Geçtiğimiz gün YouTube’da bir stand-up programı izliyordum. Program sırasında Ümit Özdağ’ın söyledikleri dikkatimi çekti. Türkiye’de kadınların %74’ünün, erkeklerin ise %62’sinin kendini güvensiz hissettiğini söylüyordu. Bu oranlar kulağa oldukça abartılı geldi; çünkü bana sanki Türkiye toplumu güvensiz bir ortamda yaşıyor, dejenere olmuş, birbirine kötülük yapmaya yatkın hale gelmiş gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyormuş gibi geldi.
Bu tür söylemlerle toplumda yayılmak istenen mesaj nedir? Türkiye, gerçekten böylesine yaygın bir güvenlik krizi içinde mi? Yoksa bu tür istatistiklerle topluma güvensizlik aşılanarak, insanlar arasında bir ayrışma mı sağlanmak isteniyor? Bence burada amaç, topluma ciddi bir güven sorunu olduğunu, insanların birbirine artık güvenmediğini ve toplumun hızla çözülmeye gittiğini gösterme çabası. Ancak bu söylemin asıl hedefi, meseleyi sadece bireyler arasında kalmaktan çıkararak, sığınmacılar üzerinden de çift taraflı bir “düşmanlık” üretmek gibi görünüyor. Yani Türkiye toplumu hem birbirine güvenmeyen, güvensiz bir ortamda yaşayan hem de göçmenler üzerinden de güvensiz bir ortamda yaşamak zorunda bırakılmış bir toplum imajı…
Korku Algısı ve Medyanın Rolü
Medya ve sosyal medya aracılığıyla bazı olayların, özellikle de şiddet içerikli olanların günlerce, haftalarca gündemde tutulduğuna şahit oluyoruz. Yaşanan bu olaylar, her ne kadar acı verici ve vahşice olsa da çoğu zaman münferit niteliktedir. Ancak, toplumda her köşede, her gün böyle olaylar yaşanıyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Bu durum, toplumun her an yeni bir “tehdit” altında olduğu izlenimi veriyor. Özdağ’ın paylaştığı güvenlik algısına yönelik rakamlar da bu düşünceyi pekiştiriyor ve toplumun hızla çözüldüğünü, kötülüğün arttığını iddia eden söylemleri güçlendiriyor. Burada aynı zamanda bir paralellik kuruluyor; toplumda artan kötülük, bozulan düzenin sorumlusu olarak sığınmacılar ve göçmenler gösterilmeye çalışılıyor. Böylece Türkiye toplumunun hem birbirine hem de dışarıdan gelenlere karşı güvenini kaybettiği algısı yaratılarak çift yönlü bir düşmanlık üretiliyor.
Bu noktada Hannah Arendt’in kötülüğe dair kavramsallaştırması aklıma geldi. Arendt, kötülüğün sadece sadist bireyler tarafından değil, sıradan insanlar tarafından da işlenebileceğini öne sürer. Ona göre kötülük, sıradan bireyler tarafından da gerçekleştirilebilir ve sıradan insanın kötülük yapma potansiyeli olduğuna dikkat çeker. Ancak, kötülüğün bu şekilde sıradanlaşması, toplumda kötülüğün sıradan insanlarla bağdaştırılmasına da kapı aralıyor. Bu durumda sanki her sıradan bireyin içinde bir kötülük potansiyeli varmış gibi bir algı üretiliyor. Bu bakış açısı, toplumsal güvenin zayıflamasına, insanların birbirine daha şüpheci yaklaşmasına ve düşmanlıkların sıradanlaşmasına yol açabilir.
Toplumsal Çözülme: İyiler ve Kötüler
Türkiye’deki toplumsal çözülmenin, toplumda sürekli olarak “iyi” ve “kötü”lerin karşı karşıya getirildiği bir yapı içinde işlendiğini gözlemliyorum. Bu kutuplaşmanın ardında yatan temel düşünce ise bireylerin kendilerini “iyi” görüp, karşısındakini “kötü” olarak yaftalaması. Bu anlayış, toplumda “ben iyiyim, karşımdaki kötü” düşüncesini pekiştiriyor. Böylece insanlar, kendi davranışlarını sorgulamak yerine, toplumdaki kötülüğün kaynağını başkalarında ya da dışsal etkenlerde aramaya başlıyorlar. Topluma dayatılan bu yaklaşım, sosyal ve siyasal meseleleri daha derinlemesine anlamamızın önüne geçerek, toplumsal çözülmeyi hızlandırıyor.
Siyaset ve Kötülüğün Araçsallaştırılması
Bu güvensizlik algısının toplum üzerinde baskı kurmak, kutuplaşmayı keskinleştirmek için bir araç olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Toplumdaki sorunların belirli gruplara atfedilmesi, güvensizlik algısını güçlendiren bir strateji haline gelebilir. Bu bağlamda sığınmacı ve göçmenler gibi belirli grupların hedef gösterilmesi, toplumdaki genel güvensizliği artırarak, kutuplaşmayı derinleştiren bir etki yaratıyor. Siyaset, bu güvensizlik ve düşmanlık algısını derinleştirerek, toplumsal çözülmeye yol açacak bir zemini körükleyebilir.
Kötülüğün Arkasındaki Psikolojik ve Sosyal Dinamikler
Kötülüğü sıradan insanlarda aramak yerine, bu kötülüğün ardında yatan psikolojik ve sosyolojik dinamikleri anlamamız gerektiğine inanıyorum. Kötülük, her bireyin içinde potansiyel olarak var olan bir unsur değil, daha çok belirli psikolojik sorunların, sosyal ve siyasal koşulların bir ürünü. Toplumda artan güvensizlik ve kutuplaşma, insanların birbirine olan güvenini daha da zayıflatarak, düşmanlık duygularını sıradanlaştırıyor. Oysa kötülüğün kökenini anlamak ve çözümü, bu toplumsal sorunların derinlerinde aramak daha sağlıklı bir yaklaşım olabilir.