Geleneksel Diplomatik Çizgiden Uzaklaşma
Donald Trump’ın ikinci kez ABD başkanı olmasıyla birlikte Washington ve Avrupa arasındaki ilişkiler geleneksel seyrinden belirgin şekilde uzaklaştı. Trump yönetimi, çok taraflı diplomasiye ve müttefiklik ilişkilerine mesafeli, “önce Amerika” anlayışıyla hareket ederek transatlantik bağları sarstı. Örneğin, Trump ABD’nin çıkarlarını önceleyen katı bir işlemci (transactional) yaklaşım benimsedi ve Avrupa’yı uzun zamandır bağlayan kurumları ve anlaşmaları ikinci plana itti.
Bu yaklaşım, NATO’dan iklim anlaşmalarına, ticaretten Çin politikalarına kadar hemen her konuda ABD ile Avrupa’nın karşı karşıya gelmesine yol açtı. Nitekim transatlantik ittifak “tamir edilemeyebilecek” çatışmaların eşiğinde olarak tanımlanmakta ve Avrupa, ABD’nin önderlik rolüne eskisi gibi güvenemeyeceği “yeni bir post-Amerikan çağın” başlangıcına baktığını düşünmektedir.
Geleneksel olarak ABD yönetimleri Avrupa bütünleşmesini ve NATO’yu destekleyip ortak değerleri vurgularken, Trump bunun tersine Avrupa Birliği’ni bir rakip gibi görme eğilimindeydi. Nitekim Trump, AB’yi ticaret konusunda “hasım” olarak nitelemiş; çok taraflı anlaşmalardan (Paris İklim Anlaşması, İran nükleer anlaşması gibi) çekilerek ve Brexit gibi AB’yi zayıflatan gelişmeleri destekleyerek alışılmış diplomasiden ayrıldı. Müttefiklerle istişare yerine tek taraflı kararlar alması (örneğin Suriye’den ani çekilme kararı) Avrupa başkentlerinde ABD ile koordinasyonun kalmadığı, NATO’nun “beyin ölümünün” gerçekleşmekte olduğu kaygısını doğurdu.
Trump’ın çok taraflı çerçeveleri kenara itip ikili pazarlıkları tercih eden tutumu, NATO ve AB gibi kurumların rolünü gölgeledi ve Avrupa’nın küresel meydan okumalara karşı ortak tepki vermesini zorlaştırdı. Sonuç olarak Trump dönemi, ABD’nin ittifaklara bağlılığını belirsizleştirerek transatlantik ilişkilere alışılmadık bir kırılganlık getirmiştir.
NATO Müttefiklerine Yönelik Tutum ve İttifakın Geleceği
Trump yönetiminin Avrupa’daki NATO Müttefiklerine yönelik tutumu, alışılagelmişin dışında sert ve talepkar bir karakter taşıdı. Başkan Trump, Avrupa ülkelerinin savunmaya yeterince bütçe ayırmadığını sık sık vurgulayarak onları “vazifelerini yapmayan borçlu ülkeler” (“delinquent”) olarak niteledi.
Özellikle savunma harcamaları konusunda ısrarla yük paylaşımı talep etti; NATO üyelerine yönelik harcamalarını GSYİH’nin %2’sine çıkarmalarını yeterli bulmayıp hedefi tek taraflı şekilde %5’e yükselttiğini bile ilan etti.
Bu tavır, müttefikler üzerinde yoğun bir baskı oluşturdu. Trump, Avrupalılar savunmaya daha fazla ödeme yapmazsa ABD’nin ittifaktaki rolünü azaltacağı, hatta NATO’dan çekilmeyi bile düşünebileceği imasında bulundu.
Nitekim 2018’deki bir NATO zirvesinde, bazı Avrupalı liderler Trump’ın ABD’yi NATO’dan çıkarmaya “tehlikeli şekilde yakınlaştığını” rapor etmişlerdi.
Bu tür tehditler, ittifakın geleceğine dair ciddi soru işaretleri doğurdu; çünkü NATO’nun temelini oluşturan müşterek savunma taahhüdü (Madde 5) bile Trump’ın söylemleriyle ilk kez ABD tarafından koşullu ve belirsiz bir vaat gibi algılandı.
Trump’ın NATO müttefiklerine karşı tutumu kısa vadede ittifak içinde gerilimi artırdı. Doğu Avrupalı üyeler (Polonya, Baltık ülkeleri gibi) Rusya tehdidine karşı ABD’nin desteğini hayati gördüklerinden Trump’ı memnun etmek amacıyla savunma harcamalarını hızla artırdılar; hatta Polonya gibi ülkeler ABD askerlerine ev sahipliği yapma arzusuyla “Fort Trump” gibi öneriler getirdiler. Bazı müttefikler Trump’ın taleplerini ekonomik olarak sürdürülemez buldu ve eleştirdi, bu da NATO içinde görüş ayrılıklarını körükledi.
Trump’ın Madde 5’in geçerliliğini sorgulayan söylemi, NATO’ya yönelik eleştirel kesimleri cesaretlendirdi ve kolektif savunmanın inandırıcılığına gölge düşürdü.
Öte yandan, Trump’ın baskısı Avrupa savunma harcamalarında bir artışı tetikledi. 2016’dan sonra Avrupa ülkeleri savunma bütçelerini yükseltmeye başlamış; Trump’ın ilk döneminde bunu ABD’yi memnun etmek için yaparken, ikinci dönemde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla tetiklenen kendi güvenlik kaygılarıyla yapar hale gelmişlerdir.
Örneğin, 2024 itibariyle Avrupa ve Kanada’nın toplam savunma harcaması 2016’ya kıyasla %40’tan fazla artarak 350 milyar dolardan 485 milyar dolara çıktı; Avrupa’nın ortalama savunma harcaması GSYİH’nin %2,2’sine ulaştı.
Bu artışlar Trump’ın eleştirilerini kısmen adreslese de, ABD’nin azalabilecek katkısının boşluğunu doldurmaya yeter mi sorusu halen geçerliliğini koruyor.
Trump yönetimi ayrıca ABD’nin NATO’ya maddi katkısını ve Avrupa’daki askeri varlığını azaltma sinyalleri verdi. İkinci Trump döneminde Pentagon’un, Avrupa’ya ayrılan fonları kısabileceği ya da ABD kuvvetlerini Avrupa’dan kademeli olarak çekebileceği tartışmaları yaşandı.
Bu ihtimal, özellikle doğudaki NATO üyelerini endişelendirirken; ittifakın caydırıcılık gücünün zayıflaması durumunda Rusya’nın daha cesur adımlar atabileceği uyarıları yapıldı.
Uzmanlar, Washington’dan gelen bu tür radikal politika değişikliklerinin ittifakın bütünlüğünü zedeleyeceğini ve NATO’nun güvenilirliğini sorgulatacağını belirtiyor.
Gerçekten de, ittifakın bekaası Trump döneminde ilk kez ciddi biçimde tartışılır hale geldi: ABD’nin güvencesi kalmazsa NATO’nun kolektif savunma mekanizması anlamsızlaşabilir. Bu durum, Amerika’nın küresel itibarını sarsacağı gibi, Rusya’yı da daha saldırgan hamleler yapmaya teşvik edebilir.
Trump’ın müttefiklere yönelik tutumu NATO’yu içten zayıflatan bir etki yarattı; ittifakın geleceği konusunda belirsizliği artırdı ve Avrupa’yı güvenlik mimarisini yeniden düşünmeye zorladı.
Avrupa’nın Tepkileri: Fransa, Almanya ve İngiltere’nin Bakış Açıları
Trump yönetiminin politikalarına Avrupa’nın büyük aktörleri farklı tepkiler verdi, ancak ortak payda rahatsızlık ve stratejik belirsizlik oldu. Fransa, Trump’ın tavrına en açık eleştirileri getiren ülkelerin başında geldi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2019’da NATO’nun “beyin ölümünün” gerçekleştiğini söyleyerek ABD ile Avrupa arasındaki koordinasyonsuzluğa dikkat çekti.
Macron, ABD’nin müttefiklerine danışmadan hareket etmesini (örneğin Suriye’den çekilme ve Türkiye’nin operasyonu) ve Trump’ın NATO’ya bakışını sert sözlerle eleştirdi. Ona göre Trump, NATO’yu “ticari bir proje” gibi görüyor; ABD şemsiyesi karşılığında müttefiklerden sadece Amerikan silahlarını almalarını istiyordu.
Macron bu anlayışa “Fransa bunun için NATO’ya katılmadı” diyerek karşı çıktı.
Fransa, Avrupa’nın savunmada özerkliğini artırması gerektiğini savunarak, AB düzeyinde ortak bir savunma kapasitesi geliştirme çağrılarına liderlik etti. Bu çerçevede Macron, Avrupa ordusu fikrini ve Avrupa’nın kendi kaderini kontrol etmesi gereğini sık sık vurguladı.
Trump’ın ikinci döneminde bu söylem daha da güçlendi; zira Washington’ın güvenilmezliği karşısında Paris yönetimi, Avrupa’nın jeopolitik varlığını koruması için “uyanması” gerektiğini dile getirdi.
Almanya ise Trump döneminde geleneksel transatlantik ilişkilere bağlılığını sürdürmeye çalışmakla birlikte, ciddi hayal kırıklıkları yaşadı. Eski Şansölye Angela Merkel, Trump’ın ilk yılında yaşanan G7 ve NATO zirvelerinin ardından “artık Avrupa’nın tamamen başkalarına bel bağlayamayacağını” söyleyerek tarihi bir uyarıda bulundu.
Merkel, “Biz Avrupa olarak kaderimizi gerçekten kendi ellerimize almalıyız” diyerek, ABD ile dostane ilişkileri sürdürme arzusunu korumakla birlikte Avrupa’nın savunma konusunda daha bağımsız hareket etmesi gerektiğinin altını çizdi.
Bu açıklama, Almanya’nın Trump yönetimine duyduğu güven sarsılmasının ve Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durma isteğinin bir göstergesiydi. Almanya, bir yandan NATO’yu ayakta tutmak için diğer müttefiklerle birlikte Trump’ı ikna etmeye çalışırken, diğer yandan savunma harcamalarını artırma kararı aldı (yıllarca GSYİH’nın %1’inde takılı kalan bütçesini %2 hedefine yaklaştırmaya yöneldi). 2020’lerin ortasına gelindiğinde, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının da etkisiyle Almanya Bundeswehr’i güçlendirmek için 100 milyar avroluk özel fon ayırdı ve NATO taahhütlerini yerine getirmeye odaklandı. Yine de Alman siyaseti, ABD’den tamamen kopuk bir Avrupa savunması fikrine mesafeli durdu; NATO’nun kolektif şemsiyesinin yerine geçecek bir yapı görmediği için ABD ile köprüleri atmadan Avrupa savunmasını güçlendirme stratejisini benimsedi.
İngiltere (Birleşik Krallık), Trump’ın Avrupa politikalarına tepkide daha farklı bir konumdaydı. Londra, tarihsel olarak ABD ile “özel ilişki”ye önem veren ve NATO’nun sadık bir savunucusu olan bir aktör. Brexit sonrasında da ABD ile yakın ticari ve güvenlik ilişkileri kurmaya ihtiyaç duyan İngiltere, Trump yönetimini alenen eleştirmekten kaçındı. Dönemin İngiltere başbakanları (önce Theresa May, sonra Boris Johnson), NATO’nun önemini vurgulayarak ittifakın birlik içinde kalması çağrılarını sürdürdüler. Özellikle 2019 Londra NATO Liderler zirvesinde İngiltere, ittifakın 70 yıllık başarısını kutlayan ev sahibi olarak Trump’ı da içeren ortak bildiriler yayımlanmasına katkı sağladı. Ancak perde arkasında, İngiliz diplomasi çevreleri de Washington’ın taahhütlerindeki belirsizlikten rahatsızdı. İngiltere, Avrupa’nın savunma harcamalarını artırması gerektiği konusunda Trump’la hemfikirdi ve kendisi de bu doğrultuda adımlar attı. Nitekim Londra yönetimi, 2022’de savunma bütçesini artıracağını ve birkaç yıl içinde GSYİH’nin %2,5’i seviyesine çıkacağını taahhüt etti.
Bu adım, İngiltere’nin hem ABD’ye savunma yükünü paylaşma mesajı hem de kendi ulusal güvenliği için bir yatırım olarak görülebilir. Özetle, İngiltere Trump’la çatışmaktan kaçınarak NATO’yu ayakta tutma ve ABD’yi ittifakta tutma siyaseti izledi; ancak o da Avrupa’daki güvenlik denkleminde ABD’ye alternatif arayışlarını (örneğin Avrupa savunma işbirliği projelerini) dikkatle takip etti.
Genel olarak Avrupa’da, Trump’ın ikinci kez seçilmesi haberi müttefik başkentlerde sevinçle karşılanmadı. Birkaç istisna dışında (örneğin Macaristan lideri gibi Trump’la ideolojik yakınlık duyanlar), çoğu Avrupa lideri ve kamuoyu endişe ve hazırlık moduna geçti.
Trump döneminin dönüşüyle birlikte AB liderleri, iklim değişikliğinden ticarete ve güvenliğe uzanan geniş bir yelpazede ABD ile anlaşmazlıklara hazırlıklı olma çağrısı yaptılar.
Örneğin, AB Komisyonu yetkilileri olası bir ticaret savaşı durumunda misilleme listeleri hazırladı; savunma alanında ise NATO içinde ve dışında Avrupa’nın kolektif kapasitesini geliştirme çalışmalarına hız verildi. Sonuç olarak, Fransa’nın stratejik özerklik vizyonu, Almanya’nın temkinli özeleştiri ve hazırlık adımları, İngiltere’nin transatlantik denge arayışı gibi farklı yaklaşımlar olmakla birlikte ortak payda Avrupa’nın ABD politikalarına karşı daha temkinli ve kendi göbeğini kesmeye yönelik adımları oldu. Bu tepkiler, Avrupa’nın Trump dönemindeki sarsıntılara adaptasyon çabası olarak görülebilir.
NATO’nun Geleceği: Güçlü İttifak mı, Avrupa’nın Bağımsız Savunması mı?
Trump’ın yaklaşımı, NATO’nun geleceğine dair iki zıt senaryoyu da güçlendiren dinamikler ortaya çıkardı. Bir yanda, ABD’nin taahhütlerindeki belirsizlik NATO’yu zayıflatarak işlevsiz hale getirebilir. Diğer yanda ise Avrupalı müttefiklerin öz savunma kapasitelerini artırması, uzun vadede ya NATO’yu daha dengeli ve güçlü bir ittifaka dönüştürebilir ya da Avrupa’yı ayrı bir savunma yapılanmasına yönlendirebilir. Güncel tartışmalarda bu iki uç arasında farklı olasılıklar değerlendirilmektedir.
Birinci senaryo, NATO’nun giderek zayıflaması veya “fiilen dağılması” olarak öne çıkıyor. Trump’ın ikinci döneminde dile getirilen bazı görüşler, ABD’nin NATO’yu bir kenarda beklemeye alabileceğini (“uyuyan NATO” modeli), sadece doğrudan kriz anlarında devreye giren gevşek bir güvenlik paktına dönüştürebileceğini gösteriyor.
Trump’a yakın bazı isimler, ABD’nin Avrupa’yı koruma rolünün minimize edildiği, yükün tamamen Avrupa’ya bırakıldığı bir düzen önerdiler.
Eğer Washington gerçekten kolektif savunma taahhüdünden çekilir veya şartlı hale getirirse, NATO müttefikleri arasındaki güven hızla aşınabilir. Bu durumda, özellikle ABD nükleer şemsiyesine ve askeri kapasitesine bağımlı olan Doğu Avrupa ülkeleri büyük bir boşlukla karşı karşıya kalacak ve Avrupa’nın kendi içinde bu açığı kapatması kısa vadede zor olacaktır. Böyle bir zayıflama senaryosu, Rusya veya diğer hasım aktörlerin Batı ittifakındaki gedikleri kullanmasına davetiye çıkaracaktır. Nitekim Trump yönetiminin ittifak karar mekanizmalarını dışlayıp ikili anlaşmalara yönelmesi bile Moskova’yı cesaretlendirmiş; Batı içindeki bölünmeler Rusya tarafından stratejik avantaj için kullanılmıştır.
NATO’nun bütünlüğünün bozulması halinde, Avrupa güvenlik mimarisi birkaç on yıl öncesinin belirsizlik ortamına geri dönebilir. Bu karamsar senaryonun engellenmesi için, birçok Avrupa ülkesi ABD’deki siyasi dalgalanmalardan bağımsız olarak ittifak dayanışmasını vurgulayan diplomatik çabalarını sürdürüyor.
İkinci senaryo ise NATO’nun uyum sağlayarak belirli reformlar ve Avrupa’nın artan yük paylaşımı sayesinde güçlenmesi yönünde. Bu bakış açısına göre, Trump’ın baskıları ve Rusya’dan gelen tehdit, Avrupa’nın savunma konusundaki “ücretsiz biniş” alışkanlığını sona erdirmeye yardımcı oldu. Gerçekten de, 2020’lerin ortasında birçok müttefik savunma bütçelerini ciddi biçimde artırmış durumdadır (örneğin, Polonya ve Baltık ülkeleri %4-5 bandına yaklaşırken, Finlandiya ve İsveç NATO’ya katılım sürecinde harcamalarını yukarı çekti; İngiltere %2,5 taahhüdü verdi).
Bu gelişme, NATO içinde yük paylaşımını daha adil hale getirebilir. Hatta Trump’ın talep ettiği kadar olmasa da, 2024 sonrası NATO zirvelerinde yeni bir savunma harcaması hedefi olarak %3 gibi bir rakamın benimsenmesi olası görünmektedir.
Böyle bir adım, ABD’nin kısmen çekilme tehditlerine karşı Avrupa’nın savunma sorumluluğunu üstlendiğini göstererek Trump yönetiminin eleştirilerini yumuşatabilir.
Eğer Avrupa ülkeleri koordineli şekilde caydırıcılık kabiliyetlerini (hava savunması, uzun menzilli vuruş gücü, lojistik destek gibi alanlarda) geliştirebilir ve NATO’nun Avrupa sütununu güçlendirebilirse, ittifak ABD’nin dönemsel iç politika değişimlerine daha az hassas, daha sağlam bir yapıya kavuşabilir. Bu senaryoda NATO dağılmak bir yana, iki yakasında daha dengeli sorumluluk dağılımı olan bir ittifaka dönüşmüş olacaktır. Elbette bu, Avrupa’nın askeri ve siyasi birliğinin derinleşmesini gerektirir ki her üye ülkenin aynı vizyonu paylaştığı kesin değildir.
Üçüncü bir olasılık ise Avrupa’nın NATO’ya paralel daha bağımsız bir savunma politikası geliştirmesidir. Trump döneminde sıkça dile getirilen “stratejik özerklik” (autonomie stratégique) kavramı, Avrupa’nın gerekli durumlarda ABD olmadan da kendi güvenliğini sağlayabilmesi anlamına geliyor. Bu doğrultuda AB bünyesinde Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği (PESCO) projeleri başlatıldı, Avrupa Savunma Fonu oluşturuldu ve ortak tatbikatlar/artırılmış işbirlikleri teşvik edildi. Avrupa, Trump’ın ilk döneminde aldığı sinyallerle bu girişimlere hız verse de, ABD yönetimi paradoksal biçimde Avrupa’nın NATO dışı savunma inisiyatiflerine sıcak bakmadı – 2019’da Washington, PESCO’nun ABD savunma şirketlerini dışlamasından şikayetçi olmuştu.
Yani Trump yönetimi hem NATO içindeki yük dağılımından memnun değildi hem de Avrupa’nın bağımsız adımlarına tepki gösterdi, bu da stratejik özerklik yolunu zorlu kıldı. Ancak ikinci dönemle birlikte Avrupa cephesinde “ABD’ye bel bağlamama” yönündeki kararlılık arttı. AB ülkeleri, Trump’ın dönüşünü bir uyarı olarak görüp kendi caydırıcı güçlerine yatırım yapmanın en iyi hazırlık olduğunu dile getirmeye başladı. Yine de gerçekçi bir değerlendirme, Avrupa savunma kapasitesinin yakın gelecekte ABD’nin yerini almasının zor olduğunu gösteriyor.
Finansman kısıtları, ülkeler arası siyasi görüş ayrılıkları ve özellikle nükleer caydırıcılık gibi konularda ABD’ye olan bağımlılık, tam bağımsız bir Avrupa savunma mimarisinin önünde engel teşkil ediyor.
Dolayısıyla, pratikte Avrupa’nın stratejik özerklik çabaları ile NATO içindeki savunma rolünü güçlendirme çabaları birlikte ilerleyecektir. Önümüzdeki yıllarda Avrupa, hem NATO’yu ayakta tutmaya çalışan ancak daha eşit bir ortak olarak içinde yer alan bir aktör, hem de kendi başına hareket edebilecek asgari kapasiteyi inşa eden bir güç olmayı hedefleyecektir.
Trump’ın ikinci kez iktidara gelişiyle ABD-Avrupa ilişkilerinde yaşanan kırılmalar, on yıllardır süregelen dengeleri sarsmış ve bir dönüm noktası yaratmıştır. ABD’nin geleneksel ittifak liderliğinden çekilmeye meyilli olması, Avrupa’yı kaderini daha fazla kendi ellerine alma yönünde itmektedir.
NATO ittifakı içindeki gerginlikler, ittifakın geleceğinin belirsiz ama kritik bir eşikte olduğunu gösteriyor. Avrupa ülkeleri, bir yandan ittifakı ayakta tutmak ve ABD’yi dahil tutmak için tavizler verirken, diğer yandan kötü senaryoya hazır olmak için bağımsız savunma adımlarını hızlandırıyorlar.
Bu dengenin nasıl sonuçlanacağı, hem Trump yönetiminin izleyeceği politikalara hem de Avrupa ülkelerinin birlik içinde hareket edip edemeyeceğine bağlı. Kesin olan, transatlantik güvenlik mimarisinin artık eski kalıplarla işlemediği ve tarafların bunun farkında olarak pozisyonlarını yeniden gözden geçirdiğidir.
Avrupa için en iyi yolun, birlik içinde kalarak hem NATO’yu güçlendirmek hem de “B Planı” olarak kendi kapasitesini inşa etmek olduğu söylenebilir. Böylece, ister Trump yönetiminde ister sonrasında olsun, Batı ittifakı karşılaşılan meydan okumalara karşı daha hazırlıklı ve dirençli hale gelebilecektir.
Kaynaklar: Güncel analiz raporları ve haberler, özellikle düşünce kuruluşlarının yayınları ve liderlerin demeçleri kullanılarak derlenmiştir. Avrupa ile ABD arasındaki bu kritik dönemeçte gelişmeler yakından takip edilmekte ve burada aktarılan bilgiler seçilmiş güncel kaynaklara dayanmaktadır.