı rekor seviyelere ulaştı: 2018’de yapılan bir ankette Türk halkının %72’si kendini “ABD karşıtı” olarak tanımlarken sadece %5’i ABD’ye karşı sempati duyduğunu belirtmiştir.

Benzer şekilde 2020 yılında Kadir Has Üniversitesi’nin anketinde Türk halkının %70’i ABD’yi “Türkiye’ye en büyük tehdit oluşturan ülke” olarak gördüğünü ifade etmiştir. Bu veriler, darbe girişimi sonrası dönemde Türk kamuoyunda ABD’ye güvenin ne denli erozyona uğradığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.

ABD öncülüğündeki koalisyonun parçası olarak İncirlik Üssü’ne konuşlanan bir Amerikan F-16 savaş uçağı (2015). Türkiye, 2015’te İncirlik’i IŞİD’e karşı hava operasyonları için ABD’nin kullanımına açmıştır. Bu adım, Suriye’de YPG konusunda yaşanan anlaşmazlığa rağmen terörle mücadelede sınırlı da olsa işbirliğinin sürdüğünü gösteriyordu​.

2016 sonrasında Türkiye-ABD hattında yaşanan bir diğer büyük kriz, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın almasıyla ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2017’de başlayan müzakereler sonucunda NATO sistemleriyle uyumlu olmayan S-400’leri almaya karar verdi. İlk batarya Temmuz 2019’da Türkiye’ye teslim edildi. Washington, bu gelişmeyi kendi teknolojilerine ve NATO’nun güvenlik ağına yönelik bir tehdit olarak algıladı. Trump yönetimi, daha önce defalarca uyardığı üzere, Temmuz 2019’da Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından çıkardı​.

Türkiye’nin ortak üretici ve müşteri olduğu F-35 projesinden dışlanması ikili ilişkilerde onarılması zor bir güven bunalımı yarattı. Beyaz Saray yaptığı açıklamada, “Türkiye’nin S-400 alım kararı, F-35 ile bir arada bulunmasını imkânsız kılmaktadır; bir NATO müttefikinin Rus sistemlerini kabul etmesi ittifak taahhütleriyle bağdaşmaz” diyerek durumu izah etti. Ardından Aralık 2020’de ABD, CAATSA yaptırımları kapsamında Türkiye’nin Savunma Sanayii Başkanlığı (SSB) ve bazı yetkililerine yaptırım uygulamaya başladı.

Bu, ABD’nin ilk kez bir NATO müttefikine yaptırım uygulaması olarak tarihe geçti ve ilişkilerdeki çatlak daha da derinleşti. Türkiye ise S-400 konusunda geri adım atmadı, sistemin etkin olmasa da ülke topraklarında kalacağını belirtti. Bu süreç, Türk-Amerikan askeri işbirliğinin Soğuk Savaş’tan bu yana gördüğü en ciddi sarsıntılardan biri oldu.

Aynı dönemde, ikili ilişkileri geren başka gelişmeler de yaşandı. 2018’de Türkiye’de casusluk suçlamasıyla tutuklu bulunan Amerikalı rahip Andrew Brunson krizi, ekonomiye de yansıyan ciddi bir diplomatik gerilim yarattı. Trump yönetimi Brunson’ın serbest bırakılmaması üzerine iki Türk bakana yaptırım uyguladı ve Türkiye’den çelik-alüminyum ithalatına ek gümrük vergileri getirdi. Bunun üzerine Türk Lirası 2018 yazında ağır değer kaybına uğradı. Nihayet Ekim 2018’de Brunson’ın salıverilmesiyle kriz kısmen aşıldı ve karşılıklı yaptırımlar kaldırıldı. Ancak bu olay, ABD yönetiminin Türkiye’ye karşı gerektiğinde ekonomik baskı kullanabileceğini gösterdi. Keza 2019’da Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine Barış Pınarı Harekâtı düzenleyerek YPG kontrolündeki bölgeye girmesi üzerine, ABD yine bazı Türk bakanlara yaptırım ve ek vergiler açıkladı; kısa süre sonra ateşkes sağlanınca bunları geri çekti. Bu gelgitler, ilişkilerde öngörülemezliğin arttığı bir döneme işaret ediyordu.

2020’li yıllara girerken, iki ülke ilişkileri hala önemli anlaşmazlık konularıyla yüklü durumdadır. 2021’de göreve gelen Joe Biden yönetimi, ilk icraatlarından biri olarak 1915 Ermeni Olayları için “soykırım” terimini kullanmıştır (24 Nisan 2021). Bu adım, seleflerinin kaçındığı bir tutum olduğu için Ankara’da tepkiyle karşılandı. Biden, Erdoğan ile ilk yüz yüze görüşmesini Haziran 2021’de NATO zirvesinde gerçekleştirdi; taraflar diyalog kanallarını açık tutma mesajı verse de temel sorunlarda değişiklik olmadı. 2022’de patlak veren Rusya-Ukrayna Savaşı, Türkiye-ABD ilişkilerine hem yeni meydan okumalar hem de işbirliği fırsatları getirdi. Türkiye, bir yandan Rusya’ya yaptırımlara katılmayarak Moskova ile ekonomik ilişkilerini sürdürdü, diğer yandan Ukrayna’ya SİHA (TB2) tedarik edip Boğazları savaş gemilerine kapatarak NATO çıkarlarıyla uyumlu adımlar attı. Ankara’nın arabuluculuk girişimleri sonucunda İstanbul’da Rusya ve Ukrayna arasında Tahıl Koridoru Anlaşması imzalanması, ABD tarafından memnuniyetle karşılandı. Ancak aynı dönemde Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine başlangıçta onay vermemesi, özellikle ABD Kongresi’nde tepki çekti. Sonuçta Finlandiya’nın üyeliği 2023’te onaylanırken İsveç’inki henüz Türkiye tarafından onaylanmamıştır. ABD tarafı, Türkiye’ye satılması planlanan yeni F-16 uçakları ve modernizasyon kitlerini bu onaya endeksleme eğilimindedir. Dolayısıyla diplomatik pazarlıklar devam etmektedir.

Ekonomik cephede ise onca siyasi gerilime rağmen ticari ilişkiler büyümeyi sürdürmüştür. 2020’de 21,7 milyar dolar olan ikili ticaret hacmi, 2021’de 27,8 milyar dolara, 2022’de ise 32,1 milyar dolarla tarihî zirveye ulaşmıştır. 2023 yılında ticaret hacmi 30,6 milyar dolar civarında gerçekleşmiş, Türkiye bu ticarette yaklaşık 1,6 milyar dolar fazla vermiştir. İki ülke liderleri 2019’da 100 milyar dolarlık ticaret hedefi koymuşlarsa da bu hedefe henüz erişilememiştir. Yine de son yıllarda ABD, Türkiye’nin ihracatında ikinci büyük pazar konumuna yükselmiştir. Bu ekonomik bağımlılık, siyasi tansiyon yükselse dahi iş dünyası ve kurumlar arası ilişkilerin tamamen kopmamasını sağlamaktadır. Ayrıca savunma sanayii alanında doğrudan ilişkiler zayıflasa da, enerji ve teknoloji gibi alanlarda yeni ortaklık imkanları değerlendirilmektedir.

Özetle günümüzde Türkiye-ABD ilişkileri oldukça karmaşık ve çok boyutlu bir görünüm arz etmektedir. İki ülke, bir yandan NATO müttefiki ve stratejik ortak olarak kalmaya çalışırken diğer yandan S-400 krizi, YPG meselesi, FETÖ gibi güven bunalımı yaratan konularla uğraşmaktadır. Her iki tarafta da kamuoyu nezdinde karşı tarafa bakış olumsuza dönmüş durumdadır. Bununla birlikte, jeopolitik gerçekler ve ortak çıkar alanları, kopuşu engelleyerek diyaloğu sürdürmeye zorlamaktadır.

Türkiye’nin Jeopolitik Konumunun ABD İçin Stratejik Önemi

Türkiye’nin jeopolitik konumu, Osmanlı döneminden bu yana büyük güçlerin dikkatini çeken bir unsur olmuş, özellikle Soğuk Savaş ve sonrasında ABD için vazgeçilmez bir stratejik değer haline gelmiştir. Türkiye, Avrupa ile Asya’yı birleştiren bir köprü niteliğinde olup Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde mutlak denetim sahibidir. Bu coğrafi konum, ülkeyi tarih boyunca Avrasya jeopolitiğinin kilit taşı yapmıştır. ABD açısından bakıldığında, Türkiye’nin kontrol ettiği boğazlar ve Doğu Akdeniz’e yakınlığı, Sovyetler Birliği döneminde Karadeniz donanmasının hareket alanını kısıtlayan ve Ortadoğu petrollerine giden yolları güvence altına alan bir avantaj sağlamıştır. NATO’nun ikinci en büyük askeri gücü olan Türkiye, İttifak’ın güneydoğu kanadını tutarak Sovyet tehdidini çevreleme stratejisinde merkezi bir rol oynamıştır. Örneğin 1950’lerde ABD istihbarat uçakları (U-2’ler) Sovyet toprakları üzerinde keşif uçuşlarını Türkiye’deki İncirlik Üssü’nden başlatmış, 1960’larda Sovyet füzelerini izlemek için Türkiye’ye radar ve üsler konuşlandırılmıştır.

Türkiye’nin stratejik önemi sadece Sovyet/Rus boyutuyla sınırlı değildir. Orta Doğu’daki konumu sayesinde Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi sorunlu ülkelere komşu durumdadır. ABD’nin Körfez Savaşı (1991), Irak Savaşı (2003) ve Suriye’de IŞİD’e karşı yürüttüğü operasyonlarda Türkiye adeta bir “ileri karakol” işlevi görmüştür. İncirlik Hava Üssü, 1991’den bu yana defalarca ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik hava harekâtlarında lojistik merkez olarak kullanılmıştır. 2015’te Türkiye IŞİD ile mücadele koalisyonuna katılarak İncirlik’i tekrar ABD savaş uçaklarına açmıştır.

Güneyindeki istikrarsız coğrafya nedeniyle Türkiye, terörle mücadelede de ABD için kritik bir ortaktır: El Kaide, IŞİD gibi örgütlerin Avrupa’ya yayılmasının engellenmesinde ve yabancı terörist savaşçıların geçişlerinin kontrolünde Ankara’nın istihbarat paylaşımı önem taşır. Ayrıca İran’ın nüfuz alanı ile NATO sınırı arasında bulunan Türkiye, ABD’nin İran’ı çevreleme stratejisinde de dolaylı bir rol oynar. Bu kapsamda Malatya Kürecik’te konuşlu ABD/NATO erken uyarı radarı, İran’dan gelebilecek balistik füze tehditlerini izlemektedir.

Türkiye’nin jeopolitiğinin bir diğer boyutu, enerji güvenliği ve ulaştırma koridorlarıdır. Orta Asya ve Kafkasya’daki enerji kaynaklarını (Hazar petrolleri ve doğal gazı) Batı pazarlarına taşımak için en elverişli rota Türkiye’den geçer. Nitekim Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı gibi projeler ABD desteğiyle hayata geçirilmiştir. Bu sayede Rusya’ya bağımlı olmayan bir enerji koridoru oluşturulmuş, Türkiye de enerji terminali kimliği kazanmıştır. Ayrıca Türkiye’nin Karadeniz ve Akdeniz’deki deniz yetki alanları, NATO’nun bu bölgelerdeki güvenlik mimarisinde kritik önemdedir. Karadeniz’de Türkiye, NATO adına yoğun deniz devriyeleri yaparak durumsal farkındalığın %67’sini sağlamaktadır. Yine Türkiye, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan NATO gemilerinin boğazlardan geçişini Montreux Sözleşmesi çerçevesinde düzenleyerek bölgedeki dengeyi korumaktadır.

ABD’li stratejistler için Türkiye, aynı zamanda İslam dünyası ile Batı arasındaki yegâne demokratik müttefik olarak da değer taşır. Özellikle 9/11 sonrasında “ılımlı İslam” modeliyle öne çıkarılan Türkiye, Orta Doğu’da demokratik dönüşüm arayışlarında bir örnek olarak sunulmuştur. Türkiye’nin laik ve demokratik geleneği, ABD’nin bölge politikalarında zaman zaman vitrin rolü oynamıştır. Örneğin 2004’te Başkan George W. Bush’un Büyük Orta Doğu Projesi’nde, Türkiye’nin tecrübesi vurgulanmıştır. Her ne kadar son yıllarda Türkiye’nin demokratik standartları konusunda ABD’de eleştiriler yükselse de (basın özgürlüğü, hukukun üstünlüğü vs.), Türkiye’nin bölge halkları nezdindeki yumuşak gücü bütünüyle göz ardı edilmemektedir.

Son olarak, Türkiye topraklarında ABD nükleer paylaşım unsurları olduğu iddiası da jeopolitik önemin bir göstergesidir. İncirlik Üssü’nde yaklaşık 50 adet B61 taktik nükleer bombanın depolandığı uzun yıllardır dile getirilir (resmen teyit edilmese de)​. Bu da Türkiye’yi nükleer caydırıcılık şemsiyesinde özel bir konuma yerleştirmektedir. Özetle, Türkiye’nin üç kıtanın kesişimindeki pozisyonu, büyük ordusu, çevre bölgelere nüfuz edebilme kapasitesi ve Batı ittifakındaki rolü düşünüldüğünde, ABD için vazgeçilmez bir stratejik ortak olduğu anlaşılır. Elbette bu konum, zaman zaman Türkiye’ye ABD politikalarına direnme alanı da tanımıştır; zira Washington Türkiye’yi kaybetmenin maliyetini göz önünde bulundurarak hareket etmektedir. Günümüzde dahi, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası oluşan bloklaşmada Türkiye’nin NATO’daki yeri kritiktir. Bir NATO analisti Türkiye’yi “Karadeniz’in kapı bekçisi” ve “ittifakın güney kanadının direği” olarak tanımlarken, Türkiye ile Batı arasındaki işbirliğini geliştirmenin bölge güvenliği için şart olduğunu vurgulamaktadır​. Karşılıklı Askeri İş Birlikleri ve Kriz Anları

Türk-Amerikan ilişkilerinin belkemiğini on yıllar boyunca askeri iş birliği oluşturmuştur. İki ülke, NATO müttefiki olmaları vasıtasıyla Kore’den Afganistan’a uzanan geniş bir coğrafyada birlikte hareket etmiş; aynı zamanda bazı ciddi askeri-diplomatik krizler de yaşamıştır. Bu bölümde, öne çıkan iş birliği örnekleri ile kriz anları kronolojik olarak ele alınmaktadır.

Kore Savaşı (1950-1953), Türkiye’nin ABD ile ilk büyük askeri dayanışma sınavıdır. Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Kuzey Kore’ye karşı savaşa katılan Türk Tugayı, göstermiş olduğu cesaret ve fedakârlıkla hafızalara kazındı. Yaklaşık 15 bin Türk askeri Kore’de görev yapmış, 721’i şehit olmuştur. Türk askerinin Kunuri Muharebesi’nde ABD 2. Tümeni’nin kuşatılmasını engellemek için verdiği ağır kayıplar, Amerikan general Douglas MacArthur tarafından övgüyle anılmıştır. Bu kanla pekişen müttefiklik, 1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabulünü kolaylaştıran en önemli faktördü. Kore Savaşı, Türk ve Amerikan silahlı kuvvetleri arasında tesis edilen dayanışma ruhunun başlangıcı sayılabilir.

NATO kapsamında ortaklıklar (1950’ler-1960’lar), askeri iş birliğinin kurumsal boyutunu oluşturmuştur. Türkiye ve ABD, NATO tatbikatlarında düzenli olarak beraber yer almış, subay değişim programları ve eğitim işbirlikleri gerçekleştirmiştir. Soğuk Savaş boyunca Türk subayları ABD’nin askeri okullarında eğitim gördü, Türk ordusu envanterinin büyük kısmı ABD’den hibe veya satın alınan silahlarla donatıldı. 1960’larda Türkiye’de İncirlik, İzmir, Karamürsel, Sinop gibi noktalarda ABD askeri tesisleri bulunuyor; bu tesisler Sovyetlere karşı erken uyarı, istihbarat toplama ve operasyonel hazırlık amaçlı kullanılıyordu. Özellikle İncirlik Üssü, 1958 Lübnan krizinde ve 1962 Küba Füze Krizi’nde ABD Hava Kuvvetleri tarafından aktif kullanıldı. Bunun yanı sıra Türk Hava Kuvvetleri pilotları 1960’larda ABD yapımı F-100, F-104 gibi jetlerle donatıldı ve bu pilotlar müşterek eğitimden geçirildi. NATO içinde kurulan müşterek kuvvetlerde (ACE Rapid Reaction Corps gibi) Türkiye önemli katkılar sağladı.

Johnson Mektubu (1964) ve Kıbrıs Barış Harekâtı (1974), müttefiklik içinde yaşanan en ciddi askeri-politik krizler olarak öne çıkar. Johnson Mektubu’nun ayrıntıları önceki bölümde ele alındığından burada tekrar edilmeyecektir; ancak mektup, Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik çıkarları (Kıbrıs Türklerini koruma isteği) ile NATO yükümlülükleri arasında bir gerilime düştüğünü gösterdi. 1974’teki Kıbrıs müdahalesi ise doğrudan doğruya Türk ordusunun bir harekâtı nedeniyle ABD’nin tepki olarak ambargo koymasına yol açtı. Bu kriz sırasında Türk Genelkurmay’ı, ABD’nin sağladığı silah ve yedek parçaların eksikliği nedeniyle sıkıntıya girdi. Türk ordusunun modern teçhizata erişiminin kısıtlanması, Sovyet yapımı alternatif arayışlarını gündeme getirdi; nitekim ambargo döneminde bazı savunma ihtiyaçları için Pakistan, İran gibi ülkelerle temas kuruldu. Bu kriz, Türk askeri ve sivil liderliğinin “müttefiklik sınırları”nı yeniden değerlendirmesine sebep oldu. Sonuçta ambargo kalksa da taraflar dersler çıkardı: ABD Kongresi müttefik bir ülkeye ceza vermenin onu Sovyetlere yaklaştırabileceğini anladı, Türkiye ise ABD’ye tam bağımlılığın risklerini görerek savunma sanayiini geliştirmeye karar verdi (1975’te ASELSAN gibi kuruluşların temeli atıldı).

Savunma İşbirliği Anlaşmaları (1980), 1970’lerin kırılmalarını onarmayı amaçlayan çerçevelerdir. 29 Mart 1980’de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA), Türkiye’deki ABD üs ve tesislerinin statüsünü düzenledi, karşılıklı faydaya dayalı bir işbirliği mekanizması kurdu. Bu anlaşma sayesinde İncirlik Üssü yeniden tam kapasiteyle ABD kullanımına açıldı, bunun karşılığında Türk ordusunun ihtiyaçları için yıllık ABD yardımları planlandı. 1980’ler boyunca bu anlaşma sorunsuz uygulandı ve Türkiye-ABD askeri ilişkileri altın dönemlerinden birini yaşadı.

Balkanlar ve Barış Operasyonları (1990’lar), Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun yeni görevlerinde iki ülkenin omuz omuza çalıştığı örneklerdir. 1993’te Bosna’daki iç savaş sırasında Türk ve ABD jetleri NATO harekâtları kapsamında Bosna Sırp hedeflerine hava harekatları düzenledi. 1994’te ilk kez Türk F-16 pilotu (Yzb. Nail Erdoğan) Bosna semalarında bir Sırp uçağını düşürerek NATO tarihinde bir ilki gerçekleştirdi. Yine 1999’da Kosova Savaşı’nda Türkiye, ABD ile birlikte Sırp hedeflerini vuran NATO gücüne katkı sağladı. Savaş sonrası Kosova’da oluşturulan KFOR barış gücünde Türk birliği, Amerikan birliğiyle koordinasyon içinde görev yaptı. Bu operasyonlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin NATO içerisinde ne kadar etkin bir unsur olduğunu ve ABD ile uyumlu çalışabildiğini göstermiştir.

1 Mart 2003 Tezkeresi ve Süleymaniye Olayı, askeri işbirliğinin kesintiye uğradığı talihsiz anlar olarak hafızalara kazınmıştır. Meclis’in reddettiği tezkere ile ABD, müttefikinden beklediği kolaylığı görememiş; bu durum ABD Savunma Bakanlığı’nda hayal kırıklığı yaratmıştır. Bazı ABD generalleri “Türkler tarafından sırtımızdan bıçaklandık” gibi ifadeler kullanmıştır. Takiben 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk Özel Kuvvet timinin ABD askerlerince tutuklanması, iki ordunun sahada karşı karşıya geldiği nadir anlardan biridir. Bu çuval olayı, Türk ordusunda ve halkında derin bir öfkeye yol açmış; Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ancak itidal çağrılarıyla tansiyonu düşürebilmiştir. Sonraki yıllarda bu yaraları sarmak zaman aldı. 2006’da ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Peter Schoomaker, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a bir mektup yazarak Süleymaniye olayından duyduğu üzüntüyü dile getirdi ve benzer hadiselerin önlenmesi için daha yakın koordinasyon önerdi. İlerleyen dönemde iki taraf da bu olayı geride bırakmaya çalıştı.

Terörle Mücadele İşbirliği (2007-2015), askeri alanda ilişkilerin yeniden canlandığı bir başka başlıktır. 2007’de PKK terörü tırmanışa geçtiğinde, dönemin ABD Başkanı George W. Bush Ankara’nın çağrısına olumlu yanıt vererek Irak’ın kuzeyindeki PKK hedeflerine yönelik istihbarat paylaşımı başlattı. İncirlik Üssü’nde konuşlu ABD insansız hava araçlarından alınan anlık görüntüler, Türk ordusuna iletildi ve terörist kamplarına nokta operasyonlar düzenlendi. Bu uygulama, Obama döneminde de bir süre devam etti. Ayrıca 2013’te Suriye İç Savaşı nedeniyle Türkiye’nin sınırında artan balistik füze tehdidine karşı ABD, NATO onayıyla Gaziantep, Adana ve Kahramanmaraş’a Patriot hava savunma bataryaları konuşlandırdı. Amerikan Patriot birliği 2013-2015 arasında Türkiye’de görev yaparak muhtemel Suriye füzelerine karşı koruma sağladı. Bu, NATO dayanışmasının güncel bir örneğiydi. Ancak daha sonra ABD Patriotları geri çekti ve Türkiye arayışlar sonucu S-400 alma yoluna gitti ki bu da yeni bir krize neden oldu.

S-400/F-35 Krizi (2019), son yılların en büyük askeri anlaşmazlığı olarak kayda geçmiştir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alımı, ABD için kabul edilemez görülerek Türkiye’nin F-35 programından çıkarılmasına ve savunma sanayiine yaptırımlar uygulanmasına sebep oldu.

Bu kriz halen çözülmüş değildir; Türkiye S-400’den vazgeçmezken ABD de F-35’leri vermemekte kararlı. Bununla beraber, askeri kanallar tamamen kapanmış değildir: Örneğin 2021’de Türkiye, mevcut F-16’larının modernizasyonu ve yeni F-16 tedariki için resmi talepte bulunmuştur. Biden yönetimi ilk etapta buna sıcak baksa da, ABD Kongresi’nde Türkiye’ye karşı temkinli bir tutum vardır. Bu mesele, Türk-Amerikan askeri ilişkilerinin geleceği açısından kritik bir test olacaktır.

Özetle, Türk ve ABD silahlı kuvvetleri 70 yılı aşkın bir süredir geniş yelpazede iş birlikleri yürütmüş, cephede omuz omuza savaştıkları gibi karşı karşıya geldikleri gergin anlar da yaşamışlardır. Askeri işbirliği, ittifakın harcı olarak öne çıkmakla birlikte, her iki ülkenin ulusal çıkar farklılıkları olduğunda çatışma potansiyeli de barındırmaktadır. Yine de bugüne dek hiçbir kriz kalıcı bir kopuşla sonuçlanmamıştır. Bu da, stratejik ortaklığın derin köklerini ve karşılıklı bağımlılığı göstermektedir.

Ticaret, Yatırımlar ve lar

Türkiye ile ABD arasındaki ekonomik ilişkiler, siyasi-askeri ilişkiler kadar ön planda olmasa da yıllar içinde giderek artan bir öneme sahip olmuştur. İki ülke arasında coğrafi uzaklık ve farklı ekonomik ölçekler nedeniyle ticaret hacmi uzun süre sınırlı kalmışsa da, özellikle 2000’lerden itibaren belirgin bir yükseliş trendi gözlenmektedir. Bu bölümde ikili ticaret hacmi, yatırımlar ve mekanizmaları ele alınmaktadır.

Ticaret Hacmi ve Kompozisyonu: Osmanlı döneminde başlayan ticaret (örneğin ABD’nin Osmanlı’dan tütün, incir, halı alımı; Osmanlı’nın ABD’den kereste, petrol ürünleri ithalatı) Cumhuriyet döneminde de düşük seviyelerde devam etti. 1920’ler ve 1930’larda Türkiye’nin toplam dış ticaretinde ABD’nin payı %5’in altında kalıyordu. II. Dünya Savaşı sonrası Marshall Planı yardımlarıyla ABD’den makine ve ekipman ithalatı artarken, Türkiye’nin ABD’ye ihracatı tarım ürünleri ağırlıklıydı (fındık, tütün, kuru meyve vb). 1970’lere gelindiğinde ikili ticaret birkaç milyar dolar seviyesindeydi.

1980 sonrası Türkiye’nin dışa açılmasıyla birlikte ABD ile ticaret ivme kazandı. 1990’ların sonunda karşılıklı ticaret hacmi 5-6 milyar dolar düzeyine ulaşmıştı. 2000’lerde özellikle Türkiye’nin sanayi ürünleri ihracatının çeşitlenmesiyle rakamlar hızla arttı. Son verilere bakılırsa, 2022 yılı itibarıyla Türkiye-ABD ikili ticaret hacmi 32,1 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Bu, tarihî bir rekor olup 2021’deki 27,8 milyar dolar seviyesinden yaklaşık %15’lik bir artışı temsil eder. 2023’te küresel ekonomik dalgalanmalara rağmen ticaret hacmi 30,6 milyar dolar civarında gerçekleşmiştir. Dikkat çekici bir nokta, Türkiye’nin ABD ile ticaretinde son yıllarda fazla verir hale gelmesidir: 2022’de Türkiye’nin ABD’ye ihracatı, ithalatından 1,65 milyar dolar daha fazladır.

İhracat kalemlerine bakıldığında, Türkiye’nin ABD’ye sattığı başlıca ürünler arasında makineler, otomotiv yedek parçaları, çelik-alüminyum ürünler, tekstil-hazır giyim, savunma sanayii ekipmanları (tabanca, parça vs) ve tarım ürünleri (fındık, meyve, tütün) sayılabilir. ABD’den Türkiye’ye ithalat ise ağırlıklı olarak yüksek teknoloji ürünleri (uçak ve havacılık parçaları, tıbbi cihazlar), tarım ürünleri (pamuk, soya, buğday), kimyasallar ve son dönemde sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) şeklinde gerçekleşmektedir. 2018’de ABD’nin Türkiye’ye çelik ürünlerine ek vergi uygulaması gibi sorunlar yaşansa da, genel trend yükseliş yönündedir. Hatta 2019’da Başkan Donald Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, iki ülke ticaretinin orta vadede 100 milyar dolar düzeyine çıkarılması için iddialı bir hedef belirlemişlerdir. Bu hedef henüz uzakta görünse de, iş dünyaları arasında temaslar artmakta; örneğin 2021’de kurulan Türkiye-ABD CEO Forum gibi platformlar, ticareti ve yatırımları teşvik edecek öneriler geliştirmektedir.

Yatırımlar ve Finansal İlişkiler: ABD, Cumhuriyet tarihinden bu yana Türkiye’ye doğrudan yatırım yapan ülkeler arasında üst sıralarda yer almıştır. Özellikle 1950’lerden itibaren çeşitli Amerikan şirketleri (Ford Motor, Mobil, PepsiCo, Coca-Cola, IBM gibi) Türkiye’de faaliyet göstermeye başlamıştır. 1980 sonrası yabancı sermaye girişinin serbestleşmesiyle birlikte ABD yatırımlarının hacmi büyümüştür. Günümüzde Türkiye’de faaliyet gösteren ABD sermayeli şirket sayısı 2.000’i aşmıştır.

Bu şirketler arasında otomotiv (Ford-Otosan ortaklığı), enerji (General Electric, Chevron), finans (Citi, JP Morgan temsilcilikleri), gıda (Coca-Cola, Pepsi, McDonald’s, Starbucks), teknoloji (Microsoft, Google ofisi) gibi çok çeşitli sektörlerde oyuncular bulunmaktadır. Amerikan doğrudan yatırımlarının stok değeri 2020’lerin başı itibarıyla 12-13 milyar dolar mertebesindedir. Öte yandan Türk şirketleri de son yıllarda ABD’de yatırım yapmaya başlamıştır. Özellikle beyaz eşya (Arçelik’in fabrika yatırımı), gıda (Türk Hava Yolları’nın ABD’de bakım merkezi, bazı restoran zincirleri), teknoloji (Getir gibi girişimlerin ABD pazarı hamleleri) sayılabilir. Yine de Türk yatırımlarının hacmi, Amerikan yatırımlarının gerisindedir.

Finansal alanda da ilişkiler önem kazanmaktadır. 2002 sonrası dönemde Türk hazinesi birkaç kez ABD Eximbank’tan kredi ve ABD finans piyasalarından tahvil ihracı yoluyla fon temin etmiştir. 2020’de pandemi sırasında ABD Merkez Bankası (FED) ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası arasında swap hattı kurulması ihtimali gündeme gelmiş ancak gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte ABD Hazine Bakanlığı ile Türk Hazine yetkilileri makroekonomik konularda diyaloğu sürdürmektedir.

Ekonomik Diplomasi ve Anlaşmalar: Türkiye ile ABD arasında ekonomik ilişkileri kurumsallaştırmak amacıyla çeşitli mekanizmalar oluşturulmuştur. 1999’da Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması yürürlüğe girmiş, 2000’de Ticaret ve Yatırım Çerçeve Anlaşması (TIFA) imzalanmıştır​.

Bu çerçevede her yıl üst düzey ekonomi yetkililerinin katıldığı toplantılar düzenlenmekte, ticari engellerin kaldırılması ve yeni işbirliği alanları görüşülmektedir. 2010’larda iki ülke arasında bir Serbest Ticaret Anlaşması (STA) müzakere edilmesi gündeme gelmiş ancak somut ilerleme kaydedilememiştir. Özellikle Türkiye’nin AB Gümrük Birliği içinde olması nedeniyle ABD ile ayrı bir STA imzalaması karmaşık bir konu olarak ortada durmaktadır. Buna rağmen, stratejik ekonomik ortaklık kavramı altında enerji, bilişim, savunma sanayi ürünleri ortak üretimi gibi alanlarda çalışma grupları kurulmuştur. Örneğin 2017’de Boeing firması, Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TUSAŞ) ile bazı parça üretimi anlaşmaları yapmıştır; yine Sikorsky helikopterlerinin ortak üretimi için 2000’lerde işbirliği gerçekleşmiştir.

Son yıllarda dikkat çekici bir gelişme de enerji ticareti alanında olmuştur. ABD, 2018’den itibaren Türkiye’ye LNG (sıvı doğalgaz) ihraç eden önemli tedarikçilerden biri haline geldi. 2019’da Türkiye’nin LNG ithalatında ABD’nin payı %36’ya çıkarak Katar’ı geride bıraktı. Bu durum, Türkiye’nin Rus gazına bağımlılığını azaltma stratejisiyle uyumlu görüldü ve Washington tarafından memnuniyetle karşılandı.

Ekonomik ilişkilerde zaman zaman gerilimler de yaşanmaktadır. ABD’nin İran’a yaptırımları (CAATSA) kapsamında 2018’de Türk bankası Halkbank’ın yargılanma süreci, iki ülke arasında finansal bir anlaşmazlık konusu oldu ve halen çözüme kavuşmuş değildir. Ayrıca Türkiye’nin 2018’de Rusya ile yaptığı büyük ölçekli doğalgaz anlaşmaları, ABD’nin Doğu Akdeniz gaz planlarıyla çeliştiği için eleştirilmiştir. Yine de genel olarak ekonomik alandaki sorunlar, siyasi-askeri anlaşmazlıklara kıyasla daha yönetilebilir düzeydedir ve diyalog yoluyla çözüm aranabilmektedir.

Turizm ve Ulaşım: Ekonomik ilişkilerin halklar arası boyutunda turizm de önemli yer tutar. 2019’da pandemi öncesi yaklaşık 500 bin Amerikalı turist Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Türk Hava Yolları’nın halen ABD’de 14 ayrı noktaya (New York, Washington, Los Angeles vb) direkt uçuş düzenlemesi, ulaşım bağlantılarının güçlü olduğunu göstermektedir. Bu sayede iş insanları ve turistlerin seyahati kolaylaşmıştır. Ayrıca eğitim alanında her yıl binlerce Türk öğrenci ABD üniversitelerinde öğrenim görmektedir; bu da uzun vadede ekonomik bağlara katkı yapan beşeri sermaye köprüsü niteliğindedir.

Özetle, Türkiye-ABD ekonomik ortaklığı siyasi iniş çıkışlardan bağımsız olarak gelişme potansiyeli barındırmaktadır. Her iki ülkenin ekonomileri birbirini tamamlayıcı unsurlar içerir: Türkiye genç ve dinamik pazarıyla ABD’li firmalar için cazip bir yatırım ve ihracat alanıdır; ABD ise teknoloji ve sermaye kaynağı olarak Türkiye’nin kalkınmasında önemli rol oynayabilir. Son dönemde ulaşılan 30+ milyar dolarlık ticaret hacmi, ilişkilerin sadece güvenlik boyutuna dayanmadığının kanıtıdır. Hedeflenen 100 milyar dolarlık seviye ise iddialı olmakla birlikte, doğru adımlarla uzun vadede erişilebilir görünmektedir. Bu kapsamda serbest ticaret anlaşması müzakerelerinin canlandırılması, karşılıklı vergi engellerinin kaldırılması ve KOBİ’lerin karşılıklı pazarlara girişinin desteklenmesi gibi adımlar gündemdedir. Ekonomik ortaklığın derinleşmesi, aynı zamanda siyasi ilişkilerin istikrara kavuşmasına da katkı yapacaktır.

Kamuoyundaki Karşılıklı Algılar ve Diplomatik Gerilimler

Türk-Amerikan ilişkilerinin seyri üzerinde, dönem dönem iki ülke kamuoylarında oluşan algılar ve bunların politika yapıcılara yansıması büyük rol oynamıştır. Öyle ki, stratejik düzeyde yakın müttefik olan Türkiye ve ABD’nin halkları, birbirlerine dair oldukça olumsuz bakışlara sahip olabilmektedir. Ayrıca diplomatik alanda ortaya çıkan gerilimler, medyada ve kamuoyunda geniş yankı bularak ilişkileri daha da karmaşıklaştırmaktadır. Bu bölümde karşılıklı algılar ve öne çıkan diplomatik kriz anları ele alınmaktadır.

Türk Kamuoyunun ABD Algısı: Türk kamuoyu genel hatlarıyla tarihsel olarak ABD’ye mesafeli bir yaklaşım sergilemiştir. 2000’lerin başına dek bunda ideolojik kamplaşmalar, Filistin sorunu gibi etkenler öne çıksa da, asıl kırılma 2003 Irak Savaşı ile yaşanmıştır. 2000 yılı civarında Türk halkının yarısından fazlası ABD’ye olumlu bakarken, 2003 sonrasında bu oran %15’in altına düşmüştür. Pew Araştırma Merkezi’nin verilerine göre 2009’da Türklerin sadece %14’ü ABD’ye olumlu bakış sergiliyordu ve bu, ankete dahil edilen 25 ülke arasındaki en düşük orandı​. Bu olumsuz algının temelinde, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında 1 Mart tezkeresi ve özellikle Süleymaniye’de Türk askerine yapılan muamele gibi olayların yarattığı derin hayal kırıklığı yatmaktadır. Ayrıca 1990’lardan itibaren ABD’nin PKK terörü konusunda yeterince destek vermediği algısı ve 1975’teki ambargo gibi tarihsel deneyimler kolektif hafızada yer etmiştir.

2010’larda ABD algısı Türkiye’de daha da kötüleşmiştir. Bunun sebepleri arasında, ABD’nin Suriye’de YPG ile işbirliği yapması, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Gülen’in iade edilmemesi ve Washington’un zaman zaman Türkiye’ye karşı resmî açıklamalarla eleştirel tutum alması sayılabilir. 2018 yılında yapılan bir anket, Türk halkının %92 gibi ezici bir çoğunluğunun kendisini az ya da çok Amerikan karşıtı olarak tanımladığını ortaya koymuştur. Yine aynı dönemde Optimar şirketinin araştırmasında katılımcıların %72’si ABD’yi doğrudan “düşman” olarak gördüğünü belirtmiştir.

Bu denli yüksek oranlı bir anti-Amerikanizm, NATO müttefikleri içinde benzersizdir. Kamuoyundaki bu hissiyat, Türk siyasetçiler üzerinde de baskı oluşturarak zaman zaman ABD’ye karşı sert söylemler kullanılmasına yol açmaktadır. Örneğin 2016 sonrasında hemen her seviyeden Türk yetkili, ABD’nin terör örgütlerine destek verdiğini ileri süren açıklamalar yapmıştır. Bu tür söylemler halk nezdinde karşılık bulmakta, bu da bir kısır döngü halinde algıları daha da olumsuzlaştırmaktadır.

Amerikan Kamuoyunun Türkiye Algısı: Amerikan halkı ise genel olarak Türkiye’ye fazla aşina değildir, ancak son yıllarda medya ve siyaset düzleminde olumsuz imaj pekişmektedir. Gallup’un 2020 başında yaptığı bir ankette Amerikalıların %44’ü Türkiye’ye olumlu bakarken %53’ü olumsuz görüş belirtmiştir.

Bu oran, Türkiye’yi ABD halkının gözünde Küba ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle benzer seviyede konumlandırmaktadır. Soğuk Savaş döneminde ABD’de Türkiye’ye sempatik bakan önemli bir kesim vardı (özellikle 1950’lerde “özgür dünyanın kahraman askeri” imajıyla). Ancak 1974 Kıbrıs harekâtı sonrası Rum-Yunan lobisinin etkisiyle Amerikan kamuoyunda Türkiye aleyhine propagandalar yoğunlaştı. 1990’larda PKK ile mücadelede yaşanan insan hakları ihlalleri ve da Amerikan medyasında Türkiye’yi eleştiren yayınların artmasına neden oldu. 2000’lerde ise Türkiye’deki İslamcı siyasetin yükselişi ve özellikle 2010’ların ikinci yarısında demokratik gerileme eğilimi, ABD’de hem halk hem karar alıcılar nezdinde Türkiye algısını negatif etkiledi. Amerikalıların önemli bir kısmı Türkiye’yi artık “eski müttefik, yeni zorluk çıkaran ülke” olarak görme eğilimindedir. Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkileri ve NATO içinde yarattığı tartışmalar (örn. S-400 krizi, İsveç’in üyeliğini geciktirmesi) bu algıyı pekiştirmektedir. Yine de Amerikan toplumunda Türkiye gündelik hayatın bir parçası olmadığından, olumsuz görüşler genelde kayıtsızlıkla karışık bir şekilde tezahür eder.

Diplomatik Gerilimler ve Kamuoyu: İki ülke arasında yaşanan diplomatik krizler, hem anlık olarak kamuoylarını etkilemiş hem de kalıcı izler bırakmıştır. Örneğin Johnson Mektubu (1964) dönemin gazetelerinde manşetlere çıkarak Türk halkında “ABD bizi Sovyetlere karşı yalnız bırakabilir” endişesi yaratmış ve ilk kez geniş kitlelerde Amerikan karşıtlığı tohumlarını atmıştır. 1975 ambargosu ise sokaklara yansıyan protestolara neden olmuş, ABD bayrağı yakma gibi eylemler o dönemde yaygınlaşmıştır. 1 Mart 2003 tezkeresi öncesi haftalarca Türkiye’de yüz binlerce kişi Amerikan karşıtı gösteriler düzenleyip “No to War” pankartları açmıştır​. Süleymaniye olayı sonrası Türk medyasında ABD aleyhtarı yayınlar zirve yapmıştır. 2013’te ABD Büyükelçisi Ricciardone’nin Gezi Parkı olayları sırasında hedef gösterilmesi de yine diplomatik bir gerilimin topluma yansımasıdır.

ABD tarafında da benzer örnekler mevcuttur. Rahip Brunson’ın tutukluluğu sırasında Amerikalı birçok siyasetçi ve Evangelist grup Türkiye’ye karşı sert açıklamalar yaptı; sosyal medyada “TurkeyBoycott” gibi etiketlerle kampanyalar yürütüldü. 2020’de Senatörler, Türkiye’ye F-35 ambargosunu ve CAATSA yaptırımlarını destekleyen mektuplar yayınlayarak Türk hükümetini eleştirdi. Bu tür gelişmeler Amerikan kamuoyunun Türkiye’yi olumsuz biçimde duymasına yol açmaktadır. Özellikle ABD’deki Ermeni ve Yunan lobileri, her yıl Kongre’ye Türkiye aleyhine kararlar sunmakta, medya organlarında Türkiye’yi zor duruma sokacak söylemleri gündemde tutmaktadır. 2019’da ABD Temsilciler Meclisi ve Senatosu’nun Ermeni Soykırımı karar tasarılarını ezici çoğunlukla kabul etmesi, Türkiye’ye dönük olumsuz havanın bir sonucudur (Biden yönetimi de bu çizgiyi sürdürmüştür).

Bununla birlikte, zaman zaman pozitif algı anları da yaşanmıştır. Örneğin 1999 Marmara depremi sonrasında ABD’nin gönderdiği yardımlar ve Başkan Bill Clinton’ın İstanbul ziyareti sırasında gösterdiği samimi tavırlar, Türk halkında ABD’ye yönelik sempatiyi bir miktar artırmıştı. Keza 2005’te ABD’nin Katrina Kasırgası felaketine Türkiye’nin yardım göndermesi Amerikan halkında takdir gördü. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gecesi ABD başkan adayları ve yetkililerinin demokrasiden yana açıklamaları Türk halkınca olumlu karşılandıysa da sonraki tavırlar bu etkiyi sildi. Bu gibi anlar, istisna olarak kalsa da, halklar arasındaki duygu durumunun tamamen tek yönlü olmadığını gösterir.

Sonuç ve Genel Değerlendirme: Karşılıklı algılar, diplomatik gerilimlerin hem sebebi hem sonucu olabilmektedir. Türkiye’de ABD karşıtlığı “tarihinin en yüksek seviyesine” ulaşmışken​, ABD’de de Türkiye’ye kuşkuyla bakanların sayısı artmaktadır. Bu durum, liderlerin krizleri yönetmesini zorlaştırmakta, esneklik payını azaltmaktadır. Örneğin Türk hükümeti S-400 konusunda geri adım atmak istese bile, bunu kamuoyuna izah etmekte zorlanabilir zira yıllardır ABD’nin Patriot satmaması gerekçe gösterilerek kamuoyu oluşturulmuştur. Aynı şekilde ABD’de herhangi bir yönetim, Türkiye’ye yaptırımları kaldırmak veya yeni imtiyazlar vermek istese, Kongre ve kamuoyu baskısıyla karşılaşabilir. Dolayısıyla ilişkilerin geleceği açısından karşılıklı algıların iyileştirilmesi büyük önem taşımaktadır.

Bunun yolu da diyalog ve kamu diplomasisinden geçer. İki ülkenin sivil toplumları, medya mensupları ve akademisyenleri arasındaki temaslar artırılmalıdır. Kültürel değişim programları, öğrenci bursları (Fulbright vb.) ve şehir eşleştirme projeleri gibi araçlar kullanılabilir. 2010’ların başında kısmen uygulanan Türk-Amerikan model ortaklık söylemi, sadece hükümetleri değil toplumları da kapsayacak şekilde somutlandırılabilirse algılarda yumuşama sağlanabilir. Aksi takdirde kamuoylarındaki negatif spiral, her diplomatik anlaşmazlıkta kırıcı söylemlerin dozunu yükselterek müttefiklik ilişkisini aşındırmaya devam edecektir.

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkiler, 200 yılı aşkın bir geçmişe sahip çok boyutlu ve dalgalı bir seyir izlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki cılız diplomatik temaslardan başlayıp, Soğuk Savaş’ta sıkı müttefikliğe dönüşen; 21. yüzyılda ise işbirliği ile rekabet arasındaki ince çizgide ilerleyen bu ilişkiler, hem tarihsel perspektif hem de güncel gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde son derece önemlidir. Tarihsel olarak ele alındığında, iki ülke II. Dünya Savaşı sonrasında ortak stratejik çıkarlar temelinde yakınlaşmış; demokrasi ve güvenlik ekseninde birbirini tamamlayan bir ittifak kurmuştur. Türkiye’nin NATO üyeliği ve Kore Savaşı’na katılımı, ABD’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı yardımları, ilişkilerin “altın yılları”nı oluşturan örneklerdir. Soğuk Savaş boyunca yaşanan Johnson Mektubu (1964) ve ambargo (1975) gibi krizler bile temeldeki ittifakı koparamamıştır.

1990’larda Soğuk Savaş’ın bitimiyle ittifak farklı sınamalardan geçmiş; Körfez Savaşı’nda zirve yapan uyum, 2003 Irak Savaşı’nda ciddi bir sınav vermiştir. 2000’lerin ilk yarısında yara alan ilişkiler, sonraki yıllarda terörle mücadele ve bölgesel konularda yeniden ivme kazanmış; ancak 2010’larda Suriye iç savaşı, darbe girişimi ve S-400 kriziyle belki de tarihinin en zorlu dönemine girmiştir. Gelinen noktada, Türkiye-ABD ilişkileri bir dönüşüm eşiğindedir denebilir. İki ülke de birbirinin vazgeçilmez ortağı olduğunu vurgulamakla beraber, fiiliyatta çıkarları sık sık çatışmaktadır. Bununla birlikte, küresel ve bölgesel gelişmeler bu iki ülkeyi işbirliğine mecbur kılmaya devam etmektedir.

Türkiye’nin jeopolitik konumu ve NATO içindeki ağırlığı, ABD’nin onu bütünüyle gözden çıkarmasını engellerken; ABD’nin küresel güç konumu ve ekonomik-teknolojik imkanları da Türkiye’nin alternatif bir yol çizmesini sınırlamaktadır. Örneğin Rusya ile yakın ilişkiler tesis eden Ankara, Ukrayna savaşı gibi olaylar karşısında dengeli davranmakta ve nihayetinde Batı kampındaki konumunu tümüyle terk etmemektedir. Aynı şekilde Washington da Türkiye’deki demokratik gerileme veya Rusya ile flört politikalarına sert eleştiriler getirse de, Ankara’yı bütünüyle izole etmeyi tercih etmemektedir. Zira her iki başkent de bilir ki, kopan bir Türkiye-ABD ilişkisi en çok ortak düşmanların işine yarayacaktır: NATO zayıflayacak, Orta Doğu’da güç boşluğu oluşacak, Rusya ve İran gibi aktörler bundan kazançlı çıkacaktır.

Gelecek perspektifinden bakıldığında, Türkiye-ABD ilişkilerinin rayına oturması için karşılıklı güvenin yeniden tesisine ihtiyaç vardır. Bunun ilk adımı, biriken sorunların diyalog yoluyla çözülmesidir. S-400 meselesinde yaratıcı bir formül (örneğin sistemin aktive edilmemesi veya üçüncü bir ülkeye devri karşılığında yaptırımların kalkması) bulunabilir. Suriye’de YPG konusunda ABD, Türkiye’nin hassasiyetlerini gözeterek arabuluculuk yapabilir veya belirli tavizler verebilir. FETÖ konusunda hukuk yolları sonuna dek zorlanarak Türk kamuoyunun adalet duygusu kısmen tatmin edilebilir. Öte yandan Türkiye de ABD’nin endişelerini gidermek adına NATO içinde daha yapıcı bir rol oynayabilir, Rusya ile savunma alanındaki işbirliğine mesafe koyabilir. Bunlar gerçekleşebilirse, ilişkiler tekrar pozitif bir gündeme kavuşacaktır.

Ekonomik alandaki işbirliği, ilişkilerin sağlamlaştırılmasında kilit rol oynayabilir. Ticaret hacminin artırılması, teknoloji ve enerji gibi alanlarda ortak projelerin geliştirilmesi, toplumların birbirine temasını da artıracağından siyasi sorunların etkisini hafifletecektir. Ayrıca insanlar arası değişim programları ve kültürel diplomasi faaliyetleri, düşmanlık duygularını zamanla azaltabilir. NATO ittifakı çerçevesinde yeni ortak savunma girişimleri (örneğin balistik füze savunması, siber güvenlik, terörle mücadele eğitimi) başlatmak da güven tazeleme adımlarından olacaktır.

Sonuç olarak, Türkiye-ABD ilişkileri büyük sınamalardan geçmiş olsa da kopmaz bağlara da sahiptir. İki ülkenin tarihsel mirası, askeri müttefikliği, ekonomik çıkarları ve küresel sorumlulukları, ilişkilerinin tamamen zıt kutuplara savrulmasına engel olmaktadır. Akademik ciddiyetle bakıldığında, bu ilişkiler ne tamamen çatışmacı ne de sorunsuz bir işbirliği olarak tanımlanabilir; belki de en doğru tanım “rekabet içinde işbirliği” şeklindedir. Genel okuyucu açısından ifade etmek gerekirse, Türkiye ile ABD ilişkilerini evlilik benzetmesiyle açıklayanlar olmuştur: İnişli çıkışlı, zaman zaman kavgalı ama boşanmanın de maliyetli olduğu bir beraberlik. Önümüzdeki dönemde akılcı diplomasi ve yapıcı diyalog ile bu ilişkinin tekrar güvene dayalı bir ortaklığa evrilmesi mümkündür. İki ülkenin de ulusal çıkarları, bunu gerektirmektedir. Zira dünyada dengeler hızla değişirken, Türkiye ve ABD’nin birbirine duyduğu stratejik ihtiyaç devam etmektedir. Bu bilinçle hareket edilirse, bir zamanlar “model ortaklık” diye anılan hedefe ulaşmak zor olmayacaktır.

Kaynakça

  1. ERIC – EJ1135777 – Ottoman-American Relations, Francis Hopkins Smith and Armenian Issue, Journal of International Education and Leadership, 2015
  2. Ottoman Empire–United States relations – Wikipedia
  3. Major 19th century fire a turning point for Ottoman-US relations | Daily Sabah
  4. U.S., Turkey resume diplomatic ties, Feb. 16, 1927 – POLITICO
  5. Relations with the North America Region / Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs
  6. Truman Doctrine (1947) | National Archives
  7. Turkish Brigade – Wikipedia
  8. News: Marking 60 years of membership, 18-Feb.-2012 – NATO
  9. NATO – Declassified: Türkiye and NATO – 1952
  10. A sea of opportunities: Exploring cooperation between Turkey and the West in the Black Sea – Atlantic Council
  11. No ‘Johnson letter’ today | eKathimerini.com
  12. [PDF] us-president-lb-johnsons-letter-of-1964-and-its-impact-on-turkish …
  13. Drive to Repeal Turk Arms Curb Clears 1st Hurdle – The Washington …
  14. Historical Documents – Office of the Historian
  15. [PDF] US Arms Embargo against Turkey – DergiPark
  16. Regime Change in Iraq: Repercussions for Turkey | Wilson Center
  17. Turkey Rejects U.S. Troop Deployment – Los Angeles Times
  18. Turkey says U.S. support for Syrian Kurdish YPG a ‘big mistake’ | Reuters
  19. Türkiye’de ABD karşıtlığı artıyor
  20. Türk Halkı ABD’yi Tehdit Olarak Görüyor mu?
  21. Desert Storm to Inherent Resolve: Twenty-Five Years of Coalition Ops at Incirlik > Incirlik Air Base > Display
  22. Turkey officially kicked out of F-35 program, costing US half a billion dollars
  23. What do US sanctions on Turkey mean for NATO? | NATO News | Al Jazeera
  24. Türkiye – Amerika Birleşik Devletleri Siyasi ve Ekonomik İlişkileri / T.C. Dışişleri Bakanlığı
  25. “ABD ile 100 milyar dolarlık ticaret hedefine  giden yol kısalacak” – Dünya Gazetesi
  26. Türkiye-ABD ilişkilerinde hedef 100 milyar dolarlık ticaret hacmi
  27. Negative Views of U.S. Unchanged in Turkey | Pew Research Center
  28. Iran, North Korea Liked Least by Americans
  29. Bridging the Bosphorus: How Europe and Turkey can turn tiffs into …

Latest from Yorum

Balkanlar’da Savaş Riski
Önceki Hikaye

Balkanlar’da Savaş Riski

Askeri Üsler, Yaptırımlar ve İsrail Gerilimi: Ahmet eş-Şara’nın Ziyaretinin Arka Planı
Sonraki Hikaye

Askeri Üsler, Yaptırımlar ve İsrail Gerilimi: Ahmet eş-Şara’nın Ziyaretinin Arka Planı

Git

Don't Miss